24 Şubat 2017 Cuma

ANILARA SAHİP ÇIKALIM

Çocukluğumda; iki göz bir evimiz vardı. Birde dedemin kaldığı bir oda. Sonradan birkaç ekleme yapıldıysa da mütevazı bir köy evinde geçti çocukluğum.
Hayatın inceliklerini keder ve elemini öğrendiğim; bana okuma zevki aşılayan dedem, her yemek sonrası ellerini açar Rabbine verdiği nimetler için şükrederdi.
Onun şükrüne değişik vesilelerle tanık idik. Mesela sobanın üstünde kaynayan bir çaydanlık, kızarmış ekmek kokusu. Sebzelerin büyümesi, yağmurun yağması…
Dedem hayatı derinden yaşardı. Derinden yaşamak dediğim şey; eldeki nimetin kıymetini bilmekten gelen ağız tadı, gönül huzuru ve büyüklerin hep anlatacak bir hikâyelerinin olması.
Duygularımızı ifade etme biçimini de aile içinde öğreniyoruz. Ama öğrendiğimizi dile getirme biçimimiz; yaşadığımız muhitin, aldığımız eğitimin ve elbette meşrebimizin ortak izleğinde değişip dönüşüyor.
Sözü getirmek istediğim yer şurası. Biz evimizi bir yuva olarak görür, orada huzur bulurduk. Günümüzün gençleri ve çocukları ailelerinden, mal, mülk biriktirme hikâyesi dinliyor en fazla.
Hayatı şikâyet üzere yaşayıp, maddi durumumuzun başkalarınınkinden daha kötü olduğunu çocuklara anlatırken şükürsüz bir nesli yetiştiriyoruz farkında olmadan. Oysa gençler didaktik bir tonda anlattığımız özel tarihimizin değil, her gün hayat sloganı olarak tekrarladığımız cümlelerimizin etkisinde kalıyor daha ziyade.
Biz şükrümüzü kaybettik, çocuklarımızdan ne bekleyebiliriz. Onlarda bizden gördüğünün daha ötesini istiyor. Daha… Daha denilen şey hayatımızı cehenneme çeviriyor. Daha modelli araba, daha hızlı bilgisayar, daha modern ev eşyaları, daha fonksiyonlu telefon… Bir anaforun içinde kaybolup gidiyoruz.
Eskiden çok şeyimiz yoktu; ama huzurumuz vardı. Mahalle bizim evimizdi. Nohut oda bakla sofalara değil, mahallenin genişliğine kanat çırpan özgürlüğümüz vardı. Bir mahalleyi, bir köyü kucaklayacak gönlümüz. Şimdi lüks hapishanelerde ömür tüketiyoruz.
Şimdilerde toplu konutlar, rezidanslar, yalılar, köşkler, villalar, lüks daireler... Durmadan yenileri yapılıyor. Herkesin kalacak yeri oluyor. Ama hiç birisinde bir yuva sıcaklığı bulamıyoruz. Taşındığımız her evden ve mahalleden anılarımızı terk ederek taşınıyoruz.
Galiba hiç kimsenin 'yuva'sı yok. Yuva vatan duygusunun gelişmesi için lüzumludur. Yuva, mesken aidiyeti bizi mahalle, şehir aidiyetine o da vatan aidiyetine götürür. Anılarla bizi kendisine bağlayan zemine vatan diyoruz. Şair şöyle diyor: Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Sahillerden, tabiattan vazgeçtik. Gümüşhane’de bile gökyüzünü göremeyeceğiz. Tabiattan uzak yuvasız nesiller aidiyet duygusunu da kaybediyor. Mahallesini kaybeden her şeyini kaybediyor çünkü. İlk başta hafızasını, huzurunu, şükrünü…

'Hafıza' gidince... Kaybettiklerimizi fark etmemiz, idrak etmemiz mümkün olmuyor doğal olarak. Vatan duygusunu kaybedenlerin vatanını kaybetmeleri mukadderdir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder