Sosyal bir varlık olan insanın, tabiatı gereği tek başına yaşaması hem biyolojik hem de psikolojik olarak mümkün değildir. Sosyalleşmek bu açıdan mecburi bir süreçtir. Bu süreç içinde insan önce kendini, sonra çevresini tanır. Belki de bu işin önceliği sonrası yoktur. İkisi bir arada gelişir.
Ben, kavramı bir idrak sonucunda kavranır. Şöyle de söyleyebiliriz
‘ben’i idrâk bir eylemdir; bilinçli bir eylem. Bu eylem düşünmenin arkasından
tezahür eder. Düşünebilmek için belirli bilgiye sahip olmak zorunludur. Ben
dediğimizde hem düşünüyor, hem özne olduğumuzu kavrıyor, hem de benliğimizi
idrak ediyoruz. Akletmeye başlıyoruz. Akletmek ise bilinç yükünü omuzlarımızda
taşıdığımızın göstergesi. Kendilik-bilincine ermiş, şahsiyetini kazanmış her insan,
var oluşunu aklederek hayatı anlamlı kılma konusunda adım atmıştır. Kısaca
benlik kavramına eşlik eden bir kavram daha vardır: akletmek. İnsan ‘ben’ bilinci
içinden bakmaya başlayınca, her türlü maddî ve manevî olgu ve olayı, kısaca
mevcudatı bu çerçeveden değerlendirmeye başlar. Kendisini ve kendi
dışındakileri idrâk etmeye çalışan tek varlık insandır. Çünkü insanın en bilinmezi
yine kendisidir; bu nedenle insanın kendini tanımlaması, en önemli arayışlardan
biridir. Bireyin öznel bütünlüğüne ben diyebiliriz. Bireyin bilinçsel ve ruhsal
bütün işlemleri ben kavramıyla dile getirilir. Bu nedenle, mefhûm olarak ben
fizikten daha çok metafizikin alanına girer. İnsan idraki sayesinde şahsiyet
olduğunun farkına varır. Varlık hakkında bir fikre sahip olur. Sadece varlık
değil varlığın yaratıcısını da tanır. ‘Nefsini bilen rabbini bilir.’ Cümlesini
böylece daha iyi kavramış oluruz.
Kendilik-bilinci yani ben, beden zemininde yer alır. İnsan
kendisini soru konusu yapan tek varlık. Benliğin ortaya çıkması bu soruların
ardından gelişir. Öyleyse hem var olmanın hem de hayatın yeniden anlamlı
kılınabilmesi benliğin idrakiyle mümkün. Ancak sadece maddi değil; daha çok
manevi tarafı ağır basar. Kısaca şuûr da diyebileceğimiz benlik-bilinci, fizikin
konusu içinde değerlendirilirse kibre zemin hazırlar. Bu manada ben ve benlik
iddiası, kibirdir. Kibir ise Rabbe başkaldırıdır. Anadolu’da ‘benlik’ kelimesi,
kibir anlamında kullanılır genellikle. Kısaca ben’in haddini bilmesi var
olmanın, hem de yaşamın anlamının zeminidir. İnsanın benliğinin farkında
olmaması, insanın kendine yabancılaşması, hayata ve ölüme yabancılaşması demektir.
Bilinç olmadan hayat ve ölüm anlamsızlaşır hayatın anlamının olmaması ise insan
için trajedidir. Bu trajedi insanı kemiren ağaç kurdu gibi sessizce görevini
yapar. İnsan kendisini hiçlikle tanımlarsa insanın, insan olmak bakımından
hiçbir anlamı yoktur. Hâlbuki insanda bedenle birlikte mana vardır mana beden
gibi çürümez ve yok olmaz. İnsan, kendini anlamlandırdığı andan itibaren
metafiziktir; başka bir deyişle anlamın bizatihi kendisidir. Şüphesiz, madde
ile mananın terkibi olan insanın ben kavramına hasrettiği mana sadece fizik
değildir.
Benlik, kişilik, kimlik ve şahsiyet gibi kavramların da insanın
tanımlanmasında önemli rolleri var. Çünkü tanımlama sınır koymaktan ibarettir.
İnsan ben düşüncesiyle kendini sınırlar; bu da bilincin içeriğini belirler.
İdrak boyutuna geçen insan kendini müdrik olur. Yani kendisini bilir. İnsan
için en anlamlı ve kendisini eritecek soru nereye sorusudur. Bu soru hem
benliğini idrak etmesine hem de hayatı anlamlandırmasına yarar. Nereye sorusunu
sormamak insanı hiçliğe mahkûm eder. Ben, bilinçli bireyin kendini
başkalarından ayırmasını dile getiren sözcük. Yaratılanın yaratıldığı hâl üzere
olması demek; bunu bizim kültürümüzde ‘kul’ kelimesiyle ifade ediyoruz. Benlik
algısı, kişinin kendisiyle ilgili algılarının bütünüdür. Yani kişinin
sınırlarını, haddini bilmesi, kul olduğunun farkında olması. İnsanın anlam
arayışı, basit bir tanımlama sorunu değil, bizatihi yaşama nedenidir;
anlamlandırma yetisini kaybeden insan, insanlıktan feragat eder.
Bazı sorular, insan olmamız dolayısıyla sürekli zihnimize gelen
sorulardır; çünkü bu sorular bizi insan kılar, insan olduğumuzu fark ettirir...
Nereden geldim (yaratılış), neredeyim (mekan) ve nereye gidiyorum (sonuç). Bu
üç soru hem bilincin hem de ben olmanın anlamlı sorularıdır. Benlik bilinci,
bir tür farkındalık olarak, hem kendimiz hakkında hem de mevcudat hakkında
düşünmemizi sağlar. Yine bu sorular, insanlığımızla yüzleşmemizi sağlarlar ve
istikâmet üzere olmamıza zemin hazırlarlar. Ben’in ölümden sonraki durumunun idraki
de benin anlam kazanmasını sağlar. Bu sayede ben’e mustakim bir yol çizilir. Bu
yolun adına kulluk diyoruz. (Sırat-ı Müstakim)
İnsanın yalnızca birey olarak değil; tür olarak bilincine de biz
diyoruz. Çünkü insanın, varlığını, kendi varlığını idrak etmeden başkalarının
varlığını idrak etmesi; kendi varlığını takdir etmeden başka varlıkları takdir
etmesi mümkün değildir. “Ben” ile “biz” arasındaki ilişkiye bakarsak tarihsel
olarak “biz”in “ben”i yuttuğunu ve onu kendi içinde erittiğini söyleyenler
çıkabilir. Ancak temellerinin sağlam olarak atıldığı benlik biz içerisinde kendiliğini,
şahsiyetini ortaya koyar. Birçok kültürde “ben” maddi varlık karşılığı olarak
kullanıldığından benlik, “nefs” karşılığı bir kötülüğü imler. Buradaki ben daha
çok maddi bir varlığı imler. ‘Ben’ olmadan, ‘biz’ olmaz. Ben yoksa bir
toplulukta, artık oradaki toplum kendi benliğine yabancılaştırılmıştır. Böyle
bir topluluğu kalabalık olarak isimlendirebiliriz. ‘Biz’ diyebilmek için,
‘biz’i oluşturan tek tek ben’lerin orijinalliklerinden söz etmek gerekir.
Foucault’nun dediği gibi “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse
yok demektir.” Bir toplulukta ‘ben’ yoksa ‘biz’ ruhu da yoktur kısaca.
Kendini anlamlandıran bir varlık olarak insanın, toplumdaki yeri
nedir? Ben nerede bitiyor, biz nerede başlıyor? Ben, biz’in tamamlayıcı bir
parçası mı yoksa biz’in içinde kaybolan bir şey mi? Yoksa- “ben”, “biz”i
bütünleyen, ama kendi varlığını ve orijinalliğini kaybetmeyen bir şey mi? Ben ve
biz birbirini tamamladığından, insanın ben den sonra biz kavramına yönelmesi
gerekir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır. Biz bu sosyal alanı temsil eder. Bütün
bu sorulara daldığımızda psikoloji, felsefe ve sosyoloji alanlarında aynı anda
top koşturuyoruz demektir. Çünkü “ben” kavramını açıklamak için özellikle bu üç
alandan yapılacak açıklamalar birbirini tamamlar ve aralarında diyalektik bir
ilişki vardır. Ancak o alanlara girmek bu yazının sınırlarını aşar.
Biz bilinci müşterek
aidiyetten benin pay almasını sağlar; ama aynı zamanda o müşterek aidiyet
içinde kişilere, kendilerine has tarzlarını oluşturma fırsatını da verir.
Sosyalleşmek bu açıdan bir ‘insanlaşmak’ süreci olarak nitelendirilebilir.
Sosyalleşmenin birçok katmanı var; bunun ideal katmanına bizim kültürümüz ümmet
diyor. “Bütün müminler kardeştir.” hitabına muhatap olan topluluk. Bu topluluğun
idealize olmamış haline Yesevi ‘sahte ümmet’ der. Bunun için yukarıda
‘kalabalık’ kelimesini kullanmıştık. Yesevî’nin sık sık vurguladığı gibi bir
insanı tanımak, onun yoluna, yoldaşına ve yol alış tarzına bakmakla mümkündür.
Ben’den "biz"e kalbolmak yani tevhidi gerçekleştirmek ‘çokluk’ta ‘bir’i
görebilen tevhid algısıyla mümkün. Kesreti vahdette, vahdeti kesrette yaşamak ümmet
bilincini oluşturan önemli bir bakış açısıdır.
Kişi kendisi oldukça
kendi benliğine yaklaşır. Bunun tersine kişi yabancılaştıkça ‘ben’den de
‘biz’den de söz edilemez. İnsan bilincini kendine yönelttiğinde, sahsiyetini
kazanarak insanlaşmaya başlar bu idrak seviyesi, insân-ı kâmil oluncaya değin
devam eder. Bu tür insanların oluşturduğu topluluğu Farabi,
el-Medinetü’l-Fazıla (ideal devlet) olarak isimlendirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder