25 Şubat 2017 Cumartesi

ÜRETİM HATALARI

Doğduğumuz andan itibaren,  içinde bulunduğumuz toplum (ebeveynlerimiz, akrabalar, din ve devlet adamları) bir takım öğretiler, kurallar, çoğu zamanda dayatmayla bazen aktif, bazen de pasif bir şekilde bize neyin iyi, nelerin kötü, hangisinin doğru veya yanlış olduğunu kimlere veya nelere inanmamız ve inanmamız gerektiği vb konularda bize sınırlar çizer; bizi biz yapan inançlarımızın şeklini ve kişiliğimizi belirlemeye çalışırlar. Çoğunlukla bunda da başarılı olurlar.
Adına ne dersek diyelim yaşadığımız dönemdeki resmi prosedür de aynı şekilde işledi. Hepimiz aynı okullarda aynı müfredatları okuyarak büyüdük. Hepimiz bu sistemin ürünüyüz. Bazı üretim hataları çıksa da hepimizin birleştiği noktalar aynı. Bizim yetiştiğimiz kültürde devlet kutsanıyor mesela. Bireyin çok değeri yoktur bizde.
İkinci Mahmut’tan bu yana yüzünü batıya dönen toplumumuzun yaşadığı sıkıntılar belki de başka toplumlarda olmayacak cinsten. Maalesef bireyi arka plana atarak kurumları ve devleti önceleyen bir sitemin tezgâhlarında dokunduk biz. Osmanlının kuruluş felsefesindeki bireyi yaşat ki devlet yaşasın düsturundan oldukça uzak bir mecrada ilerledi tarihimiz.
Sistem insanını aşağılarken, insanı ikinci plana iterken kendisine muhalif olanları da şekillendirdi aslında. Kendisini muhalif olarak konumlayan da sistemin çarklarında bir dişli vazifesi görüyor. Geniş perspektiften baktığımızda sistemin hem muhalif olana, hem de yandaş olana eşsiz zulümler reva gördüğünün farkında olabiliyoruz. Farkındalık bir seviyedir; ancak muhalif olarak gördüğümüz insanlar daha çok bu sistemin savunucuları. Muhalifliğini bir temele dayandıranlara ise hayat hakkı tanınmıyor.
Yönetmenliğini Carmen Losmann’ın yaptığı “Öğün, Çalış, Güven” (Work Hard, Play Hard) adlı belgeselde, Batı hizmet toplumunun George Orwell’in hayal ettiği karanlık bir geleceğe nasıl ilerlediği gösteriliyor.
Lossman ilk uzun metrajlı belgeselinde, “Yetenek yönetimi”, “kültürel dönüşüm”, “güven temelli” gibi ilk başta çalışanın iyiliğine yönelik gibi gözüken kavramların, film ilerledikçe insanın aleyhine veriler olarak nasıl kullanıldığını gösteriyor.
Bu belgeselden hareketle şunu söyleyebiliriz: Batı toplumundaki bazı aydınlar gidişatın iyi olmadığını gördüler. Bu konuda ayakları yere basan analizler de yapıyorlar. Kısaca sistemin iyi gitmediğini, demokrasinin de insanı mutlu etmeye yetmediğini üst perdeden dile getiriyorlar.
Foulcault’a göre toplumu var eden sistemler, insan zihninin dışa ittiği sınırlardır. Aklın başladığı sınır, deliliktir. Bu bağlamda ona göre aklın sınırını deliler çizer.
Bu alıntılarla kafa karışıklığı hedeflemiyorum. Kendi düşüncemi net olarak söylemek istersem: Ben insanı sınırlayacak sitemin Onun yaratıcısı dışında hiçbir kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum. Benden önce yaşayan insanların bana sınır koymasını, benim de benden sonra yaşayacak insanlar için hudut koymamı hak ve hukukla bağdaştıramıyorum.

Batı sisteminin üretim hataları belki bizim için umut kaynağı olabilir. Yüzünü batıya dönmüş olan toplumumuzun aydınları batıdaki üretim hatalarını örnek alarak yeni bakış açıları geliştirebilirse buradan hayırlı bir sonuç çıkabilir diye umut ediyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder