Akademisyen camiasından çok az
kimsenin kendi alanının dışında söz söyleyebilecek yetkinlikte olduğu bilinen
bir gerçek. Ancak televizyon ekranlarında sürekli görmeye alıştığımız
akademisyenler sanki her konunun uzmanı imiş gibi davranıyor. Her sözün bir
makamının olduğu gerçeğinin hilafına kendisine uzatılan her mikrofona koşan,
bulabildiği her sayfada akademisyenler arasında tartışılması gereken konuları
ulu orta tartışan bir tip ile karşı karşıyayız.
Özellikle dini alanda araştırma
yapan akademik çevrelerin, nerede konuşulacağını bilmeden kıyıda köşede kalmış
konuları –eskilerin tabiriyle kıyle’leri- uluorta konuşarak buradan bir yere
varma hesabı açık seçik görünüyor.
Ancak ekrana çıkan zevatın Anadolu
insanının dini değerlerini küçümseyerek mevzi almaları “bidon kafalı” terkibini
söyleyenle aynı yere oturmuyor mu? Tenkid ettikleri tarikatların onda biri
kadar bu milletin gönül dünyasına nüfuz edemeyen bu zevatın dini geleneğimizi
tenkit etmeleri anlaşılabilir olsa da tezyif ve tahkir etmeleri samimiyet
testinden geçemeyecek davranışlardır.
Akademik camianın görmediği
yerleri, -biraz daha yumuşatıp boş bıraktığı, ihmal ettiği diyelim- yerleri
birilerinin doldurması kimin suçudur. İşin görülen tarafına baktığımızda
akademinin ilmi temsil ettiği kanaatiyle sorgulanmazlıkları ön kabul olarak bir
kenarda tutularak halkın irfanı göz ardı edilmektedir. Anadolu insanının kahir
ekseriyeti, Maturidi’yi, Ömer Nesefi’yi okumamıştır, Fıkhı Ekber’den,
Mebsut’tan haberdar değildir; ancak Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat’ı
(Mevlid-i Şerif) okunurken gözyaşlarına hakim olamamaktadır. Burada “din
samimiyettir” hükmünü hatırlatmakta yarar ver.
Düşünceyi mütefekkirler inşa
eder; ancak bizde mütefekkir seviyesine yükselmiş akademisyen sayısı oldukça
azdır. Akademisyenlerimizin bilgiyi elde ettikçe halktan uzaklaştığını,
pozitivist ortamın mahkumiyetinden kendisini kurtaramadığını söyleyebiliriz.
Alim vakarına sahip olmayan akademisyenlerin elde ettikleri bilgiyi metaya,
dünyalığa, kariyere ve nüfuz arayışına çevirme arzuları alimin toplum
nazarındaki yerini de sarsmıştır.
Hakikat makul olandır. Aklın
olmadığı yerde makul aranmaz; ancak aklı putlaştırarak aklın her sonucuna
mutlak hakikat diye bakmak materyalist mantığın bizi aldatması. Akıl hakkı
bulmakla görevlidir. Hak olmadan hakikat olmaz. Hedefimiz hakikate ulaşmak ise
bunu tartışma zemini ekranlar olamamalı. Bu milletin inançlarıyla problemli
olan kafaların kendilerini akademik bir perdeyle perdeleyerek kendilerinden
menkul her şeyin hakikat, kendilerinin de ilmin kaynağı olduklarını iddia
etmeleri ne kadar doğru.
Kurandan başka kitaba itibar
etmemeyi bizlere salık verenlerin yazdıkları kitaplar külliyat seviyesinde.
Tartışma zemini televizyon ekranları ise buradan kaostan başka bir şey
çıkmayacağını sıradan vatandaşlar da bilir. Sıffin savaşında Kuran sayfalarını
mızraklarının ucuna takanlar ile kuran ayetlerini mücadele zeminine taşıyan
akademisyen arasında ne fark var. Fakat görünür olmak, yeni şeyler söylemek
adına eline sazı alıp ekrana çıkanları nasıl teskin edeceğiz. Bunun için bir
otorite olmayışı ayrıca bir handikap.
Kendi açımızdan -min gayr-i
haddin- son söz şunu söyleyebiliriz. Tartışmaların akademik çevrenin
sınırlarını taşmayacak şekilde yapılması hem alim duyarlılığıdır. Hem de İslam
ahlakına daha uygundur. Ayrıca bütün akademisyenleri aynı yere oturtmadığımızı
da anti parantez söylemeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder