Hayat sürekli değişimlerin alanı. İnsan sürekli değişim ve gelişim halinde. Şehirlerin de değişmesi kaçınılmaz. Nitekim geçirdiğimiz sarsıcı medeniyet çalkantıları içerisinde şehirlerimizi de değişti. Bu değişmelerde yeniliğe duyulan kuvvetli arzu ve yeni teknolojilerin sunduğu imkânlar değişimle birlikte birçok değerimizi kaybetmeye de neden oldu. Tanpınar, bu değişimleri “bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçler” diye ifade eder. Şehir, her insan ruhunda farklı bir tasavvurla zuhur ediyorsa ve o insana izafeten değişken bir çehresi bulunuyorsa çocuk ruhunda şehir nasıl şekilleniyor?
Hayat ve insana ait kadim değerler içermesi
gereken şehir kültürü medeniyet faaliyetlerinin münbit alanıdır. Bir şehir bu
faaliyetlerle hayata katılır ve hayatta kalır. Medeniyete katkı yaparken
kendisi de değer kazanır; kendi medeniyet coğrafyasında yerini alır. Özet bir
ifadeyle şehre isnat edilen medeniyet ve şehir birbirlerini karşılıklı inşa
ederler. Şehirler bir toplumun medeniyet argümanlarının bir arada bulunduğu
yerdir. Hayatın değişik vechelerini içinde barındırır. Toplumsal ilişkilerin
çeşitlendiği ve daha da karmaşıklaştığı yerlerdir. Uygarlığa ait olayların
merkezi şehirlerdir dersek abartılı olmaz.
Çoğu insan bir şehirde yaşar, bir ömür tüketir.
Yaşadığı şehirle ne bir ünsiyeti ne de bir ruh birlikteliği olur. Çünkü
şehirler fıtrata ait o ruhu çoktan kaybetmiştir. Bir insanın hayatına
dokunabilmesi için şehrin bir ruh derinliğine sahip olmak gerekir. Şehirle
insan arasındaki bağ daha sokağa adımımızı attığımız o andan itibaren başlar.
Şehirle irtibatımız daha çocuklukta oyun üzerinden kurulur, bir dil üzerinden
yürür gider. Şehri paraya benzetirsek bir yüzünü fiziki mekânlar oluştururken
diğer yüzünü insanlar oluşturur. İnsan şehri imar ederek görünür kılarken,
şehir de eğitilebilir bu canlıyı içeriden inşa ederek kendisine benzetir.
Farklı bir ifadeyle ruhunu ona üfürür.
Zihnimiz, bizi anlamların dünyası ile
varlıkların dünyası arasında bir bağ kurmaya zorlar. Yani yaşarken; varlıktan
anlama, anlamdan varlığa doğru bir ilişkiler yumağı oluşturmanın gayretinde oluruz.
Öncelikle şehir, karışık bir ilişkiler ağı, aynı zamanda anlamlar içeren bir
çevre/dünyadır bizim için. Aynı zamanda şehir kendi bünyesinde insanı, bir mana
olarak taşır. Şehir dediğimizde insandan tamamen uzak bir mekândan bahsedemeyiz.
Şehir insanla kaim olduğuna göre bir şehrin yaşanabilir olması insanın doğasına
uygun davranması gerekir. Yaşanabilir şehrin hangi vasıflara sahip olması
beklenir? Birçok vasıf sayılabilir ama insan odaklı deyip işin içinden
çıkabiliriz. İnsan odaklı, yani tarihi ve kültürü ile uyumu, doğaya saygılı,
sosyalleşmeye engel olmayan ve güvenliğimizi sağlayan. Bu saydığımız vasıflar
çocukluk dönemimizde daha bir önem kazanır.
Aslında çocuk şehrin her mekânından bize bakan
bir varlıktır ve hatta ‘insan’ın bizatihi bozulmamış saf halidir. Bu sebeple
çocuk ruhunu anlamayan ve onu hesaba katmayan ne bir şehir düşünülebilir ne de mekân.
Çocukluk elbette şehrin planlamasında bir park, bir oyun alanı bir yuva olarak
kendini gösterir. Ancak yukarıda söylediğimiz insan odaklı ve güvenli olmak
gibi unsurlar asla ihmal edilmemelidir. Özellikle sosyalleşme belki de bir
veraset yoluyla hayatımızda bulduğumuz şehir tarafımızdır. İnsanın çocukluktaki
safiyetini devam ettirebilmek için şehirle olan irtibatının sahih bir zemine
oturması gerekir. Konumuz çocuk olunca ve çocuk ruhunun karşısına heyula
yapısıyla şehri koymuşsak o zaman iki kere düşünmek icabeder. Çocuk bu resme
neresinden dâhil olabilir, bizim şehirle birlikte çocuğu nasıl
konumlandıracağımız kolay bir mesele değildir. Hava kirliliği, gürültü,
kalabalık, dar oyun alanları gibi olumsuzluklar çocukları nasıl etkiliyor?
Tarih ve kültürle barışık şehir dediğimizde
şöyle bir çevremize bakmamız yeterlidir. Çevremizde tarihten izler görebiliyor
muyuz? Var olanları da zaten betonlara gömülmüş vaziyette. Ne insani yaşam
alanları görebiliyoruz; ne de çocuk ruhuna hitap edecek mekânlar. Türkiye’de
imar işlerinin bir mimari tasavvuru yok maalesef. Toplama kampları gibi beton
binaların içinde çocukları yığmak ne bir medeniyet tasavvuru ile ne bir
insanlık tasavvuru ile izah edilebilir. Bu tür yapıların çocuk ruhu üzerinde ne
tür etkiler yaptığı yeterince araştırılmış mıdır? İnsan hem toplumun, hem de
tarihin bir parçası; bu ilişkiye biz medeniyet diyoruz. İnsanı medeniyet
vasatından koparmak çok ciddi ruhsal tahribatlara kapı açabilir.
Şair
ne güzel dile getirmiş:
İndirin
balkonlardan çocukları
Hayatı kılmayın yasak
Yoksa kentin kafesinde çocuklar
Ebediyen ağlayacak (Murat Can İncel)
Mahremiyeti düşünmeden yapılan bina tasarımları artık çocuklara özgü olan oynama, bağırıp çağırma eyleminin evlerde yasaklanır olduğu gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakmıştır. Kendi meskeninde konuşmasını sınırladığınız, özgürlüğüne müdahale ettiğiniz çocuğun ruh dünyasını tahrip etmişsiniz demektir. Sokak olarak çocukların kendisini daha özgür hissettiği mekânlara gelince park sorununu çözemeyen belediyeler yüzünden zaten ortada sokak kalmadı. Sokaklar arabaların park alanına dönüştü.
Çocukların oyun oynayacağı alanların talan
edildiği bir şehirde suni parklar çocukların ruh dünyasına hitap etmiyor. Meskenlerimizin
yetişkinler için anlamıyla çocuklar için taşıdığı anlam arasında, oldukça büyük
fark var. Konut, yetişkin için, kendini güvenlikte ve egemen hissettiği mekân…
Oysa çocuklar nedense hep sokakta olmak istiyorlar. Buradan hareketle sokaklar
şehrin çocukluk evresinde denk gelir diye söyleyebiliriz. Sokağın eve göre
sınırlarının daha açık oluşu, iletişime imkân vermesi çocuklar için özgürlüğün
yaşanabildiği bir mekân. Hâlbuki bu gün yaşam alanlarımız maalesef zorunlu
kısıtlamaların çokça var olduğu, üstelik bir sürü kurallar dayatan, yasaklar
listesinin epey kabarık olduğu mekânlar halini almış.
Oyun oynamanın yasak olduğu bir mekânda
çocuklara yer yok demektir. İnsanın mutluluğu bulunduğu atmosferin
uyumuyla ilgilidir. Bulunduğu çevrenin insan ruhuna etkisi vardır. Çocukların
payına düşen, artık teknolojik araçlarla dış dünyaya açılmak.
Sokağa alternatif olarak çocuklara sunabildiğimiz mekânlar yok. Çocuğunun
elini bırakmaktan korkan ebeveynlerin haklılık payı var. Ancak çocukta ki
özgürlük düşüncesi yara alıyor. Bunun sebebi de kentleşmenin getirdiği aksak
tasarım. Ağaçsız, yeşilsiz, çiçeksiz, bahçesiz, göksüz, havasız şehirlerde
hapis hayatı yaşayan çocuklar… Bu şehirler, tabiattan uzaklaşmalarının
bedelini, hiç şüphesiz, içlerinde yaşayanlara ödetecek, en çokta çocuklara.
Çocuk oyun alanlarının suni yapısı çocukların
toprakla ve doğayla buluşmasını engelliyor. Çocuğun ayağı toprağa çimene
dokunmuyor. Doğası katledilmiş kentlerde yaşamayı nasıl bu
kadar doğal bulabiliyoruz şaşıyorum doğrusu. Eskiden sokaklar oyun
alanlarıydı, günümüzde sokak çeşitli sebeplerle çocuklar için güvenli bir alan olmaktan
çıktı. Bu yüzden kadim şehirlerde insanın ruhsal bütünlüğüne, insanca
yaşamasına imkân veren bir mimari yapı geliştirmiştir. Çıkmaz sokaklar çocukların
güvenliğinin sağlandığı mekânlar olarak varlığını sürdürmüştür.
*-*
En önemli soru “ne yapmalıyız?” şeklinde
karşımıza çıkıyor. Konumuz çocuksa ve biz de çocuğun karşısına baş edemeyeceği
bir canavar olarak şehri yerleştirmişsek o zaman işin kolay olmadığını peşinen
kabul etmek durumundayız. Bir çocuk kendi ruh dünyasına ait argümanları şehrin
hangi kodlarında arayıp bulabilir? Belki de sorulacak en önemli soru budur ve bu
soruya verilecek cevap bu meselenin halline ışık tutabilir.
Ev bize ait olduğu gibi sokak ve mahallenin de
bize ait olduğu yerleşim yerlerinde kendimizi daha güvende hissederiz ve bu
bizi mutlu kılar. Çevreyi tanıma tecrübesi yeni oluşan çocuk için sokak ve
mahalle daha bir önem kazanır. Öncelikle insanların kendilerine dayatılan kentsel
yaşamdan kurtulabilmelerini sağlayacak bir algı dönüşümüne ihtiyaç
bulunmaktadır. Çocukların ihtiyaç duyduğu şey sadece bu kadar mı? Doğal bir
ortamda büyüyerek toplumun parçası haline gelebilmeleri için uygun mekâna sahip
olma hakkı… Şehrin sahiplenmesi mekânlara aidiyet duymakla başlar; bu şekilde
daha küçük yaşlarda şehirle çocuk arasında derinlemesine birçok bağ da tesis
edilmiş olur. Kendi dünyalarında deneyimlerinin geçerli kabul edilmesi ve kendi
hayatlarını yaşamaları, başkalarınınkini değil… Maalesef çocuklar kendilerini
ait hissetmedikleri mekânlarda hayatlarını tüketiyorlar.
Hafıza ve hatırlama daha çok çocukluk
dönemlerine ait hatıraları diri tutar. Aslında çocuklar hatırlanacak şeylerin
nispeten çok az olduğu bir çağda yaşıyor. Sürekli değiştirilen evler,
uzaklaşılan mahalleler ve terk edilen şehirler hafızanın da silikleşmesine
sebep oluyor. İnsanoğlunun geçmişten geleceğe kurduğu köprünün önemi;
ziyadesiyle hatırlama üzerine kuruludur. Zihin geleceği kurmak adına referans
aldığı en değerli malzemeleri hatıralarla besler. Geleceği önemseyen zihnimiz o
kurgu üzerine geri dönüşler yaparak geçmişi yeniden oluşturmaya çalışır.
Maalesef derleme mimarisi, zoraki planlaması,
silik bir hayatı bize dayatması sebebiyle şehirlerimiz silik karekterli
çocuklara ev sahipliği yapıyor. Daha güvenli şehirlerin ve sokakların çocukları
daha özgüvenli olacaktır.