Millet olarak sabit
dayanaklarımızdan mahrumuz. Tanzimat’tan bu yana müthiş bir savrulma
yaşadığımıza inananlardanım. Bu konuda yalnız da değilim.
Toplum olarak mühim meselelerimiz
konusunda duyarlılığımız, en milli meselelerde bile çatlak seslerin olması,
hayati meselelerin içini boşaltıp orta malı haline getirmek içinde bulunduğumuz
medeniyetten uzaklaşıp, başka ufuklara yelken açmamızın dilemmasıyla ilgilidir.
Mevlana'dan ödünç alarak pergel
metaforunu zikretmek istiyorum. Bir ayağı sabit olup, diğer ayağı sabit ayağın
ekseninde dolaşan pergel benzetmesinden bahsediyorum. Biz sabit olan ayağımızın
yerini kaybettik. Bu durum bizi rotası ve kaptanı olmayan bir gemiye döndürdü.
Su üzerinde sürükleniyoruz.
Millet olarak ne bizi
sabitleyecek kaynaklardan haberdarız ne de Moğol saldırısı gibi üzerimize gelen
kültürel istilaya karşı durabiliyoruz. Bu durumu özetleyecek iki kelime: cevher
ve buhran. Burhanı olmayanların buhrandan kurtulmayacaklarını söylemek için çok
şey bilmeye gerek yok.
Medeniyet bir bütündür. Bütün
olarak inkişaf eder. Doğru soru 'batı niçin ileride' sorusu değil; bilakis 'biz
neden geride kaldık' sorusudur. Doğru soruyu soramadığımız zaman alacağımız
cevap derdimize derman olmayacaktır.
Tanzimat’tan sonra kaybettiğimiz
en önemli şey devam ve bütünlük fikridir. Kaybolan bu durumun mutlaka dış
etkenleri vardır. O günlerde dünyayı saran milliyetçilik akımının ümmetimizi
parçalamakta büyük tesiri vardır. Doğru. Ancak düşünce kodlarımızın,
mantığımızın değişmesidir vahim olan. Artık çok sığ düşünüyoruz. Sığ diyorum
basit değil. Basit bir şeyin yalın halidir. Basitlik sığlık ve adilikle
karıştırılmamalı.
Biz yenileşmek ve modernleşmek
adına Necip Fazıl'ın benzetmesiyle "güneşi ceketinin astarı içinde kaybeden"
bir toplumuz. Yazarlardan söz etmişken birazda Ahmet Hamdi Tanpınar'a kulak
verelim: "Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin hemen yanıbaşımızda,
bazen bir mazlum, bazen kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir
hazine gibi durması, en ufak bir sarsıntıda serap parıltılarıyla önümüzde
açılması, bizi kendine çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da hayatımızdan
bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı. (Bize akseden
cihetiyle yanlış yapma korkusu...)"
Burada bir öz eleştiri yapmak
gerekiyor. Heyhat, ömrümüz mehdi beklemekle geçti. Hep bir bahanesi, bir
mazereti oldu da gelmedi. Sakalımıza, saçımıza ak düştü yine gelmedi. Okullar
açıldı kapandı, sandıklar açıldı kapandı, kaybettik kazandık gelmedi. Cemre,
defalarca havaya, suya, toprağa düştü ama bize açılmadı kapı, bize açmadı
gökyüzü. Kaç bahar geldi geçti ömrümüzden, sonsuz hamdolsun, şükrolsun. Ama
beklenen yâr gelmedi. Beklenen mehdinin bizzat kendimiz olduğunu geç anladık.
Mehdiyi özünde aramalıydı insan, biz hatayı burada yaptık.
Kurtuluşu hep dışımızda aradık.
Söz konusu ulvi bir dava ise hep bir adım önde olan yürekler gerek... Kurtuluş
içimizde, bunun farkında olmak gerek. Necip Fazıl’ın dediği gibi: "kim
var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben
varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse
yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir
gençlik...
Bize umut gerek şu üstümüzdeki
ölü toprağı havası dağılsın diye. Bize samimi bir kıyam gerek. Vakti kuşanmak gerek.
Bunu başkalarında değil kendimizde arayacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder