13 Eylül 2022 Salı

ŞEHİR VE ESTETİK

 

"Şehrin dokusu yüzlerdeki çizgiler,

vücut hatları ve hatta alışılmış davranışlar gibi,

o şehri kuranlar ve o şehirde yaşayanlar

hakkında ipuçları verir."
- Sadettin Ökten

 

 

Şehirleri şehir yapan, şehirleri kalıcı kılan şehirlerin ruhu. Şehirde yaşayanların özne olmasıyla şehirler anlam bulur. Bütün kadim kültürler mekânla insanı buluştururken ikisini birbirine bağlayan bir bağ kurmuşlar; buna şehirlerin ruhu diyoruz. Şehirler bir manada insan ruhunun tecessüm etmiş hali. Yıllar, asırlar boyunca insanlar şehirleri şekillendirirken şehirler de insanlara bir ruh katmış. Tarihin akışı şehirlere belli misyonlar yükler. Bir anlamda şehirler tarihin bilincidir. Onda tüm bir geçmişin, hatıralarını ve hayat tarzlarının yansımalarını buluruz. Şehirler medeniyetlerin taşa toprağa dönüşmüş hali. Her uygarlık daha önceki kültür ve gelişmişlik seviyesi ile bulunduğu durumu meczederek tarihi akış içerisinde kendini yeniden üretir ve bunu şehirlerde tecessüm ettirir.

 

Mimari, sessiz müziktir. Her şehirde bu sesi duyarız, şehrin ruhu denilen şeydir bu, estetiktir, ruhu okşayan, yüreğe dokunan o şey... Maalesef yeni kentlerde gördüklerimiz estetikten oldukça uzak. Konunun uzmanı değilim, ama şehre dair, bir estetik duygumuz var. Güzeli çirkinden ayırt edebilecek bir estetik anlayışa sahibiz. Bir şeyin güzelliği konusunda karar vermek için uzman olmak gerekmiyor. Ruhumuzu okşayan mekanları ilk görüşte tanırız ve oralara aşık oluruz. Merv, Semerkand, Buhara, Balasagun, Samarra, Dimeşk, Venedik, Roma…

 

Mekânla sağlam bir bütünlük kurmamış olan ve mekânda ortaya çıkan doğal estetiği, insani estetikle buluşturmamış olan bir şehir, şehir niteliği kazanamaz. Yaşanabilir bir şehir oluşturmak için fiziksel ve çevresel zorluklar şehrimiz için en önemli iki konu. Bu mahalli zorlukların coğrafya olarak bize benzeyen başka ülkelerdeki şehirlerin incelenerek aşılması en basit yol olarak kabul edilebilir. Ancak bir şehrin kıdemi üzere bırakılması doğal bir tarihi akış olduğu gerçeğini göz ardı etmeden, modernitenin imkânlarıyla yepyeni bir şehir idrakini oluşturmak daha makul olabilir.

 

Biz, mimarisiyle, bahçeleriyle, kapı tokmaklarıyla, içinde kendine has hayat sürülen konaklarıyla gelip geçen seyyahları kendisine hayran bırakan o yavaş şehri modernizme kurban ederken neyi kaybettiğimizin farkında mıyız? Kaybolan mahallemize, şehrimize, konaklarımıza bakarken kendi öz evladının mezarı başındaki dövünen bir anne gibi içlenmiyorsak bu şehre aidiyetimizi yeniden sorgulamalıyız. Dostoyevski, “Bir şehrin yerlisi olmak gidecek yeri olmaktır” der. Aslında bu yerlilik olgusu, şehre has özellikleri içinde taşımaktır. Dostoyevski’nin de kastettiği gidebilecek bir yeri/şehri olması, o şehre aidiyet duygusundan başka ne olabilir ki.

 

Yaşanılabilir bir şehir için kamusal alanlar, yeşil alanlar ve sosyal aktiviteler için mekânlar üretilirken dikkat edilecek birinci öncelik bütün bu yapılanların insan için olduğu gerçeğini akıldan çıkarmamaktır. Burada yaşanabilirlik adına en zor konu, fiziksel altyapılar çözümlendikten sonra bu mekânların estetik olarak insan ruhuna uygun hale getirilmesi, kısaca şehrin altyapısına insanların dâhil edilmesi surecidir. Şehirleri sadece değişik inşa malzemeleriyle, rastgele düzenlenmiş mekânlar olarak görmek yapabileceğimiz en büyük yanlış, hatta şehre ve insana karşı cürüm kabul edilebilir.  Yaratanın en güzel surette yarattığı insanın mekânı inşa eden ruhi arka planı ile mekânlar arasında bir irtibat yoksa şehir de olmaz. Şehir sizin ruhunuza dokunmazsa, siz kendinizi o şehre ait hissedemezsiniz.

 

Günümüz şehir plancılarının en fazla dikkat edeceği konu şehrin sakinlerinin mutluluğu olmalı. Kadim şehir, buna dikkat ederdi. Kadim şehirde metafizik ile fizik buluşurdu, her mekânda, sizi kendisine çeken bir ruhtan bir estetikten hissenizi alırdınız. Aynı şekilde fiziki mekân, estetik uyum içinde üretilirdi. Yakın geçmişte şehir planlaması trafik hareketliliği üzerinden yürütülürken günümüzde şehirde yaşayan insanların mutluluğu, sosyal kaynaşma ve mekânın duygusu gibi ölçülemeyen kavramlar üzerinden değerlendirilmeler ön plana çıkmakta. Artık bir şehirde yaşayanlar aidiyet ve yaşanabilirlik kavramları üzerinden şehre bakıyorlar. Bu durum ister istemez estetiği dikkate almamızı zorunlu kılıyor.

 

Mekân duygusu,  daha farklı bir ifadeyle şehrin ruhu bir şehrin yaşanabilir olmasında en büyük amillerden birisidir. Şehir ya da mahalle ambiyansının insan üzerindeki etkisi bir kelimeyle açıklanabilir: kültür. Başka bir deyişle yerin kültür ile uyumlu bir mekân haline gelmesi sakinlerin o mekânı sahiplenmesi ile sonuçlanmaktadır.  Ait olma duygusu ve şehir ruhu diyebileceğimiz toplumu oluşturmak biraz şehrin estetik yanıyla ilgilidir. Bu saydıklarımız yaşanabilirliğin de önemli sebeplerindendir. Yenilenen şehrin mahallelerinde yaşayan sakinlerin yaşadıkları mekânı sahiplenmeleri ve gelecekte de orada yaşamak istemelerinin sağlanması için yapılaşmanın insan ruhuna uygun tasarlanması, şehirle eş zamanlı insanın da inşası demek.

 

Sosyal bileşenlerin altyapısını oluşturan mekânların yani sosyal ve kültürel aktiviteleri destekleyen alanların sahip olması gereken bazı özellikler vardır. Bunlar; topluluk ve aidiyet ruhunu barındırmaları, estetik bir görselliğe sahip olmaları, kolay erişimli mekânlar gibi hususlardır. Toplumsal hafıza, aidiyet, özgüven ve gelenek içinde varlığını korur. Gelecek ufku ise geleneği de aşan ama geleneğe referansla, tarihi süreklilik arz eden sağlıklı bakış açısıyla oluşturulabilir. İnsan gözü dairevi şekilde yaratıldığından baktığı objelerde ve manzarada kavisli olan şekiller, kubbe, kemer, niş gibi unsurlar göze daha estetik gelmektedir. Hâlbuki günümüz şehirlerini oluşturan dikey mimari keskin çizgilerini ruhumuza saplayarak bize acı çektirmektedir. Bu özellikleri taşımayan şehirler ve mekânlar zayıf ya da negatif mekân duygusuna neden olurlar. İçinde yaşayanları melankoliye, pesimist düşünmeye sevk ederler.

 

İnsanların şimdi yaşamak istedikleri ve gelecekte de yaşamak isteyecekleri yerleşimler oluşturmak adına, günümüz yenileme projelerinde konut ihtiyacı kadar önemli olan yaşanabilir sosyal alanların estetize edilmiş oluşudur. Belli niteliksel özellikleri taşıması beklenen kamusal alanlar aslında içinde insanlar var oldukça yaşanabilir olacaklardır. Medenileşmeyi binalardan ve yollardan ibaret kabul eden anlayış, asıl medeniyetin insanlar arası ilişkiler olduğunu kabul etmekte zorlanıyor. İnsanı merkeze alan estetik kamusal alanlar, şehirlerimizi geleceğe taşıyacak ve gelecekte de yaşanılabilir olmasını sağlayacaktır. 

 

Geleceğin şehrini bu günden tasarlamak bu günün imkanlarıyla zor olmaz. Geleceğin şehrini tahayyül ederken, insan ruhunu sıkıntıya sokan, o ruhla yabancılaşan bir şehir olarak düşünerek inşa etmek, hatta insanı dikkate almadan planlamak geleceğe ihanet kabul edilebilir. Hatta bir şehrin geleceğini planlamakla bir ülkenin geleceğini planlamak eşdeğer görülebilir. Günümüzde yaşanılabilir şehirler oluşturmak ve bu şehirleri geleceğe taşımak adına sürdürülebilir projeler üretmek önemli bir adımdır. Şehir başlı başına bir yapı ve inşa sürecidir; fakat insan unsurunu dikkate almadan şehir planlanamaz. Tüm estetiğiyle bir hayat sahası tasarlanırken mimari ve hayal gücünün imkânları bir araya getirilerek mekân denilen zemin üretilir. Sıkça söylenildiği üzere her şehir bir ruha sahiptir. Niçin şehirler söz konusu olduğunda daima bir mekân nostaljisinden söz ediyoruz? Meydanlar, binalar, sokaklar konuşur, efsaneler üretir, hatıralar barındırırda ondan. Şehrin yolları, caddeleri, sokakları bizi geçmişten alıp geleceğe götürür. Ve her şehir kendi ruhuna uygun insanı yetiştirir.

 

Şehri ruhsuz bir şekilde şekillendirmeye yeltenmek insanın aymazlığı olarak lanetlenecek yıllar sonra. Kültürü olan, medeniyetin taşıyıcısı olan şehirler ise idrak kanallarımız açık olduğu sürece bizi şekillendirecektir. Kadim şehirle modern kent arasındaki fark budur. Şöyle dünya şehirlerine bakarsak, medeniyet kuran şehirler var; Medine gibi, Roma gibi. Kültür üreten şehirler var. İstanbul gibi, Buhara gibi, Semerkant gibi, Kahire gibi, Kurtuba gibi… Birde yerden bitme şehirler vardır. New York gibi, Las Vegas gibi… Şehrini yenilemiş, ama bu süreçte şehir kültürünü korumuş toplumlar, şehrin ruhuyla devam edecekler. Ama kendi şehirlerini tasfiye edenler, kendi şehirlerinin ruhuna nüfuz edemeyenler geleneklerini ve geleceklerini kaybedecekler.

 

ŞEHİR VE FELSEFE

 Bu iki kelimenin bir araya getirilmesi yadırganabilir. Şehre dair felsefe, hayata, eşyaya, etrafımızda varolana, kısaca dünyaya yönelik bir bakışı ifade etmektedir. Şehir, sadece felsefenin değil, insani olan her şeyin neşvü nema bulduğu mekândır. Şehir ve felsefe üzerinde bir kez daha düşünmeye ihtiyacımız var.

Ancak felsefesi olmayan şehirleri, Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla’sında ‘eksik topluluk’olarak isimlendirir. Farabi şöyle der: “Büyük topluluk, yeryüzündeki bütün insanlardan ibarettir. Ortancası, yeryüzünün [ayrı ayrı] milletlerinden teşekkül eder. Küçüğü ise bir milletin topraklarında oturan şehir halkından ibarettir. Eksik topluluk ise, köy, mahalle, sokak veya ev halkından teşekkül eder.”

Şehir, toplu yaşama ve ihtiyaçlar hiyerarşisi sebepleriyle bir araya gelmiş insanların ortak yaşam alanı olarak tarif edilebilir. Buradan şu sonuca varabiliriz: Şehrin iş bölümü ve ortak yaşama argümanlarıyla oluşması şehrin sakinlerinin de şehrin problemleriyle ilgili görüşlerine başvurulmasını mecburi kılar. Çünkü elde edilecek sonuç bütün toplumu ilgilendirecektir. Toplumsal huzurun yakalanması da bu şekilde mümkün olur.

Şehrin; tarihçilerin, sosyologların, coğrafyacıların, iktisatçıların, demografların ilgi alanına girdiğini biliyoruz. Bütün bunları bir tarafa bırakarak şehri sadece şehir plancılarının eline bırakırsak çarpık bir mekân oluştururuz. Maalesef, çağdaş mimar ve şehir plancıları modernite ve hümanizma arasındaki dengeyi tutturamamıştır. Batı site şehirleri örneğinden hareketle daha maddi bir bakış açısıyla şehre yönelen çağdaş plancıların şehri daha çok iktisadi bir özne olarak görmeleri şehirlerimizin asıl problemidir. Ancak şehir kelimesi ekonomiden çok estetiği çağrıştıran bir kelimedir. Şehrin günlük ihtiyaçlarımızı karşılaması yanında; ruhumuza hitap etmesi şehrin felsefeye olan ünsüyetiyle mümkün. Bir şehir binaların, yolların, kaldırımların üretiminden daha çok insan üretimindeki etkisiyle şehirdir. Estetik dediğimiz şey de zaten insan ruhunu okşayan, dinlendiren ve doyuran şey değil midir? İstanbul, Semerkand, Bağdat ruhumuza hitap eder de Newyork, Tokyo neden ruhumuzu daraltır. Genel hatlarıyla şehir estetiği insan ve mekân ilişkisinin medeniyet boyutunda yansıması olarak kabul edilebilir. Bir kentin estetiğini belirleyen unsur sadece yapılar ve yollar değil; o şehirde yaşayan insan unsurunun da kentin estetiğini belirlediğini ve insan ile şehrin kimlik kazandığını ifade edebiliriz. Kısaca şehir, bir milletin kendini maddeye işlemesi, mekânı kendileştirmesidir. Başka bir ifade ile şehir, kimliğin anlam boyutunun mekânda mücessem (somut) hale gelmesidir.

Kentler doğal yapının sunduğu dekor eşliğinde içinde yaşayanların düşünsel ve duygusal dünyasından beslenerek özgün bir biçim kazanır. Şehirler bir ihtiyaçtan kurulmuştur. Dikkat edilirse bu gün bile yerleşim birimleri arasında yaklaşık otuz kilometrelik bir yol vardır.  Bu mesafe bir günlük yaya yürüyüşüne tekabül eder. Özellikle ticaret yolları üzerinde, konaklama alanlarında kurulan ilk yerleşimler genişleyerek şehir halini almıştır. Batı feodalitesinde şehir tüccarların buluşma noktasıdır. Doğu kültüründe ise şehir ilmin odak noktasıdır. Modern zamanlarda ise şehir, kontrol edilemeyen bir canavara dönüşmüştür. Yaygınlaşan şehir, kıra ve doğaya saldırır. Bir kemirgen gibi azar azar onu yemenin derdindedir. Hatta günümüz dünyasında şehir köyü de kendine benzetmiştir. Şehir taşra ayrımı neredeyse ortadan kalkmıştır.

Şehir tarımsal bir çevreye hâkim olup burayı örgütler. Bu sebeple kadim şehir nüfusları hesap edilirken şehrin iki günlük çevresinde şehrin dört katı nüfusun olduğu kabul edilir. Çünkü bir şehirlinin geçimi için dört köylünün çalışması gerekir. Sanayileşmenin sonucu olarak köyler şehre doğru hareket halinde olmuş, şehirlerde büyük yoğunluklar yaşanmıştır. Böylece şehri çevreleyen kırsal alanlarda varoşlar oluşmuş bu yerleşim yerleri gettolaşarak şehir dışa doğru habis urlar halinde genişlemiştir. Sonra bu çevre şehri kuşatarak kendisine benzetmiştir. Bu durum yeni bir meseleyi gündemimize taşımıştır: Toplumun şehirleşmesi.

Toplumun şehirleşmesi zaman alacak bir süreç iken hızlı yapılaşma bu sürecin sağlıklı yürütülememesi problemini de beraber getirdi. Toplum şehirleşemediği gibi şehri oluşturan fiziki yapıyı da şehirleştirememe durumu hâsıl oldu. Bu bir paradoks: Şehirleşmeden büyüyen bir şehir. Buna kent diyerek gerçek şehir ile olan farkını anlatmış olalım. Hızlı kentleşmenin sonucu olarak konut sorununun aciliyeti çarpık yapılaşmayı da beraberinde getirdi. Estetik kaygılardan uzak, tamamen ranta yönelik yeni yerleşim biçimi komşuluğu ortadan kaldırdı, mahalleyi dumura uğrattı. “Semt sakini” ifadesi anlamını yitirdi. Yeni kentsel doku bir toplumsal sefalet üretti: Birbirine yabancı bir toplum. Ekonomik kaygılar estetik ve hümanist kaygıları yok etti. Toplumsal pratiğin morfolojik temellerinden kopardığı kentsel hayat estetik ve ahlaki bir sistem oluşturamadı. Şehrin ruhu diyebileceğimiz huzurlu bir mekânı aramaktayız. Bunu bize gösterecek olan düşünen insanlar olacaktır. Bu anlamda şehrin felsefeye olan ihtiyacı kaçınılmaz.

Bu gün yaşamak zorunda olduğumuz şehir imgesi zehirli bir kokteyl. İçindeki muhteviyatı ve oranını bilen kimse yok. Heidegger, Yunan sitesi üzerinde düşünceler serdetti. Hegel ve Marx’ın da bu konuya dair görüşleri var. Platon’un Devlet’i günümüzde şehir dediğimiz yapının idealize edilmesidir.  Bizim mahallede ise yine bir filozof bu konuya el atmış: Farabi. Farabi’nin Platon’dan etkilendiğini söyleyen çok kimse var. Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla’sında ideal şehri şöyle anlatır: “sakinlerinin — ancak saadete erişmek maksadıyla - yardımlaştıkları bir şehir, fâzıl bir şehir olur. Zaten saadete erişmek maksadıyla kurulan her topluluk ta fâzıl bir topluluk sayılır. Onun içindir ki, bütün şehirleri — saadete erişmek maksadıyla elele vererek — çalışan bir millet de fâzıl bir millettir; bütün milletleri, saadete ulaşmak maksadıyla elbirliğiyle çalışan bir dünya da fâzıl bir dünya olur. Fâzıl şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar.”

Şehir, kentsel kurumlar olmadan mevcudiyetini devam ettiremez. Sürekli hareket halinde olan şehir ve dokusu belediye hizmetleri olmadan yürütülemez. Günümüzde merkezileşmiş olan şehirlerin tarihi antikçağa kadar uzanır. Ancak kadim şehirler üzerine inşa edilen yeniyetme kentler geçmişin biçimine sahip olmasa da ruhuna sahip olmalıdır. Bunun için de şehri dizayn edenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Bu bağlamda entelektüelin ve kent yöneticilerinin zihinsel muhayyilesinin zengin olması gerekir. Farabi, şöyle der: “Fazıl şehrin reisi de gelişi güzel herhangi bir adam olamaz. Riyaset iki şeyle olur: birisi reisin riyasete tabiat ve yaradılışı ile müstait bulunmasıyla; diğeri reisin heyetçe ve irâdî melekesi ile riyasete müstait bulunmasıyla. İşte, tabiat ve doğuşunda riyasete müstait olan kimsenin yapacağı sanat herhangi bir sanat olamaz. Zira şehirdeki sanatların çoğu, riyasete değil, hizmet etmeye mahsusturlar. Zaten insanların çoğu da hizmet etmek için yaratılmışlardır.”

Şehir hizmetleri ve sorunlarıyla birlikte belediye yönetimini eksen alan bir anlayışla idare edilir. Ancak bu yönetim anlayışı halkın isteklerini dışlamaz. Paradoksal olarak bu açıdan bakıldığında şehir ikamet edilemeyen, sakinlerini mutsuz eden bir mekâna dönüşür. Şehir anlamlı bir bütün olamıyorsa tecezzi etmeye, dağılmaya ve gettolaşmaya meyyaldir. 

Sonuç olarak kentsel sistemi tasarlayan kimselerin şehri üretilebilen bir özne ve mübadele değeri olan bir nesne olarak görmesi; insani unsurları göz ardı ederek metalaştırması şehirleri yaşanılmaz mekânlara dönüştürüyor. Kentlerin sahih bir anlayışla yeniden üretilmesi için binaların ve alt yapının yenileşmesi değil; yaşayanlarıyla beraber şehrin yeniden katılımlı ve kültürel bir yapıyı inşa etmekten geçtiğini söylüyorum. Bunun için elimizde güzel bir örnek vardır: Medine. Medine’nin Yesrib’den (ki serap kökünden gelir) Medine-i  Münevvere’ye (nurlanmış şehir) dönüşümü bizim temeddünümüzün de ana unsuru. Ancak bu vetirenin şehri tasarlayanların zihnine ve muhayyilesine düşmesi gerekiyor.

Bir zaman şöyle demişim:

Bir şehrin arsaları emlakçilere

Bir şehrin anahtarı siyasilere

Ve bir şehrin hüzünleri şairlere kalır.

GÖRÜNÜR OLMA ÇABASI VE GÜL YETİŞTİREN ADAM

 Dünya hayatı sizi aldatmasın hitabının uzağına düşen insanın acınası durumudur sosyal medya üzerinden kendini pazarlamak. İç dünyamızı curufat yığınına dönüştüren bu narsist hayat tarzı etkilemedik kimse bırakmadı. Kendini bilmek erdeminden kendini bildirmek ukalalığına ne zaman taşındık. Aslında derdimiz var olmak değil, varlığının farkında olmak olmalı değil miydi? Durum özetle şu "memento mori" (fani olduğunu hatırla) dan  "memento vivere" (yaşadığını hatırla) ya.

İnsanın görünür olma isteği sadece hayata bağlı kalma alışkanlığıyla açıklanası değil.  Enaniyet dediğimiz şey yüreğimize, vicdanımıza kısaca bizi insan kılan cevherimize uzak düşmek demek. Bu hastalığı özgürlük kavramıyla açıklayamayız. Sadece görünür olmak, beğenilmek ve ben ben ben naraları…

Aslında bu insandan ve insanlıktan uzak düşmenin yeni bir biçimi. Kendine uzak düşene neresi yakın olabilir? Ona kim yaranlık edebilir? Çeşitliliğiyle baş döndüren sosyal medya platformlarını benlik zemini olarak kullanmaktan bahsediyorum. Yoksa üst seviyede bir bilinç, ait olduğu toplumu bilinçlendirme, aydınlatma, uyarma etkinliklerinden söz etmiyorum. Bu tür bilinç sahipleri için bu kanallar büyük nimet. Kendileri için değil; insan için, insanlık kümesine anlam ve önem kazandıracak değer için çaba gösterenleri tabii ayrı bir kategoride tutuyorum. Bu kemal derecesine yükselmiş kişiler için görünüyor olmanın, görünmenin hatta görünmemenin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

İçinde boşluk olanların,  daha farklı bir ifadeyle içi boş olanların kendilerini diğer insanların beğenisine arz etmeleri geçici bir haz oluşturabilir ancak enaniyet kokan hiçbir eylem o boşluğu dolduramaz. Eğer içiniz dolu, altyapınız sağlam, bilgi donanımınız yeterliyse hiçbir ilgisizlik sizi önemsizleştirmez, itibarsızlaştırmaz. Çünkü bilginin kendisi entelektüeldir. Allahın isimlerinden birisi de el-alim değil midir?

*

Kendilerini görünür kılmak için olmadık şaklabanlık yapanların, yediğini içtiğini, her adımını paylaşanların psikolojik analize tabi tutulması gerekir. Her mahremimizi, her şeyimizi insanlarla paylaşmamız gerekmiyor. Bu tür kimseler için göz ardı edilmek depresyon kaynağıdır. İç huzuru, kalp selameti, vicdan temizliği ve akıl sağlığı kısaca insan olmak açısından kendi sınırlarımız içinde yaşamayı bilmeli.

Onların varlıklarının anlamı kaç beğeni aldıklarıyla ölçülebilir ancak. Onaylanmak, kabul görmek, kadraja girmek bütün çabaları bu yöndedir. Israrla kendini görünür kılmak için çaba sarf edip başkalarının gözüne dayamanıza rağmen yine de rağbet görmüyorsanız, kimliğiniz ve kişiliğinizde bir problem var demektir.  

Kendinizi başkalarının beğenisi oranında, değerli buluyor ve bunu bir statü olarak görüyorsanız hayatınızın anlamı yoktur.  Kişilik inşa edememe hastalığıyla muallelsinizdir. Hakikat nezdinde değeri olmayanların görünür olmak yoluyla kendilerini avutma çabaları, şuursuz insanın mücessem tezahürüdür.

Yaşadığımız dünyada bir sürü görünmeyen insan var. Halbuki onlar göz önündeler. Onlarla aynı ortamlarda yaşıyoruz, karşılarında oturuyoruz ama görmüyoruz. Buradaki görünmezlik karşımızdakinin görünmez olmasıyla ilgili değil bakanın körlüğüyle, ilgisizliğiyle ilgili bir durum.

Burada durup gül yetiştiren adam romanının kahramanına bakmak gerekiyor. Toplumun birçok kesiminde bu kişilerden bulabiliriz.  Onların görünmelerini veya görülmelerini engelleyen bir perde var. Bazen bilinçli olarak görünmez olmak kendi tercihleridir. Bu görülmezliğin yaşadığımız zamanla, çağla çok yakın ilgisi vardır.

Sosyal medyada her platformda karşımıza çıkan görünür olma hastalığına karşı görünmezlik bir ütopyadır. Ancak gül yetiştiren adam gibi kendini bilinçli perdeleyenler dünyamızın güzelleşmesini sağlayanlardır.

İNSANIN KİMLİK ARAYIŞI

 Sosyal bir varlık olan insanın, tabiatı gereği tek başına yaşaması hem biyolojik hem de psikolojik olarak mümkün değildir. Sosyalleşmek bu açıdan mecburi bir süreçtir. Bu süreç içinde insan önce kendini, sonra çevresini tanır. Belki de bu işin önceliği sonrası yoktur. İkisi bir arada gelişir.

Ben, kavramı bir idrak sonucunda kavranır. Şöyle de söyleyebiliriz ‘ben’i idrâk bir eylemdir; bilinçli bir eylem. Bu eylem düşünmenin arkasından tezahür eder. Düşünebilmek için belirli bilgiye sahip olmak zorunludur. Ben dediğimizde hem düşünüyor, hem özne olduğumuzu kavrıyor, hem de benliğimizi idrak ediyoruz. Akletmeye başlıyoruz. Akletmek ise bilinç yükünü omuzlarımızda taşıdığımızın göstergesi. Kendilik-bilincine ermiş, şahsiyetini kazanmış her insan, var oluşunu aklederek hayatı anlamlı kılma konusunda adım atmıştır. Kısaca benlik kavramına eşlik eden bir kavram daha vardır: akletmek. İnsan ‘ben’ bilinci içinden bakmaya başlayınca, her türlü maddî ve manevî olgu ve olayı, kısaca mevcudatı bu çerçeveden değerlendirmeye başlar. Kendisini ve kendi dışındakileri idrâk etmeye çalışan tek varlık insandır. Çünkü insanın en bilinmezi yine kendisidir; bu nedenle insanın kendini tanımlaması, en önemli arayışlardan biridir. Bireyin öznel bütünlüğüne ben diyebiliriz. Bireyin bilinçsel ve ruhsal bütün işlemleri ben kavramıyla dile getirilir. Bu nedenle, mefhûm olarak ben fizikten daha çok metafizikin alanına girer. İnsan idraki sayesinde şahsiyet olduğunun farkına varır. Varlık hakkında bir fikre sahip olur. Sadece varlık değil varlığın yaratıcısını da tanır. ‘Nefsini bilen rabbini bilir.’ Cümlesini böylece daha iyi kavramış oluruz.

Kendilik-bilinci yani ben, beden zemininde yer alır. İnsan kendisini soru konusu yapan tek varlık. Benliğin ortaya çıkması bu soruların ardından gelişir. Öyleyse hem var olmanın hem de hayatın yeniden anlamlı kılınabilmesi benliğin idrakiyle mümkün. Ancak sadece maddi değil; daha çok manevi tarafı ağır basar. Kısaca şuûr da diyebileceğimiz benlik-bilinci, fizikin konusu içinde değerlendirilirse kibre zemin hazırlar. Bu manada ben ve benlik iddiası, kibirdir. Kibir ise Rabbe başkaldırıdır. Anadolu’da ‘benlik’ kelimesi, kibir anlamında kullanılır genellikle. Kısaca ben’in haddini bilmesi var olmanın, hem de yaşamın anlamının zeminidir. İnsanın benliğinin farkında olmaması, insanın kendine yabancılaşması, hayata ve ölüme yabancılaşması demektir. Bilinç olmadan hayat ve ölüm anlamsızlaşır hayatın anlamının olmaması ise insan için trajedidir. Bu trajedi insanı kemiren ağaç kurdu gibi sessizce görevini yapar. İnsan kendisini hiçlikle tanımlarsa insanın, insan olmak bakımından hiçbir anlamı yoktur. Hâlbuki insanda bedenle birlikte mana vardır mana beden gibi çürümez ve yok olmaz. İnsan, kendini anlamlandırdığı andan itibaren metafiziktir; başka bir deyişle anlamın bizatihi kendisidir. Şüphesiz, madde ile mananın terkibi olan insanın ben kavramına hasrettiği mana sadece fizik değildir.

Benlik, kişilik, kimlik ve şahsiyet gibi kavramların da insanın tanımlanmasında önemli rolleri var. Çünkü tanımlama sınır koymaktan ibarettir. İnsan ben düşüncesiyle kendini sınırlar; bu da bilincin içeriğini belirler. İdrak boyutuna geçen insan kendini müdrik olur. Yani kendisini bilir. İnsan için en anlamlı ve kendisini eritecek soru nereye sorusudur. Bu soru hem benliğini idrak etmesine hem de hayatı anlamlandırmasına yarar. Nereye sorusunu sormamak insanı hiçliğe mahkûm eder. Ben, bilinçli bireyin kendini başkalarından ayırmasını dile getiren sözcük. Yaratılanın yaratıldığı hâl üzere olması demek; bunu bizim kültürümüzde ‘kul’ kelimesiyle ifade ediyoruz. Benlik algısı, kişinin kendisiyle ilgili algılarının bütünüdür. Yani kişinin sınırlarını, haddini bilmesi, kul olduğunun farkında olması. İnsanın anlam arayışı, basit bir tanımlama sorunu değil, bizatihi yaşama nedenidir; anlamlandırma yetisini kaybeden insan, insanlıktan feragat eder.

Bazı sorular, insan olmamız dolayısıyla sürekli zihnimize gelen sorulardır; çünkü bu sorular bizi insan kılar, insan olduğumuzu fark ettirir... Nereden geldim (yaratılış), neredeyim (mekan) ve nereye gidiyorum (sonuç). Bu üç soru hem bilincin hem de ben olmanın anlamlı sorularıdır. Benlik bilinci, bir tür farkındalık olarak, hem kendimiz hakkında hem de mevcudat hakkında düşünmemizi sağlar. Yine bu sorular, insanlığımızla yüzleşmemizi sağlarlar ve istikâmet üzere olmamıza zemin hazırlarlar. Ben’in ölümden sonraki durumunun idraki de benin anlam kazanmasını sağlar. Bu sayede ben’e mustakim bir yol çizilir. Bu yolun adına kulluk diyoruz. (Sırat-ı Müstakim)

İnsanın yalnızca birey olarak değil; tür olarak bilincine de biz diyoruz. Çünkü insanın, varlığını, kendi varlığını idrak etmeden başkalarının varlığını idrak etmesi; kendi varlığını takdir etmeden başka varlıkları takdir etmesi mümkün değildir. “Ben” ile “biz” arasındaki ilişkiye bakarsak tarihsel olarak “biz”in “ben”i yuttuğunu ve onu kendi içinde erittiğini söyleyenler çıkabilir. Ancak temellerinin sağlam olarak atıldığı benlik biz içerisinde kendiliğini, şahsiyetini ortaya koyar. Birçok kültürde “ben” maddi varlık karşılığı olarak kullanıldığından benlik, “nefs” karşılığı bir kötülüğü imler. Buradaki ben daha çok maddi bir varlığı imler. ‘Ben’ olmadan, ‘biz’ olmaz. Ben yoksa bir toplulukta, artık oradaki toplum kendi benliğine yabancılaştırılmıştır. Böyle bir topluluğu kalabalık olarak isimlendirebiliriz. ‘Biz’ diyebilmek için, ‘biz’i oluşturan tek tek ben’lerin orijinalliklerinden söz etmek gerekir. Foucault’nun dediği gibi “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir.” Bir toplulukta ‘ben’ yoksa ‘biz’ ruhu da yoktur kısaca.

Kendini anlamlandıran bir varlık olarak insanın, toplumdaki yeri nedir? Ben nerede bitiyor, biz nerede başlıyor? Ben, biz’in tamamlayıcı bir parçası mı yoksa biz’in içinde kaybolan bir şey mi? Yoksa- “ben”, “biz”i bütünleyen, ama kendi varlığını ve orijinalliğini kaybetmeyen bir şey mi? Ben ve biz birbirini tamamladığından, insanın ben den sonra biz kavramına yönelmesi gerekir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Biz bu sosyal alanı temsil eder. Bütün bu sorulara daldığımızda psikoloji, felsefe ve sosyoloji alanlarında aynı anda top koşturuyoruz demektir. Çünkü “ben” kavramını açıklamak için özellikle bu üç alandan yapılacak açıklamalar birbirini tamamlar ve aralarında diyalektik bir ilişki vardır. Ancak o alanlara girmek bu yazının sınırlarını aşar.

Biz bilinci müşterek aidiyetten benin pay almasını sağlar; ama aynı zamanda o müşterek aidiyet içinde kişilere, kendilerine has tarzlarını oluşturma fırsatını da verir. Sosyalleşmek bu açıdan bir ‘insanlaşmak’ süreci olarak nitelendirilebilir. Sosyalleşmenin birçok katmanı var; bunun ideal katmanına bizim kültürümüz ümmet diyor. Bütün müminler kardeştir. hitabına muhatap olan topluluk. Bu topluluğun idealize olmamış haline Yesevi ‘sahte ümmet’ der. Bunun için yukarıda ‘kalabalık’ kelimesini kullanmıştık. Yesevî’nin sık sık vurguladığı gibi bir insanı tanımak, onun yoluna, yoldaşına ve yol alış tarzına bakmakla mümkündür. Ben’den "biz"e kalbolmak yani tevhidi gerçekleştirmek ‘çokluk’ta ‘bir’i görebilen tevhid algısıyla mümkün. Kesreti vahdette, vahdeti kesrette yaşamak ümmet bilincini oluşturan önemli bir bakış açısıdır.

Kişi kendisi oldukça kendi benliğine yaklaşır. Bunun tersine kişi yabancılaştıkça ‘ben’den de ‘biz’den de söz edilemez. İnsan bilincini kendine yönelttiğinde, sahsiyetini kazanarak insanlaşmaya başlar bu idrak seviyesi, insân-ı kâmil oluncaya değin devam eder. Bu tür insanların oluşturduğu topluluğu Farabi, el-Medinetü’l-Fazıla (ideal devlet) olarak isimlendirir.

Modern dünyada biz’i simgeleyen ne varsa küresel sistem tarafından törpülenmektedir. Fakat yalnızca ‘biz’ değil, ‘ben’ de erozyona uğratılmıştır. Sosyal medya dediğimiz alan sahte bir prototip oluşturularak bireylerin tek tek ona dönüşümleri sağlanmıştır. Ortada ‘ben’ ve ‘biz’ olmayınca insan kalmamıştır. Çünkü kendisine yabancılaştırılan insan, kendi gerçek benliğini idrak edemez, özgürlük isteği duymaz. Daha farklı bir ifadeyle kapitalist sistem, bireye sanal biçimde özgür olduğu yanılsamasını verir. Aslında kul için, kulluğu kabul edenler için mutlak özgürlük yoktur. Birey, kendisinin özgür olduğu yanılsamasıyla bir hayat yaşar. Aslında tamamen yalanlar üzerine kurulu bir hayatı yaşamaktadır. Kendi benliğinden de o derece uzaklaşmıştır. Burada ne ben’den ne de biz’den söz edilebilir.