20 Mart 2021 Cumartesi

EŞİTLİK VE ADALET

Modern dünya sözcükleri putlaştırmıştır; eşitlik kelimesi de bunlardan birisidir. Demokrasi havarilerinin bu putlaşmış sözcüklerle toplum üzerinde bıraktığı etki hipnotizmacıların telkinine benzer bir etki şeklindedir. İttihat ve terakkinin ortaya attığı hürriyet-musavat-uhuvvet (hürriyet-eşitlik-kardeşlik) toplumun büyük kesiminde yankı bulmuş fakat doğru anlaşılamamış. Modern dünyanın bize yutturduğu bir aldatmacadır eşitlik. Herhangi bir göreve gelmeyi eşitliğin gereği sayan entelektüel düşünceden yoksun anlayış ortaya çıkınca bu konuda karmaşa oluştu. İnsanların kişilik farklarını dikkate almayan bu anlayış eşitlik denilen sözde bir şeyi ilke haline getirerek toplumu yanılttı.

Demokratik düşüncenin temeli bireylerin eşitliği üzerine kurulmuştur. İnsanlar arasındaki farklılıkların pratikte ortadan kaldırılması mümkün değildir. İnsanlar sayısal olarak eşittirler fakat kişilikleri bakımından eşit olamazlar. Bu manada eşitlik erdemliyi kitleye feda etmenin dolambaçlı yoludur. Bu anlayışta en önemli toplumsal üstünlük maddeyle belirlendiğinden niceliksel üstünlük hem fark edilebilir olmakta böylece eşitlik anlamını yitirmektedir. Böyle olunca eşitlik fikrinin böyle bir yapıda tutarsızlaşması kaçınılmaz olur.

Tektip insan yetiştirip niteliğin niceliğe feda edildiği bir ortam eşitlik aldatmacasıyla doğru gibi gösteriliyor. Bu eşitlik teranesiyle herkesin okumasını mecburi hale getiren eğitim sistemi adaletsizliğin hüküm sürdüğü kargaşa alanını kamufle etmektedir. Eşitlik denilen şey toplum üzerinde duygusal bir tepki oluşturarak kendilerine sahte bir yer edindirir. Kendilerini eşit zannedenler görünmeyen güçler tarafından yönlendirilerek yönetilir.

Eşitlikten anlaşılan şeyin her kişinin her makama talip olması anlaşıldığından daha doğrusu demokrasinin anlayışı bu olduğundan aynı insan sanki yeteneklerini istediği zaman değiştirme imkânına sahipmiş gibi her makama talip olmaktadır. Yaşadığımız uzmanlaşma çağında bunun mahzurlarını bugünkü bürokraside görmemiz mümkündür. Bunun demokrasiye iman edenler için yadırganacak bir tarafı yoktur. Halbuki yetenek (istidat) dediğimiz şey bir üstünlüktür ve her insana eşit olarak verilmemiştir. Cümleyi şöyle yumuşatabiliriz; en azından nisbi bir üstünlüktür.

Modern dünyayı dizayn edenlerin büyük ustalığı burada kendini gösterir. Eşitlik gibi bir kelimenin cazibesini kullanarak toplumu ifsad etmek. Eşitliği sayısal olarak kabul eden bu anlayışta erdeme yer yoktur. Çünkü eşit olduğunu zanneden halk böylece pohpohlanmaktadır. Bu yanılgıyı sağlamlaştırmak için kamuya oy hakkı verilmesi de aldatmacadır. Bu da değişik manipülasyonlarla yönlendirilmektedir; fakat burası şu anki konunun dışındadır.

Sonucu istedikleri şekilde almak için araçları ellerinde tutanlar halkın kanaatlerini kolayca yönlendirebilirler. Medyanın geldiği son durum bunu bize göstermekte. Aslında görünür olan yönlendiricilerin (Basın-yayın-medya) arkasında görünmeyen yönlendiriciler vardır. Özgür irademizle karar verdiğimizi düşünüyor olsak bile gerçeğin böyle olmadığı gayet sarihtir.

Toplumun çoğunluğu materyalist düşünce üzerine eğitildiklerinden bunun dışındaki düşünceler üretim hatası olarak kabul ediliyor; ya da yolunu şaşırmış fikirler olarak algılanıyor. Pozitivizt bilimin oluşturduğu toplumda bireylerin en rahatsız edici yönü, kendine karşı aşırı güveni ya da alçakgönüllülükten yoksun olmasıdır. Bu durum üretilmiş bütün kavramaların doğru olduğu vehmine kapı aralıyor.

CEHALET YURDU

Cehalet kelimesi, cehl gibi "bilmemek, bilgi ve görgüden yoksun olmak" anlamında bir masdar olup isim olarak da kullanılır. Cehalet kavramı, mekânsal olduğu kadar eylem, düşünce kavramlarıyla çerçevelenen etkinlikleri de kapsar. Yurt kelimesiyle aslında mekâna vurgu yapmak niyetindeyiz. Aidiyet mekânsal bir durum olmakla beraber cehaletin aidiyetinin mekândan öte bir hastalık olarak kabul edilip arizi bu durum olduğunu söylemek gerekir.

Cehaletin bilmemek ve bilmediğini bilmemek gibi çok daha echel(cahilin cahili) bir tarafının olduğunu burada aktarmak gerekir. Cehalet yurdunda her açıklama anlamsızlıkla sona erer. Cehaletin kendini açık eden tarafı bilmediğini de bilmemektir. Cehaletin içerisinde kültür aramak ya da kültür oluşturma sevdasına düşmek kültürsüzlüğün kendisidir. Yaşadığımız dünyaya cehalet yurdu yakıştırmasının cuk oturduğunu söyleyebiliriz.

Bilgi, nasıl nefiste sonradan meydana gelen ilave bir nitelikse, aynı  şekilde  hastalık olarak görülen cehâlet de nefise sonradan eklenir. Bunun tetikleyicisi ise nefsin kibridir. Bir başka ifadeyle cehâleti kişi, sonradan kazanır. Bu kazanılmış cehâlet, doğru bilgiye karşıt ve aykırı bir biçimde başka yanlış bilgiler edinmekle gerçekleşir. Yani cehalette bir bilgilenme türüdür.

Televizyon ekranlarında ya da sosyal medyada isimlerinin önünde uzun uzadıya sıfatlar bulunanların cehaleti bu türden bir cehalettir. İlim cehli giderir diye bir söz var ama görüyoruz ki ilim cehli artırıyor. Bu tür kişilerin doğruyu söylediklerine de şahit oluyoruz. Bu durumu şöyle izah edelim. Doğru, her zaman hakikat değildir. Doğru zamana ve zemine göre değişir. Hakikat ise zamana ve zemine göre değişmeyen şeydir. Edindiğimiz bilgi bizi hakikate ulaştırmıyorsa sırtımızda kambur olmaktan başka nedir ki.

Konuyu biraz mizahla süsleyelim:

İranli ünlü şair Firdevsi’yi bir çobanla beraber hapse atarlar. Firdevsi hapiste yazdığı şiirleri zindan arkadaşı çobana okur. Firdevsi her şiir okuduğunda çoban gözyaşlarına boğulur. Firdevsi şiirlerin etkili olduğundan dolayı çobanın ağladığını düşünür. Bir gün dayanamayıp çobana şöyle der: Arkadaş, affedilmez bir günahın mı var, yoksa onulmaz bir aşka mı düçar oldun, eşine dostuna hasret mi gözyaşlarını böyle giryan eder. Söylesene nedir seni bu kadar ağlatan dert. Çobanın verdiği cevap Firdevsi’yi heykel yapıp donduracak cinstendir.

Ne günahıma ağlıyorum, ne sevgilim var, ne de eşe dosta hasretten ağlıyorum. Sen şiir okudukça çenen hareket edip sakalın sallanınca keçilerimin sakalı aklıma geliyor ona ağlıyorum.

21. yüzyılın en önemli özelliği bilgiye erişim kolaylığıdır. Bilgiye erişim bu kadar basitken neden cehalet çok yaygın diye bir soru akla gelebilir. Cevabı çok basit: Çünkü cehalet bilginin karşıtı değildir. Yani bilgili olmak insanı cehaletten kurtarmaz. Cehalet erdemin karşıtıdır. Ne yazık ki o da çok kimsede bulunmuyor.

Bu çağdaş ve uygar denilen insanın, cehaletini gizlemeye bilginin yetmediğini söylüyorum. İnsanın egoist, irrasyonel ve hayvan gibi duyarsız olabildiği kendi hemcinsini paralayıp kanını akıtmaktan zevk aldığı bir cehaletten bahsediyoruz. Bilgiye sahip erdemi çöpe atacak milyonlar yaşıyor aramızda. Kimyasal silahlarla insanları öldürenlerin bilgisizliğini kim iddia edebilir.

Şöyle söyleyerek bitirelim: Sahabenin birçoğunun günümüz insanının ulaştığı bilgiden mahrum olduğunu biliyoruz. Ama sahabe dediğimiz insanların erdem sahibi olduğundan şüphemiz yok.

İNSANOĞLU NİSYAN İLE MA’LUL

 Önce başlığı açıklayalım. “Nisyan” pek fazla kullanılmayan kelimelerimizden. Unutmak anlamına geliyor. “Ma’lul” illetli demek. Yani hastalıklı. Kısaca şöyle diyelim: “İnsan unutan bir varlık.” Unutmanın güzel tarafları var elbette. Ama unutulmaması gerekenler de var. 28 Şubat gibi. 27 Mayıs gibi. 12 Eylül gibi.

Medyada 28 Şubatla ilgili yazılanları okuyunca şöyle içim burkuldu. Timsah gözyaşı dökenler için şöyle gazetelerin o günkü nüshalarına bakmak yeterli. (İyi ki internet var.) Herkes 28 Şubattan muzdaripmiş. O günlerin içinden geçmişliğimiz var. Yaşımız müsait. O günlerde elini göğsünün üzerinde gezdirip oh oldu, diyenleri hatırlayacak kadar hafızamız sağlam, Allaha şükür.

Mesela 15 Temmuzdan önce maklube yiyip gerim gerim gerinenler ve her münhal makamı kendi hakkı zannedenler 15 Temmuz sonrasında FETÖ’ye lanet okumayı vird haline getirmişlerdi. Birçok kişi geçmişin unutulduğunu zannediyor. İnsanın nisyanından faydalanıyor. Şu sosyal medya bu konuda ne büyük nimet. Bazılarının fotoğraflarını, yazdıkları övgüleri, tuttukları çanakları önlerine koysak utanırlar mı acaba?

İnsanoğlu garip. Oldukça garip… Kendini saklamasını biliyor. Nerde nasıl davranacağını da… Nerede nasıl konuşacağını da… Bu da bir yetenek tabii ki. Bulunduğu ortama uyum sağlamak. Zamanın ruhu falan gibi laflar mı etsek. Meğer Erbakan Hocanın ne çok seveni varmış. Hüsnü zannımızı galip kılıp şöyle düşünelim. Aklın yolu bir, herkes gerçeği eninde sonunda görüyor. Eyvallah.

Ne diyordu Erbakan Hoca: “Adil düzen”; birinci prensip adil olmak. Adaletli davranmak. Aslında hasretini çektiğimiz şey, gözü kara bir şekilde âşık olduğumuz şey adaletti. İnsanın fıtratı adaletten yana. Ne yazık ki adaletsizliğe olan isyanımız hala devam ediyor. Mutlak adalet mahkeme-i kübrada olacak. Bunda şüphemiz yok. Ama bu dünyanın düzeni için de adalet lazım.

İşin daha başka bir boyutu da var; o da 28 Şubatın mağdurlarının içinde bulundukları psikolojik durum maneviyatlarını güçlü kılmıştı. Aynı insanlardan birçoğunun bu günkü durum ve konumlarına bakarak nerelere savrulduklarını görünce içimizin acıdığını söylemeliyim. Stockholm sendromu denen bir psikolojik durum var. Kısaca insanın düşmanına benzemesi. Ya da cellâdına âşık olmak. Bu savrulmaları makam, mevki, dünyalık diye geçiştiremeyiz. “Allahım sonumuzu hayırlı eyle” diye güzel bir dua vardır.

Bunlar benim hatırladıklarım. Unuttuklarım da var elbette. Benim unutmamın zararı bana. Ama toplum olarak geçmişi unutursak daha büyük belaların başımıza geleceğini söylemek kehanet değil. Çünkü bu eylemlerin mağduru millet. 28 Şubatta kaç bankanın içi boşaltıldı. Bu milletin cebinden ne kadar para çalındı. Fetö sürecinde bu milletin zeki evlatları nasıl zehirlendi. Kendisine düşman edildi. Milletin parasıyla alınan silahlar millete doğrultuldu. Ne demişti rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu: “Namlusunu millete çevirmiş tanka selam durmam.”

Söylenecek söz çok. Ama susmanın anlamı daha büyüktür. Son olarak sözü şair bir dosta bırakarak çekilelim aradan: “Yaşanmayan acıların gevezeleri, yaşanan acıların suskunları vardır. Bezirgânlara, çığırtkanlara değil sessizlikte kaynayan kelimelere bakın.” Ahmet Edip Başaran