Sadece ben'imiz ve ten'imiz var.
Para ve makam... Ahlar, günahlar, ayıplar, kayıplar... Hayat var ama hayatta
insan yok. Madde var fakat insanlar insanlığından soyunmuş. Hayatın her
sahasından insanlık adına ne varsa sürgün etmişiz.
İnsanlıktan mahrumiyet hâl-i pür
melâli çölleştiriyor insanı, ufuksuzlaştırıyor, verimsizleştiriyor,
ruhsuzlaştırıyor, yersiz yurtsuzlaştırıyor. Hakikati kaybettiğimiz bir yana;
farkında değiliz kaybettiğimizin. Necip Fazılın dediği gibi: “Güneşi ceketinin
astarı içinde kaybetmiş” zavallıları oynuyoruz. Bu sebeple hakikati arama gibi
bir derdimiz de yok.
Bizi sanal bir âlemde yaşatmaya
alıştıran medya bize sahte bir gerçeklik sunuyor. Modern çağ, modern ağlarla
bizi kendisine bağlamış. İnsanlar, kendi hayatlarını değil, devşirilmiş sanal
ve sahte hayatları yaşamanın ardında sürükleniyorlar. Yalnızca hızın, hazın ve
nefsanî arzuların hükümfermâ olduğu bir hayatımsı cendere. Hayatımtırak.
Medyanın küresel ilahları
tarafından ayartılmış köleler olarak sefih bir hayat sürüyor insan. Anlamın
anlamını yitirdiği, değerlerin değersizleştiği, sözün lafa, kelamın söze
indirgendiği süfli bir ortama adapte edilmiş. Şehevi ve nefsanî arzuların
kutsandığı, komşusundan daha doğrusu insanlıktan bi haber yaşamanın
benimsendiği pagan bir hayat. Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç ve hiç
birisinin ruha dokunan tarafı yok.
Ahsen’i takvimden, esfeli
safiline bir düşüş. İnsan bu derekeye düştüğünü göremeden derece derece
yükseldiğini zannediyor. Sanalitenin gözleri kör eden büyüsüne kapılıp gidiyor.
Yalnızlığa itilmiş, sürgüne verilmiş bedenin dili. Karanlıklar içinde panik
dolu, çaresiz ve savunmasız.
Damarlarında hazzın acısı, bütün
iliklerine kadar işliyor hız tutkusu. Tapınaklar inşa ediyor, içindeki fıtratın
sesini susturmak için. Çağın insana sunduğu hediyeler ise alevlerle sarıp
sarmalanmış. Erdemin tüm intikamını insanın ruhundan alıyor, çarmıha geriyor...
Tanıdık yüzlerden, kimliksiz
sokaklardan, kaçıyor insan. Bu yüzden başka başka kentlere gidiyor. Ve gittiği
bütün kentlerin yabancısı... İnsanın ruhuna ait bir yurdu olmalı değil mi?
Çünkü sunulan, ezberletilen, insanoğluna yetmiyor. İstediğimiz, bu
"yaşamak" değil. Bizi büyüleyen, bizi sürükleyen, içimizdeki düşlere
dokunan "yaşamak"lar istiyor insan... Ruhumuzu izlediğimiz, kendimiz
olduğumuz.
Bir rüyada mıyız, bağırıyoruz
sesimiz çıkmıyor, bağırıyoruz kimse duymuyor. Herkes susmuş, herkes sağır.
Vurgun yedik, sürgün olduk. Materyalizmin zemheri ayazlarında bütün
duygularımız dondu. İnsanlığın sessiz ölümü bu.
Damarlarında eroini gezdiriyor
unutmak için. İnsanlığını unutmak için. İnsanlık bileklerini kesip kanatıyor. O
yüzdendir kenara itilmişliğinin acısını yalnızca ruhuna yaşatmışlığı…
Şeytan insanı Allah’ın yolundan
saptırmak için and içmiştir. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından
dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu
kurup) oturacağım." (Araf Suresi, 16) İş bitirilince şeytan da diyecek ki:
“Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama
yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi
çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi
kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben,
daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz,
zalimlere elem dolu bir azap vardır.” (İbrahim, 22)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder