Sahiplik duygusu insan için bir
zindandır, çıkmazdır. İnsan kendi vücudunun sahibi olduğunu sanır. Hâlbuki
vücut bir vediadır, yani emanet. Akıl da öyle, sağlık da öyle… Eğer akıl senin
olsaydı onu kaybetmek istemezdin. Can da öyle. Nihayetinde hepsini
kaybediyoruz. Neyin sahibi olduğumuz konusunda müthiş yanılgılarımız var.
Çocukken kendime sorduğum ve
cevabını bir türlü bulamadığım bir soru ya da sorular yığını vardı. Benim
kalbim, benim kafam, benim ruhum, benim gönlüm, benim nefsim, benim bedenim…
Benim, benim, benim… Öyleyse ‘ben’ nerede? Benim için hâlâ cevabı meçhul.
Ortada ben olmadığına göre ben’e bir şey izafe etmek yanlış.
Ben, insanın kendine özgü ruhsal
ve bedensel bütünlüğünün ve bunun zihinsel algılanışının genel ve soyut
adı. ‘Ben’ kelimesi insanın kendisini öncelemesi, kendini öne çıkarması,
egoist davranmasının bir işareti. Mümeyyiz olma durumu. Bu durum kişi nefsini
ön plana çıkardığı gibi, sahiplik duygusunu da kabartır. Sahiplik ise iktidar
olma arzusunu… İktidar olduğumuz zehabına kapıldığımız an muktedir olduğumuz
duygusu bizi etkisi altına alır. Muktedir olduğumuz düşüncesine bağlı olarak
kendimizi üstün olarak kabul ederiz. Kısaca kendimize önem atfederiz, kendimizi
diğer insanlardan farklı görürüz. Hâlbuki biz de diğer insanlar gibi bir
insanız. Ben duygusunu öne çıkaran bu haleti ruhiye’ye egoizim yada bencillik
diyoruz.
İnsan olarak varlık alemiyle çok
kompleks ilişkilerimiz var. İnsan eşya ile bağlantı içinde. İşte bu ilişki
durumu bizim insanî tarafımızı belirliyor. Eşyaya sahiplik duygumuzdaki
aşırılık bizi insani özelliklerimizden uzaklaştırıp sıradanlaştırıyor,
‘şey’leştiriyor. (Burada ‘şey’ kelimesinin eşya kelimesinin tekili olduğunu
söylemeliyim.)
Tarihî bir örnekle açalım.
Leyla’ya aşırı şekilde bağlanan Kays’a “Mecnûn” diyoruz. Aşırı bağlılığın,
taparcasına itaatkâr olmanın, odaklaşmanın sonucu. Leyla bir insan; eşya değil.
Bir insanın eşyaya aşırı bağlanmasını, sahiplik iddia etmesini nasıl
değerlendirebiliriz. Aslında biz deliye deli dememizin illetini kavramış
değiliz. Her birimizin birer deli olduğunun farkında değiliz. Mecnun da
öyleydi. Kendi aklımıza da sahiplik ve aşırı bağlılıktan dolayı kendimizi
dünyanın en akıllı insanı kabul etmiyor muyuz!
İslam tefekküründe Allahın zatı
dışındaki her şeye ‘masiva’ diyoruz. “Akla hayale gelen, düşünülen, görülen her
şey mâsivâdır,” diyor İmâm-ı Rabbânî. Şöyle devam ediyor: Bize ve size her
şeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahu Teâlâ’dan başka şeylerin hepsinden
kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete erebilmesi için, Hak Teâlâ’dan başka hiçbir
şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbir şeyin geçmemesi için de
mâsivâyı unutmak lâzımdır. Bunları unutmağa fenâ denir.
Sahiplik duygusu insan için bir
zindan, modern çağ insanı bu zindan içinde şaşkın bir halde, sahip olduğu zannı
ile eşyanın kölesi durumunda. Köleler efendilerine benzerler. Eşyaya köle olan
insan da eşyaya benzeşir, yani ‘şey’leşir.
Ey dil ey dil niye bu rütbede pürgamsın sen
Gerçi virane isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-ferma-yi melek zat-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akvamsın sen
Ruhsun nefha-i Cibril ile tev'emsin sen
Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan ademsin sen
“Ey gönül, ey gönül! Neden bu
makamda üzgünsün? Gerçi yıkık, dökük, viranesin ama tılsımlı bir definesin.
Meleklere secde etmeleri buyurulan saygı değer bir varlıksın. Bildiğin gibi
değil, sen bütün varlıklardan daha üstünsün. Ruhsun. Cebrail'in nefesiyle
ikizsin. Kendine hoşça bak; sen âlemin özüsün. Bütün yaratıkların gözbebeği
olan insansın sen.” diyor Şeyh Galib
Kısaca biz eşyalaşan insanı
değil; eşyaya hükmeden insanı arıyoruz. İnsan dediğimiz de el-insan olan insan;
yani insan-ı kâmil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder