Çok sessiz,
mütevazı bir şehir düşünün yüce dağların arasında otağını kurmuş, üzerinde
gariplik çökmüş ya da garip bir terkedilmişlik olan bir şehir. Bir şehir ister
metropol olsun isterse kasaba sonuçta bütün şehirler birbirine benzer. Zaman
zaman ruhumun sıkıldığını hisseder ve şöyle derim kendime “dağlara varıp
inzivaya çakilsem.” Hayatın buna müsaade etmiyeceğini bile bile…
Zigana
Dağlarının hırçınlığını da, sükûnetini de çocukluk hatıralarıma nakşetmişim.
Onun için dağ sevdasına yenik düştüğümü söylemeliyim. Büyük dağların yanıbaşımda
duranlar olmadığını öğrenmek için çocukluğumun efsunlu günlerinden sıyrılmam
gerekirdi. “İnsan her gün bir yaprak
çevirir hayattan” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca. Yayladan baktığımda görünen karlı
dağlar ki (Abdal Musa Tepesi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim) dünyamın en
yüksek dağları onlardı. Halbu ki dünyada ne yüksek dağlar varmış.
Masal
kahramanları ve dağlar bende hep iç içe geçmiştir. Her masal kahramanının
hükümran olduğu bir dağ ve her dağın sahip olduğu bir masal kahramanı vardır.
Dağ varsa orada mutlaka efsanevi bir kahraman vardır, en azından mezarı vardır.
Muhayyilemde dağlar hep böyle yer etmiştir. Bizim göremediğimiz, sadece
dağlarla konuşan hayali kahramanlar. Bu yüzden “zamanda yolculuk” konulu
filmlere karşı garip bir ilgim var. Zamanda yolculuk edipte dağların
kahramanlarının dilini öğrenip onlarla konuşmak mümkün olur mu?
Dağ insana, insan dağa benzer. Bulutların gözyaşlarını emdikçe büyüyen, büyüdükçe içindeki
acıyı büyüten dağların, elemleri damıtıp içinde büyüten insandan ne farkı var. Ha
bir insanın gönlüne girmişsin, ha bir dağa tırmanmışsın. Tatlı bir ıstırabın memesini emen dağlar karşılığını kekik, sümbül,
şakayık, maranda reyhası olarak geri verir bize. Kekik kokup şakayık açan
dağlar. Başına bulutları yastık yapan dağlar.
Peygamber Efendimizin Uhud Dağı için
söylediği şu hadisi şerif bize birşeyler anlatmak ister elbette: “Uhud bir
dağdır ama o bizi sever, biz onu severiz.” Dağları sevmek peygamber sünneti
değil midir? Hira, Tur-i Sina birer dağ değil midir?
Ahmet Süreyya DURNA şöyle der bir şiirinde:
Çıkarda heybetli doruklarına
Dağlara söylerim türkülerimi.
Aldırmadan boranına/karına
Dağlara söylerim türkülerimi.
Dağlara söylerim türkülerimi.
Aldırmadan boranına/karına
Dağlara söylerim türkülerimi.
Nice türküler yakmışızdır dağlar üstüne.
Dağlar gam ortağımızdır bizim. Yüce dağ başında yatmış uyumuştur sevdiğimiz. ‘Aşan
bilir karlı dağın ardını’ demiş ve aşmaya çalışmışızdır dağları. Hayatımızın
bir parçası olmuştur dağlar hep. Dağlara
düşünce cemre kim tutabilir bizi. Çocukluğumuz dağlarda geçmiş, dağlarla
beraber büyümüşüz ve içimizde dağları büyütmüşüz büyürken. Biz dağların
çocuklarıyız. Dağların
kalbi olmak, şehirlinin zor tarafı. Dağlarda samanyolunu seyre dalmak geceleri.
Gün boyu yüreğimde dolaşan sesler,
dağların sesi, rüzgarın sesi, kuşların sesi… Daha doğrusu içimin sesi.
Derin bir iç
çekiş kalır dağlardan geriye… Karın beyaza bürüdüğü dağlarda masumuyet. Bu
uçsuz bucaksız beyazlıkta kimsesiz kalmış ayak izleri, öksüz, yetim… Bunları
yalnız bırakmak olur mu? Kar dağları beyaza boyarken içimizi de kirlerden
temizliyordur kimbilir. Şehrin havakirliliğinden, katrani duygularından…
Temiz havayı teneffüs ettikçe, çektikçe
içimize dağ havasını, dağ kokar. Dağlara şöyle seslenirim her zaman: Nereye gidiyorsanız beni de götürün. Siz nereye ben oraya.
Sizinle beraber yaşadığım yalnızlığı seviyorum... Hayat dağlarda
derin bir sessizliktir. Hele kışın daha da bir sessiz olur dağlar. Sadece kar
sesi. Bir münzevi için bulunmayacak fırsattır bu. Onun için ben en çok dağlara benzerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder