Zühd diye bir kelimemiz vardı,
unutuldu. Bu kelimenin delalet ettiği mana da hayatımızdan silinip gitti.
Şimdilerde iki kelime hayatımızın ana mihverini oluşturuyor: Servet ve şehvet.
Zühd hayatına bağlı olarak kanaat ve şükür de bizden ıraklara göç eden iki
kelime. Servet ve şehvet içlerinde başka bir kelimeyi barındırıyor kanaatime
göre: hırs. Hırs, bir şeyi aşırı derecede ve ölçüsüz şekilde istemek olarak
tarif ediliyor. Hırs kelimesi fonetik olarak hırsız kelimesine çok yakın.
Kelimenin biri Arapça diğeri Türkçe. Ancak hırsın insanı hırsız yaptığına
şahitlik ettiğimiz çok olur.
Hırs insanı daha çok kazanmaya,
elde etmeye sevk eden bir duygu. Tamahkarlık. Bu duygu çok yemenin, faiz almanın,
insanları aldatmanın, hatta dünyevi savaşların sebebi. İnsanoğlunda hırs olmasa
bu kötülüklerde olmayacak. Ama insanoğlu zenginliğin cazibesine kapılmadan
edemiyor. Bu hastalık her birerimize bir virüs gibi bulaşmış durumda. Zühd
hayatını tercih eden yok. Herkes ‘daha’nın peşinde.
Algılarımız değişti,
algılayıcılarımızın ayarıyla oynandı. Önceliklerimiz, değerlerimiz değişti. Bu
yüzden zenginliği hayatın kemal noktası olarak görüyoruz. Her türlü israfa
mazeret buluyoruz. Kapitalist ekonominin ayartmasıyla tükettikçe tüketiyoruz.
Yeni tüketim alanları icad ediyoruz. Bunu zenginliğin göstergesi sayıyoruz.
Burada Seneca’nın şu sözünü hatırlatmakta yarar var: “Çok az şeye sahip olan
insan değil, asıl çok şeyin özlemini çeken insan fakirdir.” Burada durup, İslam
literatüründe fakir nasıl açıklanıyor bakalım. Fakir, ihtiyacı Allaha olan
kimsedir.
Tasavvuf erbabı fakir için şöyle
söyler, isterse çok malı mülkü olsun, bir kimsenin, fani olduğunu, kazandığı
hiçbir şeyi öbür dünyaya beraberinde götüremeyeceğini, her an Allah’a muhtaç
olduğunu, Allah’ın yardımı ve koruyuculuğuna muhtaç olduğunu bilmesi, her şeyin
asıl sahibinin Allah olduğu şuuruna ermesidir. Sofuların kendilerinden
bahsederken ‘fakir’ diye söze başlamaları bundandır. Çünkü tasavvuftaki
fakirlik, kişinin Allah’a muhtaç olduğunu, O’nun kudreti karşısındaki
acizliğini idrak etmesi demektir. Kur’anda, “Ey insanlar: sizler fakirsiniz,
Allah’a muhtaçsınız” buyrulmaktadır.
Kuran’a göre manevi açıdan “zengin
olan yalnızca Allah'tır ve bütün insanlar fakir olup o'na muhtaçtır.“
(Fâtır, 15) Yani, insan manevi açıdan sonsuz derecede fakirdir
yani Allah’a muhtaçtır. Manevi açıdan Ganî (zengin) ve sonsuz
zenginliğe sahip olan tek varlık Allah’tır. İşte insan, bu sonsuz
ihtiyacından dolayı fakr içindedir. Dervişlerdeki “Ganiy-yi Mutlak'
olan Allah'a karşı sürekli olarak fakr-u ihtiyaç şuuru, gınânın ta
kendisidir.
Mevlana şöyle uyarıyor bizi: “Suyun
gemi içinde olması geminin helâkidir (yok olmasıdır). Gemi altındaki su ise
geminin yürümesine yardımcıdır. Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp
çıkardığındandır ki Süleyman, ancak fakir adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi
hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp
gitti. İçte fakirlik havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin
üstünde durur. Bütün bu dünya onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey
değildir.” (Mesnevi, C.I Beyit: 985-989)
Cemil Meriç; “Kamus, bir milletin
hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el
namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı
göstermiş: kamusa.” (Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 86)
Bütün bu alıntıların sonunda özet
olarak şunu söyleyebiliriz: Kaybettiğiniz her kelimenin ardından onun delalet
ettiği güzel hasletleri de kaybediyorsunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder