3 Kasım 2024 Pazar

ŞEHİR VE ÇOCUK

Hayat sürekli değişimlerin alanı. İnsan sürekli değişim ve gelişim halinde. Şehirlerin de değişmesi kaçınılmaz. Nitekim geçirdiğimiz sarsıcı medeniyet çalkantıları içerisinde şehirlerimizi de değişti. Bu değişmelerde yeniliğe duyulan kuvvetli arzu ve yeni teknolojilerin sunduğu imkânlar değişimle birlikte birçok değerimizi kaybetmeye de neden oldu. Tanpınar, bu değişimleri “bütün yaşama ümitlerimizin bağlı olduğu uzun ve sarsıcı tecrübenin bizi getirdiği sert dönemeçler” diye ifade eder. Şehir, her insan ruhunda farklı bir tasavvurla zuhur ediyorsa ve o insana izafeten değişken bir çehresi bulunuyorsa çocuk ruhunda şehir nasıl şekilleniyor?

Hayat ve insana ait kadim değerler içermesi gereken şehir kültürü medeniyet faaliyetlerinin münbit alanıdır. Bir şehir bu faaliyetlerle hayata katılır ve hayatta kalır. Medeniyete katkı yaparken kendisi de değer kazanır; kendi medeniyet coğrafyasında yerini alır. Özet bir ifadeyle şehre isnat edilen medeniyet ve şehir birbirlerini karşılıklı inşa ederler. Şehirler bir toplumun medeniyet argümanlarının bir arada bulunduğu yerdir. Hayatın değişik vechelerini içinde barındırır. Toplumsal ilişkilerin çeşitlendiği ve daha da karmaşıklaştığı yerlerdir. Uygarlığa ait olayların merkezi şehirlerdir dersek abartılı olmaz.

Çoğu insan bir şehirde yaşar, bir ömür tüketir. Yaşadığı şehirle ne bir ünsiyeti ne de bir ruh birlikteliği olur. Çünkü şehirler fıtrata ait o ruhu çoktan kaybetmiştir. Bir insanın hayatına dokunabilmesi için şehrin bir ruh derinliğine sahip olmak gerekir. Şehirle insan arasındaki bağ daha sokağa adımımızı attığımız o andan itibaren başlar. Şehirle irtibatımız daha çocuklukta oyun üzerinden kurulur, bir dil üzerinden yürür gider. Şehri paraya benzetirsek bir yüzünü fiziki mekânlar oluştururken diğer yüzünü insanlar oluşturur. İnsan şehri imar ederek görünür kılarken, şehir de eğitilebilir bu canlıyı içeriden inşa ederek kendisine benzetir. Farklı bir ifadeyle ruhunu ona üfürür.

Zihnimiz, bizi anlamların dünyası ile varlıkların dünyası arasında bir bağ kurmaya zorlar. Yani yaşarken; varlıktan anlama, anlamdan varlığa doğru bir ilişkiler yumağı oluşturmanın gayretinde oluruz. Öncelikle şehir, karışık bir ilişkiler ağı, aynı zamanda anlamlar içeren bir çevre/dünyadır bizim için. Aynı zamanda şehir kendi bünyesinde insanı, bir mana olarak taşır. Şehir dediğimizde insandan tamamen uzak bir mekândan bahsedemeyiz. Şehir insanla kaim olduğuna göre bir şehrin yaşanabilir olması insanın doğasına uygun davranması gerekir. Yaşanabilir şehrin hangi vasıflara sahip olması beklenir? Birçok vasıf sayılabilir ama insan odaklı deyip işin içinden çıkabiliriz. İnsan odaklı, yani tarihi ve kültürü ile uyumu, doğaya saygılı, sosyalleşmeye engel olmayan ve güvenliğimizi sağlayan. Bu saydığımız vasıflar çocukluk dönemimizde daha bir önem kazanır.

Aslında çocuk şehrin her mekânından bize bakan bir varlıktır ve hatta ‘insan’ın bizatihi bozulmamış saf halidir. Bu sebeple çocuk ruhunu anlamayan ve onu hesaba katmayan ne bir şehir düşünülebilir ne de mekân. Çocukluk elbette şehrin planlamasında bir park, bir oyun alanı bir yuva olarak kendini gösterir. Ancak yukarıda söylediğimiz insan odaklı ve güvenli olmak gibi unsurlar asla ihmal edilmemelidir. Özellikle sosyalleşme belki de bir veraset yoluyla hayatımızda bulduğumuz şehir tarafımızdır. İnsanın çocukluktaki safiyetini devam ettirebilmek için şehirle olan irtibatının sahih bir zemine oturması gerekir. Konumuz çocuk olunca ve çocuk ruhunun karşısına heyula yapısıyla şehri koymuşsak o zaman iki kere düşünmek icabeder. Çocuk bu resme neresinden dâhil olabilir, bizim şehirle birlikte çocuğu nasıl konumlandıracağımız kolay bir mesele değildir. Hava kirliliği, gürültü, kalabalık, dar oyun alanları gibi olumsuzluklar çocukları nasıl etkiliyor?

Tarih ve kültürle barışık şehir dediğimizde şöyle bir çevremize bakmamız yeterlidir. Çevremizde tarihten izler görebiliyor muyuz? Var olanları da zaten betonlara gömülmüş vaziyette. Ne insani yaşam alanları görebiliyoruz; ne de çocuk ruhuna hitap edecek mekânlar. Türkiye’de imar işlerinin bir mimari tasavvuru yok maalesef. Toplama kampları gibi beton binaların içinde çocukları yığmak ne bir medeniyet tasavvuru ile ne bir insanlık tasavvuru ile izah edilebilir. Bu tür yapıların çocuk ruhu üzerinde ne tür etkiler yaptığı yeterince araştırılmış mıdır? İnsan hem toplumun, hem de tarihin bir parçası; bu ilişkiye biz medeniyet diyoruz. İnsanı medeniyet vasatından koparmak çok ciddi ruhsal tahribatlara kapı açabilir.

Şair ne güzel dile getirmiş:

İndirin balkonlardan çocukları
Hayatı kılmayın yasak
Yoksa kentin kafesinde çocuklar
Ebediyen ağlayacak
(Murat Can İncel)

Mahremiyeti düşünmeden yapılan bina tasarımları artık çocuklara özgü olan oynama, bağırıp çağırma eyleminin evlerde yasaklanır olduğu gerçeğiyle bizi karşı karşıya bırakmıştır. Kendi meskeninde konuşmasını sınırladığınız, özgürlüğüne müdahale ettiğiniz çocuğun ruh dünyasını tahrip etmişsiniz demektir. Sokak olarak çocukların kendisini daha özgür hissettiği mekânlara gelince park sorununu çözemeyen belediyeler yüzünden zaten ortada sokak kalmadı. Sokaklar arabaların park alanına dönüştü.

Çocukların oyun oynayacağı alanların talan edildiği bir şehirde suni parklar çocukların ruh dünyasına hitap etmiyor. Meskenlerimizin yetişkinler için anlamıyla çocuklar için taşıdığı anlam arasında, oldukça büyük fark var. Konut, yetişkin için, kendini güvenlikte ve egemen hissettiği mekân… Oysa çocuklar nedense hep sokakta olmak istiyorlar. Buradan hareketle sokaklar şehrin çocukluk evresinde denk gelir diye söyleyebiliriz. Sokağın eve göre sınırlarının daha açık oluşu, iletişime imkân vermesi çocuklar için özgürlüğün yaşanabildiği bir mekân. Hâlbuki bu gün yaşam alanlarımız maalesef zorunlu kısıtlamaların çokça var olduğu, üstelik bir sürü kurallar dayatan, yasaklar listesinin epey kabarık olduğu mekânlar halini almış.

Oyun oynamanın yasak olduğu bir mekânda çocuklara yer yok demektir. İnsanın mutluluğu bulunduğu atmosferin uyumuyla ilgilidir. Bulunduğu çevrenin insan ruhuna etkisi vardır. Çocukların payına düşen, artık teknolojik araçlarla dış dünyaya açılmak. Sokağa alternatif olarak çocuklara sunabildiğimiz mekânlar yok. Çocuğunun elini bırakmaktan korkan ebeveynlerin haklılık payı var. Ancak çocukta ki özgürlük düşüncesi yara alıyor. Bunun sebebi de kentleşmenin getirdiği aksak tasarım. Ağaçsız, yeşilsiz, çiçeksiz, bahçesiz, göksüz, havasız şehirlerde hapis hayatı yaşayan çocuklar… Bu şehirler, tabiattan uzaklaşmalarının bedelini, hiç şüphesiz, içlerinde yaşayanlara ödetecek, en çokta çocuklara.

Çocuk oyun alanlarının suni yapısı çocukların toprakla ve doğayla buluşmasını engelliyor. Çocuğun ayağı toprağa çimene dokunmuyor. Doğası katledilmiş kentlerde yaşamayı nasıl bu kadar doğal bulabiliyoruz şaşıyorum doğrusu. Eskiden sokaklar oyun alanlarıydı, günümüzde sokak çeşitli sebeplerle çocuklar için güvenli bir alan olmaktan çıktı. Bu yüzden kadim şehirlerde insanın ruhsal bütünlüğüne, insanca yaşamasına imkân veren bir mimari yapı geliştirmiştir. Çıkmaz sokaklar çocukların güvenliğinin sağlandığı mekânlar olarak varlığını sürdürmüştür.

*-*

En önemli soru “ne yapmalıyız?” şeklinde karşımıza çıkıyor. Konumuz çocuksa ve biz de çocuğun karşısına baş edemeyeceği bir canavar olarak şehri yerleştirmişsek o zaman işin kolay olmadığını peşinen kabul etmek durumundayız. Bir çocuk kendi ruh dünyasına ait argümanları şehrin hangi kodlarında arayıp bulabilir? Belki de sorulacak en önemli soru budur ve bu soruya verilecek cevap bu meselenin halline ışık tutabilir.

Ev bize ait olduğu gibi sokak ve mahallenin de bize ait olduğu yerleşim yerlerinde kendimizi daha güvende hissederiz ve bu bizi mutlu kılar. Çevreyi tanıma tecrübesi yeni oluşan çocuk için sokak ve mahalle daha bir önem kazanır. Öncelikle insanların kendilerine dayatılan kentsel yaşamdan kurtulabilmelerini sağlayacak bir algı dönüşümüne ihtiyaç bulunmaktadır. Çocukların ihtiyaç duyduğu şey sadece bu kadar mı? Doğal bir ortamda büyüyerek toplumun parçası haline gelebilmeleri için uygun mekâna sahip olma hakkı… Şehrin sahiplenmesi mekânlara aidiyet duymakla başlar; bu şekilde daha küçük yaşlarda şehirle çocuk arasında derinlemesine birçok bağ da tesis edilmiş olur. Kendi dünyalarında deneyimlerinin geçerli kabul edilmesi ve kendi hayatlarını yaşamaları, başkalarınınkini değil… Maalesef çocuklar kendilerini ait hissetmedikleri mekânlarda hayatlarını tüketiyorlar.

Hafıza ve hatırlama daha çok çocukluk dönemlerine ait hatıraları diri tutar. Aslında çocuklar hatırlanacak şeylerin nispeten çok az olduğu bir çağda yaşıyor. Sürekli değiştirilen evler, uzaklaşılan mahalleler ve terk edilen şehirler hafızanın da silikleşmesine sebep oluyor. İnsanoğlunun geçmişten geleceğe kurduğu köprünün önemi; ziyadesiyle hatırlama üzerine kuruludur. Zihin geleceği kurmak adına referans aldığı en değerli malzemeleri hatıralarla besler. Geleceği önemseyen zihnimiz o kurgu üzerine geri dönüşler yaparak geçmişi yeniden oluşturmaya çalışır.

Maalesef derleme mimarisi, zoraki planlaması, silik bir hayatı bize dayatması sebebiyle şehirlerimiz silik karekterli çocuklara ev sahipliği yapıyor. Daha güvenli şehirlerin ve sokakların çocukları daha özgüvenli olacaktır.

ŞEHİR VE HAFIZA

İnsanlar içinde yaşadıkları mekânları inşa ederken, bu mekânlara kattıkları ruh dönüp insanların kültürünü ve kimliğini inşa eder. Şehrin inşa sürecinde üretilen mekânsal form; toplumsal ortak hafızanın ve kültürün üretilmesinde önemli bir ara yüzdür. Böylece kimliğin oluşması, toplumsal aidiyetin sağlanması mümkün olur. Mekânın ruhunun korunarak gelecek nesillere aktarılması, hafızanın oluşturulmasında ihtimamla üzerinde durulması gereken bir konudur.

Modernleşme rüzgârı ne yazık ki şehirleri birbirinden ayıran farklılıkları ortadan kaldırarak şehirleri birbirine benzetti. O kadim şehirlerin güzellikleri birer birer yok olmakta. Şehirlerin içinde yaşadığı varsayılan ruhlar artık fotoğraflarda ve kitaplarda yaşamakta. Şehir insanın ihtiyaçlarını karşılayan işlevsel bir varlıktır. İhtiyaçlara binaen değişimi de kaçınılmazdır. İnsanlar yaşadıkları şehrin atmosferinin daha uzun sürmesini dileseler de şehirleşme dediğimiz değişim dinamiği bu beklentiyi boşa çıkarıverebilir. Adapte olunabilecek ölçeklerde yapılan değişim belki kabul edilebilir. Ancak değişirken şehirler ruhunu kaybetmemeli. Şehirlerin sahip olduğu bu ruh ikamet edenleri etkisi altına alır.

Hafıza dediğimiz şey aslında hatırlanması istenilen şeylerin stoğudur, hatırlama ihtiyacı duyabileceğimiz şeylerin bir envanteridir. Toplumun geçmişte yaşadığı deneyimlerin gerçekleştiği mekânlara hafıza mekânı denir. Meydanlar, binalar, caddeler toplumsal hafızayı canlı tutan oldukça önemli mekânlardır. Şehirlerin hafızasını bize aktaracak nesnelerin başında kitaplar ve mekânlar gelir. Bu vasıtalar sayesinde bilim, sanat, felsefe, hikmet olarak tezahür eden sembolik anlam katmanlarını tevarüs ederiz. Bu entelektüel tutum aynı zamanda ait olunan medeniyetin devamını sağlayan bir görevi de ifa eder. Hafıza ile tarihle olan bağımızı diri tutarız. Bu sebeple tarihsiz şehirler; talihsiz şehirlerdir.

Bir şehrin hafızası hangi öğelerden oluşur? Alışılmış ve tekrar edile gelen yıldönümleri, bayram ve kutlamalar, şenlikler, anma törenleri kolektif hafızamızı oluşturur. Hafızanın somutlaştığı yapılar, kentin mimarisi, anıt ve müzeler, arşiv ve mezarlıklar, tarihsel anlamı olan her türden mekân, fotoğraf, kitap ve film hafızamızı destekleyen unsurlardır.

Toplu yaşam alanları, kolektif belleğin şekillendiği ve güncellendiği alanlar. Bu güncellemenin tevarüs etmesinde fotoğraf kayıtları önemli bir rol oynuyor. Tabiatıyla, bir kentin kimliğinin oluşumunda fotoğraf önemli bir nesne olarak çıkıyor karşımıza. Fotoğraflar söz konusu olduğunda her bir fotoğraf karesinin şehrin hafızasını belirlemede müstesna bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Fotoğraf makinesinin icad edilmesinden sonra hatıra amaçlı olsun belge amaçlı olsun çekilen her fotoğrafın belgelemek ve bu belgeleme yoluyla tarihi aktarmak gibi bir işlevinin olduğunu düşünüyorum Ancak objektif bir bakıştan söz edemeyeceğimiz için her fotoğrafçının kendi öznel tarihini kadraja aldığını söylemek yanlış olmaz. Şöyle de söyleyebiliriz: fotoğraf vizörden bakan kişinin doğrularını aktarır.

Kişisel hafızamız, bizim benliğimizin yegâne kaynağıdır. Kolektif hafıza aynı zamanda hem içimizde hem de dışımızdadır. Medeniyet ve kültür dediğimiz şey kolektif hafızanın ürünüdür. Bir hafıza mekânının bizlere sağladığı unutma işini engellemek, bizi biz yapan değerleri ölümsüzleştirmektir. Bu sebeple, tarih boyunca bütün iktidarlar kendi medeniyet anlayışlarını simgeleştirecek yapılar inşa etmişlerdir. Tarihî yapılar şehir hafızamızı oluşturan önemli varlıklardır, bu sebeple şehrin siluetini değiştirmeden önce defalarca düşünmeliyiz. Modernizm ile başlayan ve onun sonrasına homo economicus ile azmanca ilerleyen yıkıcı faaliyetlerin hafızalarımızı da sildiğini biliyoruz. Yeni dönemde insan hafızası da yıkımdan etkileniyor, nasibini alıyor; hafızamız siliniyor, bulanıklaşıyor…

Teknolojinin sosyal medyayı cebimize koymasından önce kütüphane gündelik hayatın en mühim mekânları arasında yer alabiliyordu. Kitap okumanın boş zamana bırakılamayacak kadar ciddi bir iş olduğunu düşünen insanlar vardı. Toplumun geleceği açısından kitabın kıymetli olduğu dillendiriliyordu. Belki de bu hassasiyetten dolayı bizler için hâlâ kütüphaneler bir toplumun olmazsa olmazıdır. Böyle bir ortamda kitaba sıkı sıkıya sarılmış insanlar entelektüel zevklerinin ya da estetik kaygılarının peşinde değil; çok daha derinlikli bir meselenin arayışındadır. Kitap ile irtibatını kesmeyen toplumların hayata ve insanlığa dair söyleyecekleri, hatta iddiaları vardır. Çünkü tahrip edilen hafıza mekanlarının izlerini buralardan sürebiliriz.

Bizler bizden önce yaşayan ve kendilerini yeni bir dil ile ifade eden, hatta kendinden önceki dilleri derleyip sunan tecrübeleri ararız. Daha farklı bir ifade ile bizim meselelerimizle bizden önce ilgilenenlerin söylediklerine kulak vermeye çalışırız. Çünkü kitaplar bizden önceki tecrübeleri muhafaza eder, saklar. İnsanların tekrar tekrar kullanabilmesi için hafızaya alır. Biz ise bu hafızaya başvurarak yaşadıklarımıza ait çözümlerle ilgili eski tecrübeleri görmek isteriz. Bize yol gösterici tecrübelerin saklandığı en önemli kaynak kitaplardır. Belki de en çok çaresiz kaldığımızda kitaplar ehl-i nazar kimselerin tecrübesi olarak aktarılır. Kitap okuyanlar ise bu tecrübeleri devralır aynı tecrübeleri tekrar yaşamaz.

Tecrübeler hafızayı oluşturur. Kazanılmış tecrübelerin hepsi hafızamızda saklandığı ölçüde geçmişten bugüne var olabiliriz. Bu sebeple hafıza bir var olma biçimidir. Kitaplar duygu, düşünce, davranış dünyamızın yazılı hafızasıdır. Uzun bir geçmişin yaşanmışlıklarını önümüze serer. Medeniyet denilen şey geçmiş tecrübelerin aktarılarak yeniden üretilmesi değil midir? Tam da bu sebeple toplumlar için kitap medeniyettir. Geçmişin getirdikleri ile birlikte bugün var olabilmenin imkânıdır. Ya da başka bir deyişle unutma sürecinin sonunda hafızamızı tazeleyen şeyler mekânlar ve dış hafıza olarak kabul ettiğimiz kitaplardır.

Hatırlama sayesinde kim olduğumuzu biliriz, kimliğimizden haberimiz olur. Hafızamız sabit mekân ve kavram ilişkisine ihtiyaç duyar. Hafızası olmayanın kimliği olmaz. Var olma bilinci olarak “biz”in devamı, ortak bir bellek fikri ve inancı ile gerçekleşir. Kendini kökleriyle, geçmişiyle tarif eden bilinç, geçmişin bugün de yaşıyor olduğuna ihtiyaç duyar. Bu da kolektif hafızanın toplum için ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.

Medeniyetler kitaplar sayesinde nefes alıp verir. Endülüs’te yakılan kitaplar bu yüzden bir medeniyet faciası olarak kabul edilir. Kitap varsa medeniyet vardır. Kitapları ellerinden alınmış medeniyetler ise hafızasızlığa mahkûm bırakılmıştır. Moğolların İslam medeniyetine ait önemli birçok eseri ve özellikle kütüphaneleri yıkması İslam âleminin gerilemesine sebep olarak gösterilir. Bu konuyla ilgili daha güncel olaylar da var. Irak’ın işgali, alfabe değişiklikleri, yakılan kitaplar, yok edilen tarih toplumsal hafızanın düşmanlarıdır. Son olarak Filistin işgalini de bu zaviyeden değerlendirebiliriz.

Geldiğimiz noktada bir muhasebe yapmak zorundayız. Geçmişe, eskiye, geleneğe, şehir kültürüne ait yaptığımız tahribat Moğol istilasından farklı gözükmüyor. Bu konuda bir paradigma dönüşümüne ihtiyaç var. Hatırlayış geçmişe methiyeler dizmek değildir. Her hatırlama geçmişi yeniden yorumlamak, inşa etmek, yeniden anlamlandırmak kısaca var oluş demektir. Var oluşumuzun ve varoluş gerekçelerimizin farkına vardığımızda geleceğe ilişkin bir hayal kurabiliriz.

ŞEHİR VE KİTAP

Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir. Entelektüel bir yapısı vardır. Bilginin ve bilginin depolandığı kitap ve kütüphanelerin kültürlü ve medeni şehirlerde bulunması oldukça olağan bir durum. Kitaplar ve kütüphaneler insanlık tarihine ve hayatımıza öyle anlam katarlar ki, ruh dünyamızı öyle şekillendirmişlerdir ki, kitapsız ve kütüphanesiz bir şehir hayal edilemez. Kütüphanesi olmayan bir şehir güvenli değildir.

Yazı ve kitap ile insanın hafızası dışa aktarılarak zaman ve mekânı aşan bir dışbellek oluşturuldu ve bu dış bellek sürekli başvurulan bir kaynak haline geldi. Bu açıdan bakınca kitap, toplumun hafızasıdır; bu nedenle kültürler ve medeniyetler, bu hafızayı, imkânları nispetinde çoğaltmaya çalışmışlardır. Kütüphanelerin oluşturulması bilgiye erişimin gayretinden başka bir şey değil elbet. Kültür ve medeniyetin beşikleri olan kadim şehirler de kütüphaneleriyle öne çıkmışlardır... Atina, İskenderiye, Roma, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul… Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir ederken,  şöyle der: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”.

İslâm Medeniyeti, bir kitap medeniyetidir. Peygamber, kendini “İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Ali’yi işaret etmiştir. İlim şehirlerinin kitapsız ve kütüphanesiz olması düşünülemez elbette. İslâm tarihine bakınca, bir şehrin kayda değer olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Yani o şehirdeki âlimlerin, dolayısıyla kitapların çokluğu şehirleri değerli kılıyordu. Müslümanlar fethettikleri ve kurdukları şehirlerde kadim mirası tevarüs ve temellük ederek ilim havzaları oluşturdular. Emeviler Şam’da ve Endülüs’te kütüphaneler kurarken Abbasiler Bağdat’ta Beytü’l Hikme’yi hayata geçirirken aynı düşünceyle hareket ettiler.

İslamın yayılmasıyla ulaşılan coğrafyalarda sayıları 20’ye varan yeni şehirler kurulmuştur. Irak’ta Basra ve Kufe,  Mısır’da Fustat, Doğuda Nişâbur, Merv, Semerkant ve Buhara gibi bir dizi şehir kurulup gelişmiştir. Bu şehirlerin hepsi ilim merkezi olmuştur. Diğer şehirler de bu şehirlerden beslenerek bulundukları medeniyet havzalarına katkıda bulunmuşlardır. Bu şehirlerin birer ilim merkezi oluşları İslam’ın şehre bakışı ve şehir kimliği ile doğrudan ilişkilidir. İslam hızla yayılırken orijinal türde bir mekân anlayışını da beraberinde getirmiştir. Müslümanlar nasıl ideal bir hayat tasavvur ediyorlarsa şehirlerini ona göre düzenlediler. Farâbî’nin ‘el-Medinetü’l-Fazılası’nda vurgulamak istediği gibi, bir şehrin dayandığı değerler o şehrin kimliğini oluşturur. Şehirleri bu manada ikiye ayırmak mümkün; “Kitaplı şehir”ler ve “Kitapsız şehir”ler. Bizim şehirlerimiz genel olarak kitaplı şehirlerdir.

"İnsan, aradığıdır." diyor Hz. Mevlânâ. Biz de gezdiğimiz şehirlerde kendi ruh şehrimizi arıyoruz belki de. Ya da ruhumuzu dindirecek kitapları. Yaz sıcağında bir kütüphanenin serin gölgesinde aralarız ruhumuzdaki şehrin kapılarını. Kış soğuğunda kitaplarda ısındığımız olur. Değil midir ki bir medeniyet, her şeyden evvel maziden gelen bir kültür birikimi, bir kütüphane mekânlaşmasıdır. Bir şehrin terbiyesini almak için kitaplarıyla terbiye olmak lazım. Ancak o zaman bir şehirle bütünleşir insan.  Şehrin hafıza mekânları kültürü aktaran ortamlardır. Şehrin hafızası ne kadar diriyse meskûnlarının hafızası o kadar canlıdır. Bilinmelidir ki şehirle şehirlinin ilişkisi mekânlardan vareste değildir. Şehrin dünüyle bugününü bir köprü gibi birleştiren mekânlar olduğu gibi bu irtibatı sağlayan kitaplar da vardır.

Şehirler toplumun ihtiyaçları ile şekillenirler. Şehri oluşturan kurumlar, o toplumun kimliğini, hazırlayan ve pekiştiren en temel yapı taşıdırlar. Bu açıdan kütüphanelerin şehri şekillendirmesi inkâr edilemez. Bir anlamda şehirler; toplumun kendi idealleriyle bütünleştirerek oluşturduğu bir organizasyondur. Şehri oluşturan müesseseler aynı zamanda sosyal hayatın bir göstergesidir. Medrese ve kütüphane mescidle iç içedir ve şehrin odak noktasını oluşturur.

Şunu açık söyleyebiliriz; derdi olan, bilgiye kayıtsız kalmaz; çünkü bilgiye kayıtsız kalmak kendini imha etmekle eşdeğer. Kitap bunun biricik aracı. Entelektüel olmanın en önemli şartı kitap. Şöyle bir itiraz gelebilir. Artık kitaba ulaşmak kolay, kitaba olan ihtiyaç ortadan kalkmıştır. Eğer gaye okumaksa internet ortamı yeterlidir. Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok. Artık yeni nesil için, bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar yeterli oluyor. Böyle bir ortamda kütüphane kurmak doğru bir davranış biçimi değildir. Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarımını üstlenen bir araç olmaktan çıktı... Bütün bu itirazlara rağmen kitabı elde tutmanın verdiği hazzı ancak kitaba âşık olanların tadabileceğini söylemeliyim. Kitabın ve kütüphanenin insan ve medeniyet inşa edici rolünü kavradıkça, bu dünyada insan için yeri doldurulamaz bir yoldaş olduğunu daha iyi kavrarız.

Şehir ve kitap başlığı altında şunu da söylemeliyim ki şehirleri yaşatan kitaplar vardır. Bu konuda aklıma ilk gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Virginia Woolf’un Londra Manzaralar’ı, Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi…

Metnin dijitalleşmesi, kontrol edilemez çoğaltılması ve çoğalması ile anlamın çoğalması birbirine paralel değildir. Hatta aksine metnin dijital çoğalması ile anlamın ve hafızanın yitimi arasında ters ilişki vardır. Kaybolmaya başlayan anlam, dijitalleşme ile zirve yapmıştır. Eskiden kitaba sahip olmak bir aidiyet ve hayatla ilgiliyken bugün bir kitaba sahip olmak, bir dataya, bir veriye sahip olmaktır. Flaş belleklerde veya hard disklerde küllenmiş milyonlarca kitap…

Bu gün benim bilgisayarımda yüzlerle ifade edilen dijital kitaplar var. İnternete bağlı iseniz bunu binlerle ifade edebilirsiniz. Mesele, basit bir kitap ve kütüphane sorunu değildir öyleyse... Bir şehrin silueti ve temeddünü meselesidir. Bilgi’ye değer veriyorsak, bilginin önemine inanıyorsak bir şehir için önemli olan bilgiyi de sahiplenmek hatta üretmek zorunluluğu ortaya çıkar. Kültürlü şehirlerde bunu yapacak bir oluşumun var olması gerekir. Bunun için herhangi bir kurum veya kuruluşun ismini vermek istemiyorum. Sonuç itibariyle, kitapsız bir şehri kültür şehri haline getiremeyiz. Bir şehirde üniversite olması, kütüphanelerin bulunması yeterli olmuyor nitekim. Mesele, yalnızca malzemeye sahip olma meselesi değil; bir amaca sahip olup olmamak meselesi. Mesele bilgiye, ilme değer verip vermeme meselesi. Günümüz şehirleri zamansız, mekânsız olduğu gibi kitapsızdır da. Son zamanlarda insanı kitapla buluşturmak adına oluşturulan kitap kahveler ve kafeler üzerinden iyi niyetli bir çalışma başladıysa da kitabı diri tutmaya çalışan süreç aslında kitabı değil mekânı diri tutmak adına kitabın aksesuarlaştırılmasıdır.

Son yıllarda bütün dünyada oldukça fazla kitap üretilir oldu. Bir kısmı sadra şifa cinsinden olmakla bir kısmının da kâğıt israfından başka bir şey olmadığını söylemeliyim. Ne yazık ki kitap gittikçe aksesuar haline gelmiştir. Kütüphaneler için böyle olmakla beraber yaşadığımız evlerde,  büro ve ofislerde durum aynıdır. Kitaplar, insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere üretilirler. Bu üretim bazen yazarın niyetinin ötesine de geçebilir. Bir kitap ilmî, siyasî ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder. Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur... Arap şair ve yazar Mihail Nuayma şöyle der: “Ne acayip iş! Kalbimi kâğıtlara ekiyorum; insanların kalbinde büyüyor.” “Senin sabanın demir, benim ki kamış; senin tarlan toprak, benim ki kâğıt; ikimiz de ziraatçıyız, fark şu ki sen elinle, ben kalbimle ekiyorum. Sen ürününden yedikçe kâr ediyorsun, ben ürünümden yenildikçe kâr ediyorum.”

Bizim kuşak için, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktı. Kitap bize özgü bir alet. Onun için yayınlanan her kitap beni heyecanlandırıyor. Özellikle de şehir kitapları.  Ancak kitabın günümüzde ticari bir meta oluşunu da üzüntüyle takip ediyorum. Kitabı ticari bir meta olarak elinde dolaştırıp satan işportacıları görmek kitap adına, kültür adına, medeniyet adına iç kanatan şeyler.

 

BEN DE İSTEREM!

Ahlaki değerlerin artık pek itibar görmediği bir zamanda hâlâ dürüst olmakla ilgili nutuklar atan birinin aslında yıllardır bize takiyye yaptığını öğrendiğimizde, evlenme vaadiyle aldatılarak ırzına geçilen bir genç kızın duygularını yaşıyoruz.

Yalanın neden her yerde revaçta olduğunu, kültürün bir parçası haline geldiğini anlamak için insanların “gemisini kurtaran kaptan” gibi toplumu yönlendiren söylem ve duyguların arkasına nasıl gizlediğini anlamaya çalışıyorum.

Kapitalizm farkında olmadan bizi o kadar eğitti ki yalnızca sermaye biriktirmek değil, herkesin kendini bir başka kimseyle kıyaslamaya zorlandığı bir toplumsal savunmanın içinde bulduk kendimizi. Bütün arzuların tatmin edilebilmesinin zorunlu olduğunu düşünen bir anlayışla karşı karşıyayız. Kapitalizm çılgınlığıyla ilgili iki hatıramı naklederek evrildiğimiz sosyal zemine dikkat çekmek istiyorum.

Yıllar önce anne baba hakkından bahsettiğim bir derste öğrencim kalkarak babasının kendisine bir şey yapmadığını, bir Iphone bile almadığını dolayısıyla üzerinde hakkının olamıyacağını ifade eden cümleler kurdu. Anne babasını bir telefona satacak bir çocuğun hangi değerlerden hangi maddi karşılıklar karşısında vazgeçeceğini düşündüğümde dehşete kapıldım.

İkinci olay birkaç gün önce bir marketin kasasında görev yapan bir hanım kızımızla aramızda geçen bir konuşma. Aldığım ürünün parasını vermek için parayı uzattığımda kızımız “indirimli ürünlerimizden bir şey ister misiniz?” diye sordu. Sırada bekleyen kimse olmamasını fırsat bilerek Fatih Sultan Mehmedin esnaftan alış veriş yaparken her dükkân sahibinin ikinci alım için yan komşusuna göndermesini anlattım. Görevli kızımızın beni anladığını düşünmüyorum elbette. Ama geldiğimiz nokta birinci olaydaki kadar dehşet verici.

Pazarın, sınırsız bir imkânlar dünyası sunuyor bize, aynı zamanda her istediğimizi alacağımız duygusunu bizde oluşturuyor. Bu duygu çok tanıdık bir duygu her istediğini yapabilme hürriyeti oldukça da cazip. Hele gençler için satın alınabilecek bir duygu. Bir zamanların reklamında olduğu gibi her birey özgür olmak istiyor. Yine bir hatıramı nakledeyim: Derse girdiğim dönemlerde öğrencimin bir tanesi poğaça ve çayını alarak derste kahvaltı yapmaya başladı. Verdiğim aşırı tepki üzerine çocuğun söylediği, hocam yemek yemek kadar doğal bir eyleme neden tepki veriyorsunuz meyanında sözler oldu. Cevap olarak sarsıcı bir örnek verdim. Defi hacet yapmakta doğaldır insan için ama sınıfın ortasında yapılmaz.

Modern zamanların bize dayattığı hayat tarzı maalesef bu yönde ilerliyor. Bizde arzu uyandıran her şeyi her ortamda yapabileceğimiz hakkını kendimizde buluyoruz. Caddelerimiz, sokaklarımız ve piyasa ihtiyacımız olan şeylerden çok, zamanında baskılanmış olduğu için ilk fırsatta doyumlamayı arzuladığımız manzara ve imgelerle dolu.

İbrahim Tatlıses’in “ben de isterem” şarkısının sözlerini dinlerseniz bu toplumun gelinen noktada nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünü ve bu sosyal zeminin adım adım hazırlandığını düşünürsünüz. Türkiye'nin, sosyolojik açıdan kısa sayılabilecek bir süre içinde hız, haz ve arzuların sahne aldığı bir ülke olarak geldiği nokta bu. İster meşru olsun, ister gayri meşru başkalarının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlık ve haset bizi de “ben de isterem” moduna çekiyor. Ama her geçen gün daha da fazla maruz kaldığımız ahlaki erozyon toplumun içine düşmüş kurt gibi dallarımızı kurutuyor.

Birçoğumuzun yakınmaları yokluktan değil; böyle bir psikolojik durumdan kaynaklanıyor. Bugün başkalarına güttüğümüz haset maalesef doğruluk, ahlak ve erdem gibi duygularımızın tezahürü olarak değil; neden biz bu eylemleri yapamıyoruz, kaba bir ifadeyle bu haltları yiyemiyoruz psikolojisinin eseri.