Her şeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir. Entelektüel bir yapısı vardır. Bilginin ve bilginin depolandığı kitap ve kütüphanelerin kültürlü ve medeni şehirlerde bulunması oldukça olağan bir durum. Kitaplar ve kütüphaneler insanlık tarihine ve hayatımıza öyle anlam katarlar ki, ruh dünyamızı öyle şekillendirmişlerdir ki, kitapsız ve kütüphanesiz bir şehir hayal edilemez. Kütüphanesi olmayan bir şehir güvenli değildir.
Yazı ve kitap ile insanın hafızası dışa aktarılarak zaman ve mekânı aşan bir dışbellek oluşturuldu ve bu dış bellek sürekli başvurulan bir kaynak haline geldi. Bu açıdan bakınca kitap, toplumun hafızasıdır; bu nedenle kültürler ve medeniyetler, bu hafızayı, imkânları nispetinde çoğaltmaya çalışmışlardır. Kütüphanelerin oluşturulması bilgiye erişimin gayretinden başka bir şey değil elbet. Kültür ve medeniyetin beşikleri olan kadim şehirler de kütüphaneleriyle öne çıkmışlardır... Atina, İskenderiye, Roma, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul… Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir ederken, şöyle der: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”.
İslâm Medeniyeti, bir kitap medeniyetidir. Peygamber, kendini “İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Ali’yi işaret etmiştir. İlim şehirlerinin kitapsız ve kütüphanesiz olması düşünülemez elbette. İslâm tarihine bakınca, bir şehrin kayda değer olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Yani o şehirdeki âlimlerin, dolayısıyla kitapların çokluğu şehirleri değerli kılıyordu. Müslümanlar fethettikleri ve kurdukları şehirlerde kadim mirası tevarüs ve temellük ederek ilim havzaları oluşturdular. Emeviler Şam’da ve Endülüs’te kütüphaneler kurarken Abbasiler Bağdat’ta Beytü’l Hikme’yi hayata geçirirken aynı düşünceyle hareket ettiler.
İslamın yayılmasıyla ulaşılan coğrafyalarda sayıları 20’ye varan yeni şehirler kurulmuştur. Irak’ta Basra ve Kufe, Mısır’da Fustat, Doğuda Nişâbur, Merv, Semerkant ve Buhara gibi bir dizi şehir kurulup gelişmiştir. Bu şehirlerin hepsi ilim merkezi olmuştur. Diğer şehirler de bu şehirlerden beslenerek bulundukları medeniyet havzalarına katkıda bulunmuşlardır. Bu şehirlerin birer ilim merkezi oluşları İslam’ın şehre bakışı ve şehir kimliği ile doğrudan ilişkilidir. İslam hızla yayılırken orijinal türde bir mekân anlayışını da beraberinde getirmiştir. Müslümanlar nasıl ideal bir hayat tasavvur ediyorlarsa şehirlerini ona göre düzenlediler. Farâbî’nin ‘el-Medinetü’l-Fazılası’nda vurgulamak istediği gibi, bir şehrin dayandığı değerler o şehrin kimliğini oluşturur. Şehirleri bu manada ikiye ayırmak mümkün; “Kitaplı şehir”ler ve “Kitapsız şehir”ler. Bizim şehirlerimiz genel olarak kitaplı şehirlerdir.
"İnsan, aradığıdır." diyor Hz. Mevlânâ. Biz de gezdiğimiz şehirlerde kendi ruh şehrimizi arıyoruz belki de. Ya da ruhumuzu dindirecek kitapları. Yaz sıcağında bir kütüphanenin serin gölgesinde aralarız ruhumuzdaki şehrin kapılarını. Kış soğuğunda kitaplarda ısındığımız olur. Değil midir ki bir medeniyet, her şeyden evvel maziden gelen bir kültür birikimi, bir kütüphane mekânlaşmasıdır. Bir şehrin terbiyesini almak için kitaplarıyla terbiye olmak lazım. Ancak o zaman bir şehirle bütünleşir insan. Şehrin hafıza mekânları kültürü aktaran ortamlardır. Şehrin hafızası ne kadar diriyse meskûnlarının hafızası o kadar canlıdır. Bilinmelidir ki şehirle şehirlinin ilişkisi mekânlardan vareste değildir. Şehrin dünüyle bugününü bir köprü gibi birleştiren mekânlar olduğu gibi bu irtibatı sağlayan kitaplar da vardır.
Şehirler toplumun ihtiyaçları ile şekillenirler. Şehri oluşturan kurumlar, o toplumun kimliğini, hazırlayan ve pekiştiren en temel yapı taşıdırlar. Bu açıdan kütüphanelerin şehri şekillendirmesi inkâr edilemez. Bir anlamda şehirler; toplumun kendi idealleriyle bütünleştirerek oluşturduğu bir organizasyondur. Şehri oluşturan müesseseler aynı zamanda sosyal hayatın bir göstergesidir. Medrese ve kütüphane mescidle iç içedir ve şehrin odak noktasını oluşturur.
Şunu açık söyleyebiliriz; derdi olan, bilgiye kayıtsız kalmaz; çünkü bilgiye kayıtsız kalmak kendini imha etmekle eşdeğer. Kitap bunun biricik aracı. Entelektüel olmanın en önemli şartı kitap. Şöyle bir itiraz gelebilir. Artık kitaba ulaşmak kolay, kitaba olan ihtiyaç ortadan kalkmıştır. Eğer gaye okumaksa internet ortamı yeterlidir. Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok. Artık yeni nesil için, bilgisayarlar, tabletler, akıllı telefonlar yeterli oluyor. Böyle bir ortamda kütüphane kurmak doğru bir davranış biçimi değildir. Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarımını üstlenen bir araç olmaktan çıktı... Bütün bu itirazlara rağmen kitabı elde tutmanın verdiği hazzı ancak kitaba âşık olanların tadabileceğini söylemeliyim. Kitabın ve kütüphanenin insan ve medeniyet inşa edici rolünü kavradıkça, bu dünyada insan için yeri doldurulamaz bir yoldaş olduğunu daha iyi kavrarız.
Şehir ve kitap başlığı altında şunu da söylemeliyim ki şehirleri yaşatan kitaplar vardır. Bu konuda aklıma ilk gelen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u, Virginia Woolf’un Londra Manzaralar’ı, Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikâyesi…
Metnin dijitalleşmesi, kontrol edilemez çoğaltılması ve çoğalması ile anlamın çoğalması birbirine paralel değildir. Hatta aksine metnin dijital çoğalması ile anlamın ve hafızanın yitimi arasında ters ilişki vardır. Kaybolmaya başlayan anlam, dijitalleşme ile zirve yapmıştır. Eskiden kitaba sahip olmak bir aidiyet ve hayatla ilgiliyken bugün bir kitaba sahip olmak, bir dataya, bir veriye sahip olmaktır. Flaş belleklerde veya hard disklerde küllenmiş milyonlarca kitap…
Bu gün benim bilgisayarımda yüzlerle ifade edilen dijital kitaplar var. İnternete bağlı iseniz bunu binlerle ifade edebilirsiniz. Mesele, basit bir kitap ve kütüphane sorunu değildir öyleyse... Bir şehrin silueti ve temeddünü meselesidir. Bilgi’ye değer veriyorsak, bilginin önemine inanıyorsak bir şehir için önemli olan bilgiyi de sahiplenmek hatta üretmek zorunluluğu ortaya çıkar. Kültürlü şehirlerde bunu yapacak bir oluşumun var olması gerekir. Bunun için herhangi bir kurum veya kuruluşun ismini vermek istemiyorum. Sonuç itibariyle, kitapsız bir şehri kültür şehri haline getiremeyiz. Bir şehirde üniversite olması, kütüphanelerin bulunması yeterli olmuyor nitekim. Mesele, yalnızca malzemeye sahip olma meselesi değil; bir amaca sahip olup olmamak meselesi. Mesele bilgiye, ilme değer verip vermeme meselesi. Günümüz şehirleri zamansız, mekânsız olduğu gibi kitapsızdır da. Son zamanlarda insanı kitapla buluşturmak adına oluşturulan kitap kahveler ve kafeler üzerinden iyi niyetli bir çalışma başladıysa da kitabı diri tutmaya çalışan süreç aslında kitabı değil mekânı diri tutmak adına kitabın aksesuarlaştırılmasıdır.
Son yıllarda bütün dünyada oldukça fazla kitap üretilir oldu. Bir kısmı sadra şifa cinsinden olmakla bir kısmının da kâğıt israfından başka bir şey olmadığını söylemeliyim. Ne yazık ki kitap gittikçe aksesuar haline gelmiştir. Kütüphaneler için böyle olmakla beraber yaşadığımız evlerde, büro ve ofislerde durum aynıdır. Kitaplar, insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere üretilirler. Bu üretim bazen yazarın niyetinin ötesine de geçebilir. Bir kitap ilmî, siyasî ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirayet eder. Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur... Arap şair ve yazar Mihail Nuayma şöyle der: “Ne acayip iş! Kalbimi kâğıtlara ekiyorum; insanların kalbinde büyüyor.” “Senin sabanın demir, benim ki kamış; senin tarlan toprak, benim ki kâğıt; ikimiz de ziraatçıyız, fark şu ki sen elinle, ben kalbimle ekiyorum. Sen ürününden yedikçe kâr ediyorsun, ben ürünümden yenildikçe kâr ediyorum.”
Bizim kuşak için, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktı. Kitap bize özgü bir alet. Onun için yayınlanan her kitap beni heyecanlandırıyor. Özellikle de şehir kitapları. Ancak kitabın günümüzde ticari bir meta oluşunu da üzüntüyle takip ediyorum. Kitabı ticari bir meta olarak elinde dolaştırıp satan işportacıları görmek kitap adına, kültür adına, medeniyet adına iç kanatan şeyler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder