13 Ocak 2017 Cuma

HAYATIMTIRAK


Sadece ben'imiz ve ten'imiz var. Para ve makam... Ahlar, günahlar, ayıplar, kayıplar... Hayat var ama hayatta insan yok. Madde var fakat insanlar insanlığından soyunmuş. Hayatın her sahasından insanlık adına ne varsa sürgün etmişiz.
İnsanlıktan mahrumiyet hâl-i pür melâli çölleştiriyor insanı, ufuksuzlaştırıyor, verimsizleştiriyor, ruhsuzlaştırıyor, yersiz yurtsuzlaştırıyor. Hakikati kaybettiğimiz bir yana; farkında değiliz kaybettiğimizin. Necip Fazılın dediği gibi: “Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş” zavallıları oynuyoruz. Bu sebeple hakikati arama gibi bir derdimiz de yok.
Bizi sanal bir âlemde yaşatmaya alıştıran medya bize sahte bir gerçeklik sunuyor. Modern çağ, modern ağlarla bizi kendisine bağlamış. İnsanlar, kendi hayatlarını değil, devşirilmiş sanal ve sahte hayatları yaşamanın ardında sürükleniyorlar. Yalnızca hızın, hazın ve nefsanî arzuların hükümfermâ olduğu bir hayatımsı cendere. Hayatımtırak.
Medyanın küresel ilahları tarafından ayartılmış köleler olarak sefih bir hayat sürüyor insan. Anlamın anlamını yitirdiği, değerlerin değersizleştiği, sözün lafa, kelamın söze indirgendiği süfli bir ortama adapte edilmiş. Şehevi ve nefsanî arzuların kutsandığı, komşusundan daha doğrusu insanlıktan bi haber yaşamanın benimsendiği pagan bir hayat. Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç ve hiç birisinin ruha dokunan tarafı yok.
Ahsen’i takvimden, esfeli safiline bir düşüş. İnsan bu derekeye düştüğünü göremeden derece derece yükseldiğini zannediyor. Sanalitenin gözleri kör eden büyüsüne kapılıp gidiyor. Yalnızlığa itilmiş, sürgüne verilmiş bedenin dili. Karanlıklar içinde panik dolu, çaresiz ve savunmasız.
Damarlarında hazzın acısı, bütün iliklerine kadar işliyor hız tutkusu. Tapınaklar inşa ediyor, içindeki fıtratın sesini susturmak için. Çağın insana sunduğu hediyeler ise alevlerle sarıp sarmalanmış. Erdemin tüm intikamını insanın ruhundan alıyor, çarmıha geriyor...
Tanıdık yüzlerden, kimliksiz sokaklardan, kaçıyor insan. Bu yüzden başka başka kentlere gidiyor. Ve gittiği bütün kentlerin yabancısı... İnsanın ruhuna ait bir yurdu olmalı değil mi? Çünkü sunulan, ezberletilen, insanoğluna yetmiyor. İstediğimiz, bu "yaşamak" değil. Bizi büyüleyen, bizi sürükleyen, içimizdeki düşlere dokunan "yaşamak"lar istiyor insan... Ruhumuzu izlediğimiz, kendimiz olduğumuz.
Bir rüyada mıyız, bağırıyoruz sesimiz çıkmıyor, bağırıyoruz kimse duymuyor. Herkes susmuş, herkes sağır. Vurgun yedik, sürgün olduk. Materyalizmin zemheri ayazlarında bütün duygularımız dondu. İnsanlığın sessiz ölümü bu.
Damarlarında eroini gezdiriyor unutmak için. İnsanlığını unutmak için. İnsanlık bileklerini kesip kanatıyor. O yüzdendir kenara itilmişliğinin acısını yalnızca ruhuna yaşatmışlığı…

Şeytan insanı Allah’ın yolundan saptırmak için and içmiştir. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." (Araf Suresi, 16) İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.” (İbrahim, 22)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder