Başlığa bakıp yanlış yazdığımı düşünenler çoğunluktadır sanırım. Sıkça kullandığımız bir deyim “eğri oturup doğru konuşalım.” Neden eğri oturmak icap etsin ki doğru konuşmak için. İllaki bir tarafımızın eğri olması mı gerekiyor? Doğru konuşmak için hiçbir eğriliğe gerek yok bence. Onun için serlevha bilinçli olarak yazılmıştır. Belki şöyle de söylenebilir doğru olup, doğru konuşalım. Çünkü doğru olmak doğru konuşmaktan önce gelir. Doğruyla olan irtibatımız hiçbir zaman olumlu olmadığından buna benzer birçok söz var. Mesela, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar gibi. Olsun, dokuz değil doksan köyden kovulsa da doğruyu söyler Müslüman. Çünkü doğruyla olan münasebetimiz modern dünyanın hiçbir aşamasında sahih bir zemine oturmuyor. Onun için her doğruyu her yerde söylememe eğilimindeyiz.
Doğru NŞA’da (normal şartlar
altında) düzgün sonuç veren şeye deniyor. Doğruyu söylemek bizim için bir
gereklilik ama biz hakikatin yanında olmalıyız. Doğru her zaman hakikatin
yanında olmayabilir. Toplumun kahir ekseriyetinin doğrudan uzaklaştığı ve
doğruya mesafeli durduğu yerde hakikati nasıl bulacağız. Toplumun tepkileriyle
taleplerini analize tabi tuttuğumuzda hakikat diye bir derdimizin olmadığı
vehmine kapılıyorum. Müslümanlar olarak modern zamanların bize dayattığı bütün
konularda sistemin uyumlu bir parçası olmak yönündeki meylimiz bu tür hatalı
deyimler sayesinde doğru olarak gösterilebiliyor. Bu tür çarpık bir mantık
anlayışının bizi nereye götüreceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Hakikatle olan ilişkimizin
sorunlu olması başka bir deyimi aklıma getirdi: “Deveye sormuşlar boynun neden
eğri; demiş ki nerem doğru ki?” Evet fert olarak da toplum olarak da
eğrilerimizle barışık yaşıyoruz. Bu durumu “esnek Müslümanlık” olarak
tanımlamaya kalksam belki bazıları karşı çıkacaktır. Ama maalesef böyle bir
fiili durum var ortada. Hiçbir hakkımız olmadığı halde dini eğip bükmek
konusunda oldukça cesur davranan bir zihin dünyamız, ya da şöyle diyelim
alışkanlıklarımız var. Dinler arası diyalog gibi çıkışların bu tür zihin rezervine
sahip toplumlarda karşılık buluyor olması şaşırtıcı değil. Hâlbuki bir ayeti
kerime şöyle diyor: “De ki: Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah
göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”
(Hucurat-16)
Yukarıda kullandığım esnek
Müslümanlık tamlaması üzerinde biraz durmak isterim. Örnek üzerinden gitmek
bazı durumlarda daha açıklayıcı olabilir. Mesela namaz kılmayan bir Müslümanın;
siz benim namaz kılmadığıma bakmayın, namaz kılmıyorum ama kalbim temiz, demesi
buraya cuk oturacak bir misal olarak verilebilir. Allahu Teâla namazı emrediyor
ama esnek Müslüman zihni; kalbin temiz olması durumunu namaz kılmak emrinin
önüne geçiriyor. Daha doğrusu böyle bir şeyin doğru olduğunu, doğrudan öte bir
hakikat olduğunu vehmediyor. Çünkü kalbin temizliğini mikyas edecek bir
aletimiz yok. Kalbim temiz diyenin sözüne itibar etmek zorundayız ön kabulünden
hareketle böyle bir cümleye muhatap oluyoruz.
Allaha imanın tevhid üzere olması
bir mecburiyet. İmanın ardından ise salih amel geliyor. Yani ibadet. İbadetin
ise ihlas üzere olması gerekiyor. İman ve ihlas kelimeleri kalbin amelidir; bu
sebeple bir ölçüye tabi tutulamaz. Kul ile Allah arasında gerçekleşen bir
durum. Evet imanın tevhid üzere olması, ibadetlerin ihlas üzere olması hiçbir
kulun bilemeyeceği durumlar olması hasebiyle hiç kimseye ihlasının derecesini
sorma hakkımız yoktur. Bu tür sorular kulun kula soracağı sorular değil; Allah’ın
kula soracağı sorular arasındadır. Biz ise zahire göre hüküm veririz. Geriye
bizim mikyas olarak kullanacağımız bir alan kalıyor o da muamelat alanıdır.
Kısaca biz buna ahlak diyoruz.
Ahlaklı olmak, doğru söylemek,
dürüst olmak, zulme rıza göstermemek ve hakikatin yılmaz savunucusu olmak işte
bizim için en değerli eylemler bunlar. Yazının başlığına tekrar dönersek doğru
oturup doğru konuşalım. Hakikatin yanında yer alalım. Hakikatin ise hiçbir
kimsenin ve kliğin tekelinde olmadığını biliyorum. “Size iki şey bırakıyorum.
Bunlar Allah’ın kitabı ve benim sünnetimdir.”