Çocukluğumda; iki göz bir evimiz
vardı. Birde dedemin kaldığı bir oda. Sonradan birkaç ekleme yapıldıysa da
mütevazı bir köy evinde geçti çocukluğum.
Hayatın inceliklerini keder ve
elemini öğrendiğim; bana okuma zevki aşılayan dedem, her yemek sonrası ellerini
açar Rabbine verdiği nimetler için şükrederdi.
Onun şükrüne değişik vesilelerle
tanık idik. Mesela sobanın üstünde kaynayan bir çaydanlık, kızarmış ekmek
kokusu. Sebzelerin büyümesi, yağmurun yağması…
Dedem hayatı derinden yaşardı.
Derinden yaşamak dediğim şey; eldeki nimetin kıymetini bilmekten gelen ağız
tadı, gönül huzuru ve büyüklerin hep anlatacak bir hikâyelerinin olması.
Duygularımızı ifade etme biçimini
de aile içinde öğreniyoruz. Ama öğrendiğimizi dile getirme biçimimiz;
yaşadığımız muhitin, aldığımız eğitimin ve elbette meşrebimizin ortak izleğinde
değişip dönüşüyor.
Sözü getirmek istediğim yer
şurası. Biz evimizi bir yuva olarak görür, orada huzur bulurduk. Günümüzün
gençleri ve çocukları ailelerinden, mal, mülk biriktirme hikâyesi dinliyor en
fazla.
Hayatı şikâyet üzere yaşayıp,
maddi durumumuzun başkalarınınkinden daha kötü olduğunu çocuklara anlatırken
şükürsüz bir nesli yetiştiriyoruz farkında olmadan. Oysa gençler didaktik bir
tonda anlattığımız özel tarihimizin değil, her gün hayat sloganı olarak
tekrarladığımız cümlelerimizin etkisinde kalıyor daha ziyade.
Biz şükrümüzü kaybettik,
çocuklarımızdan ne bekleyebiliriz. Onlarda bizden gördüğünün daha ötesini
istiyor. Daha… Daha denilen şey hayatımızı cehenneme çeviriyor. Daha modelli
araba, daha hızlı bilgisayar, daha modern ev eşyaları, daha fonksiyonlu
telefon… Bir anaforun içinde kaybolup gidiyoruz.
Eskiden çok şeyimiz yoktu; ama
huzurumuz vardı. Mahalle bizim evimizdi. Nohut oda bakla sofalara değil,
mahallenin genişliğine kanat çırpan özgürlüğümüz vardı. Bir mahalleyi, bir köyü
kucaklayacak gönlümüz. Şimdi lüks hapishanelerde ömür tüketiyoruz.
Şimdilerde toplu konutlar,
rezidanslar, yalılar, köşkler, villalar, lüks daireler... Durmadan yenileri
yapılıyor. Herkesin kalacak yeri oluyor. Ama hiç birisinde bir yuva sıcaklığı
bulamıyoruz. Taşındığımız her evden ve mahalleden anılarımızı terk ederek
taşınıyoruz.
Galiba hiç kimsenin 'yuva'sı yok.
Yuva vatan duygusunun gelişmesi için lüzumludur. Yuva, mesken aidiyeti bizi
mahalle, şehir aidiyetine o da vatan aidiyetine götürür. Anılarla bizi
kendisine bağlayan zemine vatan diyoruz. Şair şöyle diyor: Toprak, eğer uğrunda
ölen varsa vatandır.
Sahillerden, tabiattan vazgeçtik.
Gümüşhane’de bile gökyüzünü göremeyeceğiz. Tabiattan uzak yuvasız nesiller
aidiyet duygusunu da kaybediyor. Mahallesini kaybeden her şeyini kaybediyor
çünkü. İlk başta hafızasını, huzurunu, şükrünü…
'Hafıza' gidince...
Kaybettiklerimizi fark etmemiz, idrak etmemiz mümkün olmuyor doğal olarak.
Vatan duygusunu kaybedenlerin vatanını kaybetmeleri mukadderdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder