22 Ekim 2018 Pazartesi

NE ARIYORUZ?


Can konağını aramadaysan, cansın;
Bir lokma ekmek arıyorsan ekmeksin,
Bir damla su arıyorsan susun,
Zulmün peşindeysen zalimsin,
Aşkı arıyorsan aşıksın,
Gönlün neye kapılmışsa O’sun sen.
Şu nükteyi biliyorsan, işi biliyorsun demektir:
Neyi arıyorsan O’sun sen. (Mevlana)
İnsan neyi ararsa, onu bulur. Ne demişler; “arayan Mevlasını da bulur, belasını da.” Bu sebeple insan aradıklarında saklıdır. Zulmün peşindeysen zalimsin, aşkı arıyorsan aşık...

Bu konuda Buhari ve Müslim’in ilk rivayet ettikleri hadis şudur: “Rasulullah’ı (s.a.v) işittim buyurdu ki:
“Ameller niyetlere göredir, herkese niyet ettiği vardır, kimin hicreti Allah ve resulü neyse, hicreti Allah ve Resulünedir, kiminde hicreti kazanmak istediği bir dünyalık veya nikahlanmak istediği bir kadın içinse hicreti de hicret ettiği şeyedir”

Bir takımın peşinde misin? Gündeminin tamamını takımının oynadığı oyun mu oluşturuyor? Bir futbolcunun herhangi bir maçta gol kaçırmasına kaçırdığın namazdan çok üzülüyorsan senin önceliğin odur. Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaretken sen hayatını oyunları yorumlamakla geçiriyorsun. Fanatiğim diyorsun. "Rabbinin adını an ve bütün gönlünle O'na yönel." (Mümin, 55) emrini duy.
Politika mı konuşuyorsun kahve sohbetlerinde? Politikanın çok yüzlülüğü seni esir mi almış? Kendi muhasebenden çok politik sonuçların muhasebesini yapıyorsan senin önceliğin budur. Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekin düsturunu yanlış anlamışsın.
Peygamberin dışında bir idolün mü var? Peygamber varislerinin dışında birisine mi hayransın? Bir sanatçıya taparcasına aşık mısın? Rehberin, önderin kim ya da kimler? Bu konuda burhanın yoksa buhranın çok demektir.
Neyi aradığını iyi bil, neye ulaşmak istiyorsun? Masa, kasa ve nisa diye formüle edilen bir hedefin mi var? Yoksa hedefin rızay-ı bari midir?
İlahi uyarı şöyledir:
“Onlara de ki; eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, akrabalarınız, kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasıklar topluluğuna hidayet nasip etmez.” (Tevbe, 24)
Neyi aradığımızı biliyor muyuz? Nasreddin Hoca’ya izafe edilen bir fıkra vardır:
Nasreddin Hoca evde tespihini kaybetmiş. Bakmış ki ev zifiri karanlık, tespihini sokakta aramaya başlamış. Hoca’nın yerde bir şey aradığını görenler:
– Hayırdır Hoca, ne arıyorsun?
– Evde tespihimi kaybettim, onu arıyorum.
– İlahi Hoca, evde neden aramıyorsun?
– Ne yapayım? Orası karanlık!

Necip Fazılın tespitiyle “güneşi ceketinin astarında kaybeden” insanımızı bu fıkradan daha iyi ne anlatabilir.

Biz içimizde kaybettiğimizi dışımızda arıyoruz.

SAVAŞA ÖVGÜ


Savaşın kötü olduğuna dair bir ön kabulümüz var. Tabii ki insan öldürmenin kötü olduğunu kabul etmemek aklı selim için düşünülemeyecek bir davranış biçimidir. Bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olarak kabul edildiği bir medeniyetin mensupları olarak öldürmenin menfur bir fiil olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan merhamet sahibi bir varlıktır, duyarlılığı vardır. Tersinden söylersek merhameti ve duyarlılığı olmayana insan diyemeyiz. Dolayısıyla başkalarına merhamet etmeyen, onların dertleriyle dertlenmeyen, onların acılarını duymayan, elem ve kederlerine ortak olmayan bir insanın insani tarafları törpülenmiş demektir.
Yukarıdaki paragrafta izah etmeye çalıştığımız duyarlılık bir derdi olan insanın duyarlılığıdır. Ya da şöyle söyleyelim böyle bir davranış insanın bir derdi olmasını gerektirir. Derdi olmayanın, insanlığa karşı muhabbet beslemeyen kimselerin diğer insanlara karşı kayıtsız kalması mümkün. Dünyadaki haksızlıklara, hukuksuzluklara, zulme karşı çıkmak; nadiren de olsa savaşmayı gerekli kılıyor.
Savaşmanın kötü olduğuna dair ön kabul bizi diğer insanların zulme uğraması karşısında duyarsızlaştırıyor; dilsiz şeytan mesabesine koyuyor. Savaş kötüdür sloganının arkasına takılanların çağdaş toplumlarla aynı paralelde olmayı marifet sayanların yanılgısı burada başlıyor.
Kendilerini demokrasi havarisi kabul eden ve kerametleri kendilerinden menkul canavarlaşmış milletlerin demokrasi, insan hakları, nükleer silah gibi bahanelerle -ki bu silahların üreticisi onlardan başkası değil- insanları öldürmekte bir beis görmeyen, onların yaşama hakkını elinden alan, çoluk-çocuk, yaşlı kadın ayrımı yapmadan üzerlerine bomba yağdıran ve bunu kendilerinde hak olarak gören zalimlerin olduğu bir dünyada savaş kötüdür sloganları ne kadar anlamsız kalıyor.
Bu anlayış kendilerini üstün ve yönetici konumunda gören dünyanın geri kalanına da kendilerine biçilen rolü oynayan figüranlar olarak bakan sakat bir anlayış. Modern dünyanın demokrasi, insan hakları gibi muğlak terimlerle kendilerinde meşru hak olarak gördükleri başkalarına müdahale etme yetkisini emsal göstererek zalime ve zulme karşı çıkmak gibi daha makul ve insani gerekçelerle savaşa evet demek karşı çıkılacak bir fiil olmamalıdır.
Savaş ki bizim kültürümüzde cihad olarak isimlendirilerek diğer savaşlardan ayrıştırılıp ayrı bir felsefe üzerinden ifa edilir. Cihad dediğimiz eylem derin bir tefekkürdür. Bu bağlamda cihad insani ve ahlaki bir vecibedir. Hatta cihad bir erdemli harekettir. Zalime ve zulme karşı çıkarak, adaleti tesis edecek bir düşünceyle düğüne gider gibi ölüme yürümek insanlık uğruna kendini feda etme erdeminden başka nedir ki? Böyle bir davranışın arkasında derin bir tefekkürün izlerini bulmak mümkün.
“Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide, 32)
İslamiyet insan haklarını ve bilhassa yaşama hakkını kutsal olarak kabul etmiş, haksız yere insan hayatına kast etmeyi, yani adam öldürmeyi büyük günahlardan saymıştır. İslamın beş ana hedefinden biriside insan hayatını korumaktır. Bu, insanın sorumlu olduğu görevlerden birisidir. 

SÖZLÜK OKUR MUSUNUZ?


Zühd diye bir kelimemiz vardı, unutuldu. Bu kelimenin delalet ettiği mana da hayatımızdan silinip gitti. Şimdilerde iki kelime hayatımızın ana mihverini oluşturuyor: Servet ve şehvet. Zühd hayatına bağlı olarak kanaat ve şükür de bizden ıraklara göç eden iki kelime. Servet ve şehvet içlerinde başka bir kelimeyi barındırıyor kanaatime göre: hırs. Hırs, bir şeyi aşırı derecede ve ölçüsüz şekilde istemek olarak tarif ediliyor. Hırs kelimesi fonetik olarak hırsız kelimesine çok yakın. Kelimenin biri Arapça diğeri Türkçe. Ancak hırsın insanı hırsız yaptığına şahitlik ettiğimiz çok olur.
Hırs insanı daha çok kazanmaya, elde etmeye sevk eden bir duygu. Tamahkarlık. Bu duygu çok yemenin, faiz almanın, insanları aldatmanın, hatta dünyevi savaşların sebebi. İnsanoğlunda hırs olmasa bu kötülüklerde olmayacak. Ama insanoğlu zenginliğin cazibesine kapılmadan edemiyor. Bu hastalık her birerimize bir virüs gibi bulaşmış durumda. Zühd hayatını tercih eden yok. Herkes ‘daha’nın peşinde.
Algılarımız değişti, algılayıcılarımızın ayarıyla oynandı. Önceliklerimiz, değerlerimiz değişti. Bu yüzden zenginliği hayatın kemal noktası olarak görüyoruz. Her türlü israfa mazeret buluyoruz. Kapitalist ekonominin ayartmasıyla tükettikçe tüketiyoruz. Yeni tüketim alanları icad ediyoruz. Bunu zenginliğin göstergesi sayıyoruz. Burada Seneca’nın şu sözünü hatırlatmakta yarar var: “Çok az şeye sahip olan insan değil, asıl çok şeyin özlemini çeken insan fakirdir.” Burada durup, İslam literatüründe fakir nasıl açıklanıyor bakalım. Fakir, ihtiyacı Allaha olan kimsedir.
Tasavvuf erbabı fakir için şöyle söyler, isterse çok malı mülkü olsun, bir kimsenin, fani olduğunu, kazandığı hiçbir şeyi öbür dünyaya beraberinde götüremeyeceğini, her an Allah’a muhtaç olduğunu, Allah’ın yardımı ve koruyuculuğuna muhtaç olduğunu bilmesi, her şeyin asıl sahibinin Allah olduğu şuuruna ermesidir. Sofuların kendilerinden bahsederken ‘fakir’ diye söze başlamaları bundandır. Çünkü tasavvuftaki fakirlik, kişinin Allah’a muhtaç olduğunu, O’nun kudreti karşısındaki acizliğini idrak etmesi demektir. Kur’anda, “Ey insanlar: sizler fakirsiniz, Allah’a muhtaçsınız” buyrulmaktadır.
Kuran’a göre manevi açıdan “zengin olan yalnızca  Allah'tır ve bütün insanlar fakir olup o'na muhtaçtır.“ (Fâtır, 15) Yani, insan manevi açıdan  sonsuz  derecede fakirdir yani Allah’a muhtaçtır. Manevi açıdan  Ganî (zengin) ve sonsuz  zenginliğe sahip olan tek varlık Allah’tır.  İşte insan, bu sonsuz ihtiyacından dolayı fakr içindedir.  Dervişlerdeki  “Ganiy-yi Mutlak' olan Allah'a karşı  sürekli olarak fakr-u ihtiyaç şuuru, gınânın ta kendisidir. 
Mevlana şöyle uyarıyor bizi: “Suyun gemi içinde olması geminin helâkidir (yok olmasıdır). Gemi altındaki su ise geminin yürümesine yardımcıdır. Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak fakir adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İçte fakirlik havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur. Bütün bu dünya onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.” (Mesnevi, C.I Beyit: 985-989)
Cemil Meriç; “Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamusa.” (Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 86) 
Bütün bu alıntıların sonunda özet olarak şunu söyleyebiliriz: Kaybettiğiniz her kelimenin ardından onun delalet ettiği güzel hasletleri de kaybediyorsunuz.

YAZARSAM YAZARIM


İnsan zaman zaman usanç duyuyor, yaptığı işten bıkkınlık geliyor. Belki bir çok yazan kimse de aynı duyguları yaşıyordur. Yazmak içimden gelmiyor. Bunun sebebi üzerine düşündüm. Sözlerin tesirsiz oluşunun insanda tükenmişlik oluşturduğuna kanaat getirdim. Söz muhatapta bir tesir meydana getiriyorsa bir anlamı vardır. Yoksa lafü güzaftan öteye geçmez. Boş lakırdı sahibine yük değil midir?
Bir yazarın yazmak istememesi toplumsal tükenmişliğin tercümesinden başka ne olabilir ki? Bu duyguyu mesleğimde de yaşamaya başladım. Bunu meslekte geçen uzun süreye bağladım. Bu keyifsizlik ve de isteksizlik toplumu gözlemlemek zorunda olan köşe yazarında olunca başka bir sebep arama gereği duydum.
Bir köşe yazarının muhatabı kimdir? Okumasını bilen bütün toplumdur. Peki muhataba ulaşma ve muhatapta eyleme dönük enerji oluşturma konusunda başarılı mıyız? Cevabım tabiî ki olumsuz. Yazarın gayesi bir şeyleri sihirli bir değnekle değiştirmek değil elbette. Yanlış giden yerlerin altını çizmek, okuyucunun çarpan kalbi, atan nabzı olabilmektir.
Uzun süredir mahalli ve ulusal basında yazı yazan birisi olarak yazmak konusunda tembel davranıyorsak motivasyonumuzu olumsuz etkileyen bir gidişat var demek ki. Yazılan bunca yazıya rağmen bir arpa boyu yol almamak yazar için bir tür yenilgi olsa gerektir.
Toplumumuzda hariçten gazel okumak diye bir deyim var. Muhatap bulamadığınız zamanlarda mı söylenir bu söz yoksa boş konuşmalarda mı karar veremedim. Bir sürücü metaforuyla durumu aktarmak daha anlaşılır olacak galiba. Toplum, direksiyon hâkimiyeti olmayan bir şoförmüş de siz köşe yazarı onun yanında sürekli uyarı yapan, şoförü ikaz eden ve arada bir müdahale eden yolcuymuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Şoförün sizi dikkate almadığında doğacak sonucu kestirmek zor değil.
“Ayağınıza batan dikenler ya ektikleriniz ya da temizlemediklerinizdir” diye bir cümleyle karşılaşmıştım sosyal medyada. Eğitim işiyle uğraşan birisine söylenmesi gereken en güzel cümle. Ancak Mevlana’ya atfedilen bir cümle daha var. “Ayağına batan dikenler aradığın gülün habercisidir.”
Nebevi ikaz şöyledir: "Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242) Hadîs-i şerîfte geçen "İman Zaafiyeti" bir kötülükle karşılaşan bir müminin yapması lâzım gelen asgari tepkiyi ifade ediyor sanırım.
Elimizle toplumdaki yanlışları düzeltme imkânımızın olmadığını bilmeyen okuyucumuz yoktur. Canımızı sıkan şey yazmamızı engelliyorsa, geriye bir seçenek kalıyor: Kalben buğz etmek. İşte o tepkiye iyi ki kimse müdahale edemiyor.