1 Aralık 2021 Çarşamba

BU YAZININ AKLI BİR KARIŞ HAVADA

 Batı barbarizminin sömürüyü perdeleme aracı, demokrasi denen adı var kendi yok yönetim şekli truva atını içimize soktuğundan beri başımızda esen kavak yelleri kendimize gelmemize hep engel oldu. Aklımız bir karış havada mıydı yoksa bir karış mıydı? Bir türlü kullanılma kılavuzlarını yırtıp atamadığımız için hep arayışlar içinde olan kendini aydınlatamayan aydınlarımız sürekli şunun peşinde koştular: Batıda var mı?

Sanayi devriminden sonra gönül verdiğimiz ol dilber ‘yar beni bırakmış el ilen oynar’ türküsü eşliğinde bize yüzünü göstermezken ellerle aşna fişna makamında soneler bestelerken biz o görünmez, iksir içmiş dilberin arayışındaydık.  Halkın kendi kendini idaresi gibi muğlak ve muğlak olduğu kadar paradoks içeren bu totemin Afganistan, İran veya başka bir ülkede kendi kendini yönetme hakkı ancak silahlarla susturulan halkların zenginliklerini çalma aracı olarak kullanılıyordu.

Batı barbarizmi için kendilerinin dışındakiler; yani ötekiler değersizden öte bir hiçti. Bir varil petrol için ötekinin kanının akmasının hiçbir mahsuru da yoktu. Çılgın uygarlığın doymak bilmeyen tepegöz canavarı daha’nın peşinde at koşturuyordu. Batının iştahını dindirmek için batı dışı coğrafyada akan kan daha da vahşi hale getiriyordu bu vampiri.

Sanayileşmenin kaçınılmaz faturası bize kesilmişti. Onlar müreffeh bir halde yaşayacaklar biz onların sırça saraylarına mutluluk taşıyan köleler olarak kendimizi kutsal bir işi yapıyor zannedecektik. Köleliğimizi kabul etmiştik ama bu yetmiyordu yedi nesil sonrasının da köle olması için hesap üstüne hesap yapıyorlardı. Nitekim batıdaki hesap doğuya uymadı. Anadolu kendine geldi. Göğün delinmesi, iklim değişikliği, göçmen krizi, toprağın kuraklaşması, buzulların çözülmesi, salgınlar… Birisi çıkıp peydahladığınız piç’e sahip çıkın makamında hicviyeler dizdiğinde onlar cami avlusuna bırakmayı yeğlediler. Dünyanın beşibiryerdelerine parmak uzatıp ‘dünya beşten büyüktür’ diyebilecek bir başıbozuğu anlayacak izanı bulmadığımız gibi ona sahip olacak vicdanı da kaybetmiş ve batı bulvarlarında aramaya çıkmıştık.

Bu minval üzre günler geceler geçerken Türkiye hem batı hem de doğu cephesinden taciz seanslarına tabi tutuluyor. On büyükelçinin zırvası, Yunanistan’ın mahalleden kabadayı toplaması, Van’da derdest edilen İran ajanları ve paketlenen İsrail ajanları, nasıl bir kuşatma altında olduğumuzun ve bu sıkıntılı durumların bizi daha bir kendimize getirdiğinin farkına vardık elbette. Farkı fark edemeyen bir güruhtan da bahis açılabilir. Ol mahiler ki derya içre deryayı bilmezler. Hadi buna cehaletin masumiyeti diyelim. Ancak Anadolu coğrafyasının binlerce yıllık katmerli yapısında ihanet kontenjanlarının dolu olduğunu bilmemek elbette ayıp.

Kötü komşu kişiyi mal sahibi edermiş. F16, F35 ve benzeri problemleri böyle değerlendirmek gerek. Artık kendi göbeğimizi kendimiz kesiyoruz. Geldiğimiz nokta üç noktadan ibaret… Geleceğe dair beklentilerimizden öte projelerimizin olması hem sevincimizi hem umudumuzu artırıyor. Kısaca programın adı: arkası yarın.

Uzun zamandır gündemden uzak kalmanın sonucu biriken malzemeden oluşan bu yazının biraz kafa karıştıran mizahi tarafını hoş görecek okuyuculara bir merhaba niteliğinde olması temennisiyle hem kendim için hem de ülkem için vira Bismillah.

ÖNEMSİZ ŞEYLER YAZIYORUM

Değer verdiğiniz şeyler aslında sizin değerinizi belirler. Neyin değerli neyin değerli olmadığı değerimizin olup olmaması kadar önemlidir.

Kelimeler, derin iç düşüncelerin kendilerinde bıraktığı korkunç kesafeti, ancak çok dikkatli bir tetkik neticesinde açığa vururlar; kelimelerin yüreğimin yükünü taşıyamadığını düşünürüm hep.

Mehmet Akif Ersoy kalbimize tercüman oluyor:

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; 
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! 

Kelimeler ne pitoresk, ne de doğrudan doğruya dokunaklı oluşları ile değil, kendisine yüklenen anlamlar sayesinde değer kazanır. Yazıyı üstünkörü okuyan okuyucu yazının derinliğinden bir şey anlamaz. Onun için yazı beyaz üzerinde biraz siyah lekeden başka bir şey değildir.

Yaygın söylem şudur:  “her şey söylenmiş” dir. Böyle olunca binlerce yıldan fazla bir zamandır yaşayan ve düşünen insanlardan sonra dünyaya gelmekte geç kalmış oluyoruz. Renan der ki: “Hür olarak düşünebilmek için yazılan şeyin bir sonuca varmayacağından emin olmak lâzımdır.”

Günümüzde yazdıklarının değerine güvenen yazar az bulunur. Edebiyatın haysiyetini koruyarak yazmak kolay bir iş değildir. Ancak Renan gibi bir sonuca varmayacağını da bilerek yazmak en iyisi. Birde bizden akıldanelik beklemeyin. Kimseye verecek aklımız yok. Ayrıca bizim başkalarından akıllı olduğumuza kim karar veriyor ki. Bu yüzden önemsiz şeyler yazıyorum:

Mesela bu sezon hangi takımın şampiyon olacağı bir kardelenin açması kadar önemli değildir benim için. Borsanın yükselmesi ve alçalması bir kelebek kadar çekmez ilgimi. Yuro dolar paritesi ilgilendirmez beni bir gülün kokusu kadar. Beş yıldızlı bir otelde yatmaktansa bir gürgen ağacının altına uzanıp yaprakların arasından göğün maviliğini seyretmek daha haz vericidir benim için…

Sanayi endeksi bir kasımpatının açmasından daha ilginç gelmez bana. İsten simsiyah olmuş, katranlanmış bir demlikten dağlara bakarak çay içmek bana zevk verdiği kadar en lüks mekânlarda kapiçino içmek zevk vermez. Market fiyatlarına değil; ülkenin huzuruna odaklanırım.

Bilmem hangi televizyonun ekran yüzüyle oturup anlı şanlı laflar etmektense dağ başında bir çobanla oturup iki lafın belini kırmayı yeğlerim. Boğazdaki yalıya dağdaki bir kulübeyi tercih ederim. Kısaca çılgın modernliğe, huzurlu ilkelliği tercih ederim.

Bu sebeple önemsiz şeyler yazıyorum.

Aslında ilkellik denilen şeyin huzura tekabül ettiğini düşünüyorum bile.

Kalabalıklardan sıkılıyorum, inzivayı seviyorum. Çünkü ruh tevhide aşinadır. Kesretten sıkılır.