Doğduğumuz andan itibaren, içinde bulunduğumuz toplum (ebeveynlerimiz,
akrabalar, din ve devlet adamları) bir takım öğretiler, kurallar, çoğu zamanda
dayatmayla bazen aktif, bazen de pasif bir şekilde bize neyin iyi, nelerin
kötü, hangisinin doğru veya yanlış olduğunu kimlere veya nelere inanmamız ve
inanmamız gerektiği vb konularda bize sınırlar çizer; bizi biz yapan
inançlarımızın şeklini ve kişiliğimizi belirlemeye çalışırlar. Çoğunlukla bunda
da başarılı olurlar.
Adına ne dersek diyelim
yaşadığımız dönemdeki resmi prosedür de aynı şekilde işledi. Hepimiz aynı
okullarda aynı müfredatları okuyarak büyüdük. Hepimiz bu sistemin ürünüyüz.
Bazı üretim hataları çıksa da hepimizin birleştiği noktalar aynı. Bizim
yetiştiğimiz kültürde devlet kutsanıyor mesela. Bireyin çok değeri yoktur
bizde.
İkinci Mahmut’tan bu yana yüzünü
batıya dönen toplumumuzun yaşadığı sıkıntılar belki de başka toplumlarda
olmayacak cinsten. Maalesef bireyi arka plana atarak kurumları ve devleti
önceleyen bir sitemin tezgâhlarında dokunduk biz. Osmanlının kuruluş
felsefesindeki bireyi yaşat ki devlet yaşasın düsturundan oldukça uzak bir
mecrada ilerledi tarihimiz.
Sistem insanını aşağılarken,
insanı ikinci plana iterken kendisine muhalif olanları da şekillendirdi
aslında. Kendisini muhalif olarak konumlayan da sistemin çarklarında bir dişli
vazifesi görüyor. Geniş perspektiften baktığımızda sistemin hem muhalif olana,
hem de yandaş olana eşsiz zulümler reva gördüğünün farkında olabiliyoruz.
Farkındalık bir seviyedir; ancak muhalif olarak gördüğümüz insanlar daha çok bu
sistemin savunucuları. Muhalifliğini bir temele dayandıranlara ise hayat hakkı
tanınmıyor.
Yönetmenliğini Carmen Losmann’ın
yaptığı “Öğün, Çalış, Güven” (Work Hard, Play Hard) adlı belgeselde, Batı
hizmet toplumunun George Orwell’in hayal ettiği karanlık bir geleceğe nasıl
ilerlediği gösteriliyor.
Lossman ilk uzun metrajlı
belgeselinde, “Yetenek yönetimi”, “kültürel dönüşüm”, “güven temelli” gibi ilk
başta çalışanın iyiliğine yönelik gibi gözüken kavramların, film ilerledikçe
insanın aleyhine veriler olarak nasıl kullanıldığını gösteriyor.
Bu belgeselden hareketle şunu
söyleyebiliriz: Batı toplumundaki bazı aydınlar gidişatın iyi olmadığını
gördüler. Bu konuda ayakları yere basan analizler de yapıyorlar. Kısaca
sistemin iyi gitmediğini, demokrasinin de insanı mutlu etmeye yetmediğini üst
perdeden dile getiriyorlar.
Foulcault’a göre toplumu var eden
sistemler, insan zihninin dışa ittiği sınırlardır. Aklın başladığı sınır,
deliliktir. Bu bağlamda ona göre aklın sınırını deliler çizer.
Bu alıntılarla kafa karışıklığı
hedeflemiyorum. Kendi düşüncemi net olarak söylemek istersem: Ben insanı
sınırlayacak sitemin Onun yaratıcısı dışında hiçbir kimsenin hakkı olmadığını
düşünüyorum. Benden önce yaşayan insanların bana sınır koymasını, benim de
benden sonra yaşayacak insanlar için hudut koymamı hak ve hukukla bağdaştıramıyorum.
Batı sisteminin üretim hataları
belki bizim için umut kaynağı olabilir. Yüzünü batıya dönmüş olan toplumumuzun
aydınları batıdaki üretim hatalarını örnek alarak yeni bakış açıları
geliştirebilirse buradan hayırlı bir sonuç çıkabilir diye umut ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder