23 Nisan 2017 Pazar

BEN EN ÇOK DAĞLARA BENZERİM

Çok sessiz, mütevazı bir şehir düşünün yüce dağların arasında otağını kurmuş, üzerinde gariplik çökmüş ya da garip bir terkedilmişlik olan bir şehir. Bir şehir ister metropol olsun isterse kasaba sonuçta bütün şehirler birbirine benzer. Zaman zaman ruhumun sıkıldığını hisseder ve şöyle derim kendime “dağlara varıp inzivaya çakilsem.” Hayatın buna müsaade etmiyeceğini bile bile…

Zigana Dağlarının hırçınlığını da, sükûnetini de çocukluk hatıralarıma nakşetmişim. Onun için dağ sevdasına yenik düştüğümü söylemeliyim. Büyük dağların yanıbaşımda duranlar olmadığını öğrenmek için çocukluğumun efsunlu günlerinden sıyrılmam gerekirdi.  “İnsan her gün bir yaprak çevirir hayattan” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca. Yayladan baktığımda görünen karlı dağlar ki (Abdal Musa Tepesi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim) dünyamın en yüksek dağları onlardı. Halbu ki dünyada ne yüksek dağlar varmış.

Masal kahramanları ve dağlar bende hep iç içe geçmiştir. Her masal kahramanının hükümran olduğu bir dağ ve her dağın sahip olduğu bir masal kahramanı vardır. Dağ varsa orada mutlaka efsanevi bir kahraman vardır, en azından mezarı vardır. Muhayyilemde dağlar hep böyle yer etmiştir. Bizim göremediğimiz, sadece dağlarla konuşan hayali kahramanlar. Bu yüzden “zamanda yolculuk” konulu filmlere karşı garip bir ilgim var. Zamanda yolculuk edipte dağların kahramanlarının dilini öğrenip onlarla konuşmak mümkün olur mu?

Dağ insana, insan dağa benzer. Bulutların gözyaşlarını emdikçe büyüyen, büyüdükçe içindeki acıyı büyüten dağların, elemleri damıtıp içinde büyüten insandan ne farkı var. Ha bir insanın gönlüne girmişsin, ha bir dağa tırmanmışsın. Tatlı bir ıstırabın memesini emen dağlar karşılığını kekik, sümbül, şakayık, maranda reyhası olarak geri verir bize. Kekik kokup şakayık açan dağlar. Başına bulutları yastık yapan dağlar.

Peygamber Efendimizin Uhud Dağı için söylediği şu hadisi şerif bize birşeyler anlatmak ister elbette: “Uhud bir dağdır ama o bizi sever, biz onu severiz.” Dağları sevmek peygamber sünneti değil midir? Hira, Tur-i Sina birer dağ değil midir?

Ahmet Süreyya DURNA şöyle der bir şiirinde:

Çıkarda heybetli doruklarına
Dağlara söylerim türkülerimi.
Aldırmadan boranına/karına
Dağlara söylerim türkülerimi.

Nice türküler yakmışızdır dağlar üstüne. Dağlar gam ortağımızdır bizim. Yüce dağ başında yatmış uyumuştur sevdiğimiz. ‘Aşan bilir karlı dağın ardını’ demiş ve aşmaya çalışmışızdır dağları. Hayatımızın bir parçası olmuştur dağlar hep. Dağlara düşünce cemre kim tutabilir bizi. Çocukluğumuz dağlarda geçmiş, dağlarla beraber büyümüşüz ve içimizde dağları büyütmüşüz büyürken. Biz dağların çocuklarıyız. Dağların kalbi olmak, şehirlinin zor tarafı. Dağlarda samanyolunu seyre dalmak geceleri. Gün boyu yüreğimde dolaşan sesler, dağların sesi, rüzgarın sesi, kuşların sesi… Daha doğrusu içimin sesi.

Derin bir iç çekiş kalır dağlardan geriye… Karın beyaza bürüdüğü dağlarda masumuyet. Bu uçsuz bucaksız beyazlıkta kimsesiz kalmış ayak izleri, öksüz, yetim… Bunları yalnız bırakmak olur mu? Kar dağları beyaza boyarken içimizi de kirlerden temizliyordur kimbilir. Şehrin havakirliliğinden, katrani duygularından…


Temiz havayı teneffüs ettikçe, çektikçe içimize dağ havasını, dağ kokar. Dağlara şöyle seslenirim her zaman: Nereye gidiyorsanız beni de götürün. Siz nereye ben oraya. Sizinle beraber yaşadığım yalnızlığı seviyorum... Hayat dağlarda derin bir sessizliktir. Hele kışın daha da bir sessiz olur dağlar. Sadece kar sesi. Bir münzevi için bulunmayacak fırsattır bu. Onun için ben en çok dağlara benzerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder