"Şehrin dokusu yüzlerdeki çizgiler,
vücut hatları ve hatta alışılmış davranışlar
gibi,
o şehri kuranlar ve o şehirde yaşayanlar
hakkında ipuçları verir."
- Sadettin Ökten
Şehirleri şehir yapan, şehirleri kalıcı kılan şehirlerin ruhu.
Şehirde yaşayanların özne olmasıyla şehirler anlam bulur. Bütün kadim kültürler
mekânla insanı buluştururken ikisini birbirine bağlayan bir bağ kurmuşlar; buna
şehirlerin ruhu diyoruz. Şehirler bir manada insan ruhunun tecessüm etmiş hali.
Yıllar, asırlar boyunca insanlar şehirleri şekillendirirken şehirler de
insanlara bir ruh katmış. Tarihin akışı şehirlere belli misyonlar yükler. Bir
anlamda şehirler tarihin bilincidir. Onda tüm bir geçmişin, hatıralarını ve
hayat tarzlarının yansımalarını buluruz. Şehirler medeniyetlerin taşa toprağa
dönüşmüş hali. Her uygarlık daha önceki kültür ve gelişmişlik seviyesi ile
bulunduğu durumu meczederek tarihi akış içerisinde kendini yeniden üretir ve
bunu şehirlerde tecessüm ettirir.
Mimari, sessiz müziktir. Her şehirde bu sesi duyarız, şehrin
ruhu denilen şeydir bu, estetiktir, ruhu okşayan, yüreğe dokunan o şey... Maalesef
yeni kentlerde gördüklerimiz estetikten oldukça uzak. Konunun uzmanı değilim,
ama şehre dair, bir estetik duygumuz var. Güzeli çirkinden ayırt edebilecek bir
estetik anlayışa sahibiz. Bir şeyin güzelliği konusunda karar vermek için uzman
olmak gerekmiyor. Ruhumuzu okşayan mekanları ilk görüşte tanırız ve oralara
aşık oluruz. Merv, Semerkand, Buhara, Balasagun, Samarra, Dimeşk, Venedik,
Roma…
Mekânla sağlam bir bütünlük kurmamış olan ve mekânda ortaya çıkan
doğal estetiği, insani estetikle buluşturmamış olan bir şehir, şehir niteliği kazanamaz.
Yaşanabilir bir şehir oluşturmak için fiziksel ve çevresel zorluklar şehrimiz
için en önemli iki konu. Bu mahalli zorlukların coğrafya olarak bize benzeyen
başka ülkelerdeki şehirlerin incelenerek aşılması en basit yol olarak kabul
edilebilir. Ancak bir şehrin kıdemi üzere bırakılması doğal bir tarihi akış
olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, modernitenin imkânlarıyla yepyeni bir şehir
idrakini oluşturmak daha makul olabilir.
Biz, mimarisiyle, bahçeleriyle, kapı tokmaklarıyla, içinde
kendine has hayat sürülen konaklarıyla gelip geçen seyyahları kendisine hayran
bırakan o yavaş şehri modernizme kurban ederken neyi kaybettiğimizin farkında
mıyız? Kaybolan mahallemize, şehrimize, konaklarımıza bakarken kendi öz
evladının mezarı başındaki dövünen bir anne gibi içlenmiyorsak bu şehre
aidiyetimizi yeniden sorgulamalıyız. Dostoyevski, “Bir şehrin yerlisi olmak
gidecek yeri olmaktır” der. Aslında bu yerlilik olgusu, şehre has
özellikleri içinde taşımaktır. Dostoyevski’nin de kastettiği gidebilecek bir
yeri/şehri olması, o şehre aidiyet duygusundan başka ne olabilir ki.
Yaşanılabilir bir şehir için kamusal alanlar, yeşil alanlar ve
sosyal aktiviteler için mekânlar üretilirken dikkat edilecek birinci öncelik
bütün bu yapılanların insan için olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamaktır. Burada
yaşanabilirlik adına en zor konu, fiziksel altyapılar çözümlendikten sonra bu mekânların
estetik olarak insan ruhuna uygun hale getirilmesi, kısaca şehrin altyapısına insanların
dâhil edilmesi surecidir. Şehirleri sadece değişik inşa malzemeleriyle,
rastgele düzenlenmiş mekânlar olarak görmek yapabileceğimiz en büyük yanlış,
hatta şehre ve insana karşı cürüm kabul edilebilir. Yaratanın en güzel surette yarattığı insanın mekânı
inşa eden ruhi arka planı ile mekânlar arasında bir irtibat yoksa şehir de
olmaz. Şehir sizin ruhunuza dokunmazsa, siz kendinizi o şehre ait hissedemezsiniz.
Günümüz şehir plancılarının en fazla dikkat edeceği konu
şehrin sakinlerinin mutluluğu olmalı. Kadim şehir, buna dikkat ederdi. Kadim şehirde
metafizik ile fizik buluşurdu, her mekânda, sizi kendisine çeken bir ruhtan bir
estetikten hissenizi alırdınız. Aynı şekilde fiziki mekân, estetik uyum içinde
üretilirdi. Yakın geçmişte şehir planlaması trafik hareketliliği üzerinden
yürütülürken günümüzde şehirde yaşayan insanların mutluluğu, sosyal kaynaşma ve
mekânın duygusu gibi ölçülemeyen kavramlar üzerinden değerlendirilmeler ön
plana çıkmakta. Artık bir şehirde yaşayanlar aidiyet ve yaşanabilirlik
kavramları üzerinden şehre bakıyorlar. Bu durum ister istemez estetiği dikkate
almamızı zorunlu kılıyor.
Mekân duygusu, daha
farklı bir ifadeyle şehrin ruhu bir şehrin yaşanabilir olmasında en büyük
amillerden birisidir. Şehir ya da mahalle ambiyansının insan üzerindeki etkisi
bir kelimeyle açıklanabilir: kültür. Başka bir deyişle yerin kültür ile uyumlu
bir mekân haline gelmesi sakinlerin o mekânı sahiplenmesi ile sonuçlanmaktadır.
Ait olma duygusu ve şehir ruhu
diyebileceğimiz toplumu oluşturmak biraz şehrin estetik yanıyla ilgilidir. Bu saydıklarımız
yaşanabilirliğin de önemli sebeplerindendir. Yenilenen şehrin mahallelerinde
yaşayan sakinlerin yaşadıkları mekânı sahiplenmeleri ve gelecekte de orada
yaşamak istemelerinin sağlanması için yapılaşmanın insan ruhuna uygun tasarlanması,
şehirle eş zamanlı insanın da inşası demek.
Sosyal bileşenlerin altyapısını oluşturan mekânların yani
sosyal ve kültürel aktiviteleri destekleyen alanların sahip olması gereken bazı
özellikler vardır. Bunlar; topluluk ve aidiyet ruhunu barındırmaları, estetik
bir görselliğe sahip olmaları, kolay erişimli mekânlar gibi hususlardır. Toplumsal
hafıza, aidiyet, özgüven ve gelenek içinde varlığını korur. Gelecek ufku ise
geleneği de aşan ama geleneğe referansla, tarihi süreklilik arz eden sağlıklı bakış
açısıyla oluşturulabilir. İnsan gözü dairevi şekilde yaratıldığından baktığı
objelerde ve manzarada kavisli olan şekiller, kubbe, kemer, niş gibi unsurlar
göze daha estetik gelmektedir. Hâlbuki günümüz şehirlerini oluşturan dikey
mimari keskin çizgilerini ruhumuza saplayarak bize acı çektirmektedir. Bu özellikleri
taşımayan şehirler ve mekânlar zayıf ya da negatif mekân duygusuna neden olurlar.
İçinde yaşayanları melankoliye, pesimist düşünmeye sevk ederler.
İnsanların şimdi yaşamak istedikleri ve gelecekte de yaşamak
isteyecekleri yerleşimler oluşturmak adına, günümüz yenileme projelerinde konut
ihtiyacı kadar önemli olan yaşanabilir sosyal alanların estetize edilmiş
oluşudur. Belli niteliksel özellikleri taşıması beklenen kamusal alanlar
aslında içinde insanlar var oldukça yaşanabilir olacaklardır. Medenileşmeyi
binalardan ve yollardan ibaret kabul eden anlayış, asıl medeniyetin insanlar
arası ilişkiler olduğunu kabul etmekte zorlanıyor. İnsanı merkeze alan estetik kamusal
alanlar, şehirlerimizi geleceğe taşıyacak ve gelecekte de yaşanılabilir
olmasını sağlayacaktır.
Geleceğin şehrini bu günden tasarlamak bu günün imkanlarıyla
zor olmaz. Geleceğin şehrini tahayyül ederken, insan ruhunu sıkıntıya sokan, o
ruhla yabancılaşan bir şehir olarak düşünerek inşa etmek, hatta insanı dikkate
almadan planlamak geleceğe ihanet kabul edilebilir. Hatta bir şehrin geleceğini
planlamakla bir ülkenin geleceğini planlamak eşdeğer görülebilir. Günümüzde
yaşanılabilir şehirler oluşturmak ve bu şehirleri geleceğe taşımak adına
sürdürülebilir projeler üretmek önemli bir adımdır. Şehir başlı başına bir yapı
ve inşa sürecidir; fakat insan unsurunu dikkate almadan şehir planlanamaz. Tüm
estetiğiyle bir hayat sahası tasarlanırken mimari ve hayal gücünün imkânları
bir araya getirilerek mekân denilen zemin üretilir. Sıkça söylenildiği üzere
her şehir bir ruha sahiptir. Niçin şehirler söz konusu olduğunda daima bir
mekân nostaljisinden söz ediyoruz? Meydanlar, binalar, sokaklar konuşur,
efsaneler üretir, hatıralar barındırırda ondan. Şehrin yolları, caddeleri,
sokakları bizi geçmişten alıp geleceğe götürür. Ve her şehir kendi ruhuna
uygun insanı yetiştirir.
Şehri ruhsuz bir şekilde şekillendirmeye yeltenmek insanın
aymazlığı olarak lanetlenecek yıllar sonra. Kültürü olan, medeniyetin
taşıyıcısı olan şehirler ise idrak kanallarımız açık olduğu sürece bizi
şekillendirecektir. Kadim şehirle modern kent arasındaki fark budur. Şöyle
dünya şehirlerine bakarsak, medeniyet kuran şehirler var; Medine gibi, Roma
gibi. Kültür üreten şehirler var. İstanbul gibi, Buhara gibi, Semerkant gibi, Kahire
gibi, Kurtuba gibi… Birde yerden bitme şehirler vardır. New York gibi, Las
Vegas gibi… Şehrini yenilemiş, ama bu süreçte şehir kültürünü korumuş
toplumlar, şehrin ruhuyla devam edecekler. Ama kendi şehirlerini tasfiye
edenler, kendi şehirlerinin ruhuna nüfuz edemeyenler geleneklerini ve
geleceklerini kaybedecekler.