13 Ocak 2017 Cuma

HER ŞEY İÇİMİZDE

 

Millet olarak sabit dayanaklarımızdan mahrumuz. Tanzimat’tan bu yana müthiş bir savrulma yaşadığımıza inananlardanım. Bu konuda yalnız da değilim.
Toplum olarak mühim meselelerimiz konusunda duyarlılığımız, en milli meselelerde bile çatlak seslerin olması, hayati meselelerin içini boşaltıp orta malı haline getirmek içinde bulunduğumuz medeniyetten uzaklaşıp, başka ufuklara yelken açmamızın dilemmasıyla ilgilidir.
Mevlana'dan ödünç alarak pergel metaforunu zikretmek istiyorum. Bir ayağı sabit olup, diğer ayağı sabit ayağın ekseninde dolaşan pergel benzetmesinden bahsediyorum. Biz sabit olan ayağımızın yerini kaybettik. Bu durum bizi rotası ve kaptanı olmayan bir gemiye döndürdü. Su üzerinde sürükleniyoruz.
Millet olarak ne bizi sabitleyecek kaynaklardan haberdarız ne de Moğol saldırısı gibi üzerimize gelen kültürel istilaya karşı durabiliyoruz. Bu durumu özetleyecek iki kelime: cevher ve buhran. Burhanı olmayanların buhrandan kurtulmayacaklarını söylemek için çok şey bilmeye gerek yok.
Medeniyet bir bütündür. Bütün olarak inkişaf eder. Doğru soru 'batı niçin ileride' sorusu değil; bilakis 'biz neden geride kaldık' sorusudur. Doğru soruyu soramadığımız zaman alacağımız cevap derdimize derman olmayacaktır.
Tanzimat’tan sonra kaybettiğimiz en önemli şey devam ve bütünlük fikridir. Kaybolan bu durumun mutlaka dış etkenleri vardır. O günlerde dünyayı saran milliyetçilik akımının ümmetimizi parçalamakta büyük tesiri vardır. Doğru. Ancak düşünce kodlarımızın, mantığımızın değişmesidir vahim olan. Artık çok sığ düşünüyoruz. Sığ diyorum basit değil. Basit bir şeyin yalın halidir. Basitlik sığlık ve adilikle karıştırılmamalı.
Biz yenileşmek ve modernleşmek adına Necip Fazıl'ın benzetmesiyle "güneşi ceketinin astarı içinde kaybeden" bir toplumuz. Yazarlardan söz etmişken birazda Ahmet Hamdi Tanpınar'a kulak verelim: "Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin hemen yanıbaşımızda, bazen bir mazlum, bazen kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en ufak bir sarsıntıda serap parıltılarıyla önümüzde açılması, bizi kendine çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı. (Bize akseden cihetiyle yanlış yapma korkusu...)"
Burada bir öz eleştiri yapmak gerekiyor. Heyhat, ömrümüz mehdi beklemekle geçti. Hep bir bahanesi, bir mazereti oldu da gelmedi. Sakalımıza, saçımıza ak düştü yine gelmedi. Okullar açıldı kapandı, sandıklar açıldı kapandı, kaybettik kazandık gelmedi. Cemre, defalarca havaya, suya, toprağa düştü ama bize açılmadı kapı, bize açmadı gökyüzü. Kaç bahar geldi geçti ömrümüzden, sonsuz hamdolsun, şükrolsun. Ama beklenen yâr gelmedi. Beklenen mehdinin bizzat kendimiz olduğunu geç anladık. Mehdiyi özünde aramalıydı insan, biz hatayı burada yaptık.
Kurtuluşu hep dışımızda aradık. Söz konusu ulvi bir dava ise hep bir adım önde olan yürekler gerek... Kurtuluş içimizde, bunun farkında olmak gerek. Necip Fazıl’ın dediği gibi: "kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik... 

Bize umut gerek şu üstümüzdeki ölü toprağı havası dağılsın diye. Bize samimi bir kıyam gerek. Vakti kuşanmak gerek. Bunu başkalarında değil kendimizde arayacağız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder