İnsanlar içinde yaşadıkları mekânları inşa ederken, bu mekânlara kattıkları ruh dönüp insanların kültürünü ve kimliğini inşa eder. Şehrin inşa sürecinde üretilen mekânsal form; toplumsal ortak hafızanın ve kültürün üretilmesinde önemli bir ara yüzdür. Böylece kimliğin oluşması, toplumsal aidiyetin sağlanması mümkün olur. Mekânın ruhunun korunarak gelecek nesillere aktarılması, hafızanın oluşturulmasında ihtimamla üzerinde durulması gereken bir konudur.
Modernleşme rüzgârı ne
yazık ki şehirleri birbirinden ayıran farklılıkları ortadan kaldırarak
şehirleri birbirine benzetti. O kadim şehirlerin güzellikleri birer birer yok
olmakta. Şehirlerin içinde yaşadığı varsayılan ruhlar artık fotoğraflarda ve kitaplarda
yaşamakta. Şehir insanın ihtiyaçlarını karşılayan işlevsel bir varlıktır.
İhtiyaçlara binaen değişimi de kaçınılmazdır. İnsanlar yaşadıkları şehrin
atmosferinin daha uzun sürmesini dileseler de şehirleşme dediğimiz değişim
dinamiği bu beklentiyi boşa çıkarıverebilir. Adapte olunabilecek ölçeklerde
yapılan değişim belki kabul edilebilir. Ancak değişirken şehirler ruhunu
kaybetmemeli. Şehirlerin sahip olduğu bu ruh ikamet edenleri etkisi altına alır.
Hafıza dediğimiz şey
aslında hatırlanması istenilen şeylerin stoğudur, hatırlama ihtiyacı
duyabileceğimiz şeylerin bir envanteridir. Toplumun geçmişte
yaşadığı deneyimlerin gerçekleştiği mekânlara hafıza mekânı denir. Meydanlar,
binalar, caddeler toplumsal hafızayı canlı tutan oldukça önemli mekânlardır. Şehirlerin
hafızasını bize aktaracak nesnelerin başında kitaplar ve mekânlar gelir. Bu vasıtalar
sayesinde bilim, sanat, felsefe, hikmet olarak tezahür eden sembolik anlam
katmanlarını tevarüs ederiz. Bu entelektüel tutum aynı zamanda ait olunan
medeniyetin devamını sağlayan bir görevi de ifa eder. Hafıza ile tarihle olan
bağımızı diri tutarız. Bu sebeple tarihsiz şehirler; talihsiz şehirlerdir.
Bir şehrin hafızası
hangi öğelerden oluşur? Alışılmış ve tekrar edile gelen yıldönümleri, bayram ve
kutlamalar, şenlikler, anma törenleri kolektif hafızamızı oluşturur. Hafızanın
somutlaştığı yapılar, kentin mimarisi, anıt ve müzeler, arşiv ve mezarlıklar,
tarihsel anlamı olan her türden mekân, fotoğraf, kitap ve film hafızamızı
destekleyen unsurlardır.
Toplu yaşam alanları, kolektif belleğin
şekillendiği ve güncellendiği alanlar. Bu güncellemenin tevarüs etmesinde
fotoğraf kayıtları önemli bir rol oynuyor. Tabiatıyla, bir kentin kimliğinin
oluşumunda fotoğraf önemli bir nesne olarak çıkıyor karşımıza. Fotoğraflar söz
konusu olduğunda her bir fotoğraf karesinin şehrin hafızasını belirlemede
müstesna bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Fotoğraf makinesinin icad
edilmesinden sonra hatıra amaçlı olsun belge amaçlı olsun çekilen her
fotoğrafın belgelemek ve bu belgeleme yoluyla tarihi aktarmak gibi bir
işlevinin olduğunu düşünüyorum Ancak objektif bir bakıştan söz edemeyeceğimiz
için her fotoğrafçının kendi öznel tarihini kadraja aldığını söylemek yanlış
olmaz. Şöyle de söyleyebiliriz: fotoğraf vizörden bakan kişinin doğrularını
aktarır.
Kişisel hafızamız, bizim
benliğimizin yegâne kaynağıdır. Kolektif hafıza aynı zamanda hem içimizde hem de dışımızdadır. Medeniyet
ve kültür dediğimiz şey kolektif hafızanın ürünüdür. Bir hafıza mekânının bizlere
sağladığı unutma işini engellemek, bizi biz yapan değerleri ölümsüzleştirmektir. Bu sebeple, tarih boyunca
bütün iktidarlar kendi medeniyet anlayışlarını simgeleştirecek yapılar inşa
etmişlerdir. Tarihî yapılar şehir hafızamızı oluşturan önemli varlıklardır, bu
sebeple şehrin siluetini değiştirmeden önce defalarca düşünmeliyiz. Modernizm
ile başlayan ve onun sonrasına homo economicus ile azmanca ilerleyen yıkıcı
faaliyetlerin hafızalarımızı da sildiğini biliyoruz. Yeni dönemde insan
hafızası da yıkımdan etkileniyor, nasibini alıyor; hafızamız siliniyor, bulanıklaşıyor…
Teknolojinin sosyal
medyayı cebimize koymasından önce kütüphane gündelik hayatın en mühim mekânları
arasında yer alabiliyordu. Kitap okumanın boş zamana bırakılamayacak kadar
ciddi bir iş olduğunu düşünen insanlar vardı. Toplumun geleceği açısından kitabın
kıymetli olduğu dillendiriliyordu. Belki de bu hassasiyetten dolayı bizler için
hâlâ kütüphaneler bir toplumun olmazsa olmazıdır. Böyle bir ortamda kitaba sıkı
sıkıya sarılmış insanlar entelektüel zevklerinin ya da estetik kaygılarının
peşinde değil; çok daha derinlikli bir meselenin arayışındadır. Kitap ile
irtibatını kesmeyen toplumların hayata ve insanlığa dair söyleyecekleri, hatta
iddiaları vardır. Çünkü tahrip edilen hafıza mekanlarının izlerini buralardan
sürebiliriz.
Bizler bizden önce yaşayan
ve kendilerini yeni bir dil ile ifade eden, hatta kendinden önceki dilleri
derleyip sunan tecrübeleri ararız. Daha farklı bir ifade ile bizim
meselelerimizle bizden önce ilgilenenlerin söylediklerine kulak vermeye
çalışırız. Çünkü kitaplar bizden önceki tecrübeleri muhafaza eder, saklar.
İnsanların tekrar tekrar kullanabilmesi için hafızaya alır. Biz ise bu hafızaya
başvurarak yaşadıklarımıza ait çözümlerle ilgili eski tecrübeleri görmek
isteriz. Bize yol gösterici tecrübelerin saklandığı en önemli kaynak
kitaplardır. Belki de en çok çaresiz kaldığımızda kitaplar ehl-i nazar
kimselerin tecrübesi olarak aktarılır. Kitap okuyanlar ise bu tecrübeleri
devralır aynı tecrübeleri tekrar yaşamaz.
Tecrübeler hafızayı
oluşturur. Kazanılmış tecrübelerin hepsi hafızamızda saklandığı ölçüde
geçmişten bugüne var olabiliriz. Bu sebeple hafıza bir var olma biçimidir.
Kitaplar duygu, düşünce, davranış dünyamızın yazılı hafızasıdır. Uzun bir
geçmişin yaşanmışlıklarını önümüze serer. Medeniyet denilen şey geçmiş
tecrübelerin aktarılarak yeniden üretilmesi değil midir? Tam da bu sebeple
toplumlar için kitap medeniyettir. Geçmişin getirdikleri ile birlikte bugün var
olabilmenin imkânıdır. Ya da başka bir deyişle unutma sürecinin sonunda hafızamızı
tazeleyen şeyler mekânlar ve dış hafıza olarak kabul ettiğimiz kitaplardır.
Hatırlama sayesinde kim
olduğumuzu biliriz, kimliğimizden haberimiz olur. Hafızamız sabit mekân ve kavram
ilişkisine ihtiyaç duyar. Hafızası olmayanın kimliği olmaz. Var olma bilinci
olarak “biz”in devamı, ortak bir bellek fikri ve inancı ile gerçekleşir. Kendini
kökleriyle, geçmişiyle tarif eden bilinç, geçmişin bugün de yaşıyor olduğuna
ihtiyaç duyar. Bu da kolektif hafızanın toplum için ne kadar önemli olduğunun
göstergesidir.
Medeniyetler kitaplar
sayesinde nefes alıp verir. Endülüs’te yakılan kitaplar bu yüzden bir medeniyet
faciası olarak kabul edilir. Kitap varsa medeniyet vardır. Kitapları ellerinden
alınmış medeniyetler ise hafızasızlığa mahkûm bırakılmıştır. Moğolların İslam
medeniyetine ait önemli birçok eseri ve özellikle kütüphaneleri yıkması İslam
âleminin gerilemesine sebep olarak gösterilir. Bu konuyla ilgili daha güncel
olaylar da var. Irak’ın işgali, alfabe değişiklikleri, yakılan kitaplar, yok
edilen tarih toplumsal hafızanın düşmanlarıdır. Son olarak Filistin işgalini de
bu zaviyeden değerlendirebiliriz.
Geldiğimiz noktada bir
muhasebe yapmak zorundayız. Geçmişe, eskiye, geleneğe, şehir kültürüne ait
yaptığımız tahribat Moğol istilasından farklı gözükmüyor. Bu konuda bir
paradigma dönüşümüne ihtiyaç var. Hatırlayış geçmişe methiyeler dizmek
değildir. Her hatırlama geçmişi yeniden yorumlamak, inşa etmek, yeniden
anlamlandırmak kısaca var oluş demektir. Var oluşumuzun ve varoluş
gerekçelerimizin farkına vardığımızda geleceğe ilişkin bir hayal kurabiliriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder