24 Mayıs 2017 Çarşamba

MAZİDE KALAN BAHÇELER -Elma Dersem Çık-


Çocukların ulaşamayacağı yerlere saklayarak hüzünlerimi susuyorum. Gümüşhane’yi gölgelendiren elma bahçelerinden eser yok şimdi. Şehirleşmenin yuttuğu bahçeler birkaç fotoğrafta o eski günlerin hatırasını yaşatıyor. Gri bir hüzün dokunuyor cidarlarıma, kimsesiz, yetim bir hüzün… Acılar bazen ışıksız bir kafese kilitler kendini anahtarları anılarda kalan bir kafese. Böyle bir haleti ruhiye içerisinde mazinin elma bahçelerini yâd ediyorum.
Şimdi ciğerlerim çocukluk yıllarımda içine çektiği o kokuyu özlediğini söylüyor, yazık ki, o koku artık yok bu şehirde… Elma bahçelerinin kokusu. Bir melal dolaşıyor damarlarımda. Büyümek mi kedere saldı bizi yoksa kederler mi büyüttü bilemiyorum. Birey olarak, toplum olarak modernizme karşı durma şansımız olmadı, olamazdı. Mazinin hatıraları gam bulutu üzerimizde.
Zaman hızla akıyor, hızlı ve baş döndürücü bir şekilde akan da bizatihi hayatın ta kendisi… Zaman hayatımızı ve elma bahçelerini yutan kara delik gibi. Bu geçen zaman içerisinde çok şey kaybettik. En kötüsü mazide yaşayan elma bahçeleriyle anılan Gümüşhane’yi kaybettik. Düşlere sirayet eden binlerce korku. Ayağımızın altından kayan zemin. Gözlerimizden süzülen bir şehir.
Günler boyu rakseden umutlar üzerine kurulmuş bir hayatı yaşarken elma bahçeleri arasında zamanın bu kadar çabuk akıp gideceğini düşünemezdik. Elma bahçelerinin sakladığı anılar, elma ağaçlarının şahit olduğu aşklar, hepsi kesilip yok oldu, bahçeler beton kulelere dönüştü. Elma ağaçlarının altında saklambaç oynarken yumduk gözlerimizi sağım solum sobe deyip gözlerimizi açtığımızda bir kabustu yaşadığımız. ‘Elma dersem çık, armut dersem çıkma’ nidaları arasında bahçelerden beton heyulalar yükselmişti. Cellât beton, elma bahçelerini tam on ikiden vurdu.
Cennette tuba ağacı neyse Gümüşhane’de elma ağacı o idi. Ama kalmadı, yoktu işte yana yakıla, pürtelâş aradığımız o elma ağaçları, mazinin tozlu raflarında kaybolmuş, hepsi uçup gitmişti. İşte böyle... Düşlerimize tutunmamıza yardım eden, dallarında düş ve gerçeğin dans ettiği, o elma ağaçlarının küllerini bile bulmak zor. Hani o tekerlemedeki gibi “yandı bitti kül oldu.” Bir zamanlar sokağımızda, evimizin bahçesinde, Gümüşhane’nin her tarafındaki bu ağaçlar bu gün artık düşlerimizde. Düşler başka iklimlerin hayal ülkesi... 
Elma ağaçları zaman içinde Gümüşhanelilerin düşlerinde, hayallerinde bir efsaneye dönüşecek.  Bir Zümrüdüanka kuşu gibi bir ağacı yalnızca düşte yaşatıp, gerçeğini hayal bile ettiremeyecek bir zamanı yaşatacak bize bu süreç. Düşsüz bir kent, çaldığı rollerin ezberine sığındıkça kimliğinden uzaklaşıp yabani bir rüzgar üfürecek yüzümüze. Şehre giren rüzgar sallayacak elma dalları, dokunacak dut yaprakları bulamayınca tozu toprağı yüzümüze çarparak intikam alacak bizden.
Oysa kuşları misafir edemeyen sokaklar ağaçsızlığını sorgularken; sokağı anlamayan insan, anlayamama nedenini sorgulamayacak bile. Her düşsüz kalışında bir yıldız daha kayar şehrin göğünden. Birer birer göçer dut ve elma ağaçları, sessizce çekilir bütün kuşlar ve sadece gri bir kent kalır. Bir dala konamayan kuşların çığlıkları omuzlarımıza ne ağır yük yüklüyor. Sokakların kuş cıvıltılarına hasret kaldığı demlerde kargaların kılavuzluğundan başka ne beklenir ki? 
Hiçbir şey elma çiçeği kokusu sinmiş bir hatıralar kadar mutlu hissettiremiyor kendini. Betonlar arasında yaşlanırken bağıra bağıra susuyorum… Güzel şehir, yüzyıllardır üstümüze uçtu uçacak gibi duran Kuşakkaya’nın gölgesinde elma bahçelerini nasıl bir cellât edasıyla yok ettin. Kokusuyla bizi mest eden elmalar, ayvalar… Dallarından gelen sesi dinliyorum elma ağacı; kaç vedayı daha ağırladın gölgende? Ben gidiyorum, ben düşlerime kaçıyorum. Düş, kollarımızla tutunup, kendimizi yukarı doğru çekip ayaklarımızı yerden kestiğimiz bir elma ağacı dalı gibidir şimdi. Ey mazide kalan dilber, bizi böyle elleri böğründe bekletme. Şu baharın hatırına. Üçler yediler kırklar aşkına. Mazideki ikliminden çık gel. 

Elma dersem çık…

3 Mayıs 2017 Çarşamba

VATANSIZLIK

Aidiyet insanoğlunun sığınaklarından birisidir. Çünkü insan tek başına yaşayamaz. Sadece romanlarda böyle durumlar söz konusudur. Hayy b. Yekzan ve Robinson Crusoe gibi. Aidiyet bir içselleştirme sürecidir, hayatınızın anlam bulduğu ve hatıralarla bir mekânı bir eşyayı bir kişiyi ne kadar kendiniz kılarsanız o kadar aidiyet hisseder o kadar ait olursunuz. Vatan insanoğlunun aidiyetlerinden biridir. Hem de en önemli aidiyetlerinden birisi. Bu yüzden “vatan sevgisi imandandır” diye söylenmiştir.
Eğer yaşadığınız toplum ile yaşadığınız mekân ile ve çevrenizle ilişkileriniz iyi değilse, ruh sağlığınızda bazı sorunların başlayacağından kuşkunuz olmasın. Bunun nedeni sağlığın, huzurun ve hayattan keyif almanın temel belirleyicilerinden birinin de sosyal çevre ve bu çevreyle kurulan “aidiyet duygusu” olmasıdır. 
Konuyu bağlayacağımız yer şurası. 15 Temmuzdan sonra bu vatana ihanet edip aidiyetlerini kaybedenlerin yurtdışına kaçarak kendilerini vatansız bırakmaları. Bu vatansız güruhun ruh sağlığının bozuk olduğunu ispat etmek için misaller vermeye bilmem gerek var mı? Bu güruhun yurtdışında Türkiye aleyhinde en alçakça ve haince tertiplere girdiğini vatan düşmanlarıyla işbirliği yaptığını da basın ve medyadan takip ediyoruz.
Tarihte bunun örnekleri var ve yaşayanlar için başka örnekler de ileride olacaktır. Cem Sultan bunun en bilinen örneklerinden biridir. Fatih Sultan Mehmed’in ölümünden sonra tahta şehzade Bayezid geçti. 29 Temmuz 1482'de Rodos'a giden Cem Sultan, yapılan antlaşma gereğince istediği zaman adadan ayrılacağını düşünüyordu. Ancak şövalyeler buna hiçbir zaman izin vermediler ve Cem Sultan esir hayatı yaşamaya başladı. Cem Sultan daha sonra, Fransa'ya gönderildi.
Cem Sultan'ı kullanmak isteyenlerden birisi de Papa VIII.Innocent'di. Papa, Cem Sultan'ı bahane ederek Osmanlılara karşı bir haçlı seferi düzenlenmesini istiyordu. Ancak bunda başarılı olamayınca Cem Sultan'a Hıristiyan olma teklifinde bulundu. Dramatik bir şekilde gurbette hem vatan hem de evladu ıyal hasretiyle yanarak ebediyet alemine göç eden bedbaht şehzade Cem Sultan’ın hayatı bizim için bir ibret vesikasıdır.
Cem Sultan, abisi Sultan İkinci Bayezid'e yazdığı bir şiirinde ona şöyle seslenir:
"Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan,
Ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne"
(Sen gül döşenmiş yatakta neşeyle gülerek yatarken, ben zahmet ve eziyet içinde küle batayım, neden)
Sultan İkinci Bayezid ise ona şöyle cevap verir:
"Çün rüz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdire rıza vermeyesin böyle sebeb ne,
Haccacü'l-Haremeynüm deyüben da'va kılarsun,
Ya saltanat-i dünyeviye bunca taleb ne"
(Bize ezelden saltanat kısmet imiş, sen ise kadere rıza göstermedin buna sebep ne, Hacca gittin kendini temizlemek davasına düştün, peki dünya saltanatı için bunca hırs niye)

Özetle söyleyeceğimiz bu vatanla gönül bağını kesenlerin nasıl bir sonla karşılaştıklarını tarih yazmaktadır. Bunun dışında bu gün bile başka devletlerle gönül bağı kuran kafilelerle gidip biat eden hainler az değildir.


Tarih tekerrürden ibaret derler. Bu vatana hainlik niyeti olanlar buradan bir ders çıkarabilir mi?