24 Şubat 2017 Cuma

KÜLTÜR FIRTINASI

Osmanlının yıkılışı bizim düşünce yapımızda bir dönüm noktasıdır. Batı karşısında yenilgiyi bilinçaltında kabullendik. Batının teknolojik başarısı janjanlı paketlerle bize medeniyet başarısı olarak empoze edildi.
Bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük, vatandaşlarına aşağılık duygusunu aşılamaktır. Böylece o ülke insanlarının zihninde, kendi kültürünün, ana dilinin, yaşam biçiminin işe yaramaz olduğu fikri yerleşir ve dünyanın başka havzalarındaki kültürleri taklit etmeye başlarlar. Bir ülkenin moral ve motivasyonunu yok etmenin en etkili yolu budur. Ne silahla başarabilirsiniz bunu, ne ordularla.
Seyrettiğimiz her film, her dizi, okuduğumuz her haber, her reklâm bu temel fikri işliyor. Gençlerin bilinçaltına senin, müziğin, giyim tarzın, kültürün, hatta dinin işe yaramaz. Yaşam biçimin yanlış. Sen ancak bir batılı gibi olur, onlar gibi davranır, Hıristiyan gibi hareket eder, onlar gibi giyinirsen bir değer ifade edersin. Bunlar olmadan bir “hiç”sin duygusu yerleştiriliyor. Medya vasıtasıyla bu duygular beynimizin içine boca ediliyor.
Dünyanın en güzel dillerinden birisi olan Türkçe, içine abur cubur İngilizce kelimelerin doldurulduğu argo bir anlaşma dili haline geldi. Şu anda bir Türk genci için marifet Türk gibi görünmemek. Amerikalıya, hadi o da olmazsa İtalyan'a, İspanyol'a benzemek. Hatta batıda gayri ahlaki gruplara benzemek, onların düşüncelerine yansıtan tişörtlerde ne yazdığını bilmeden giymek. Vel hasıl kendine yabancılaşmak; işte bir ülke böyle çökertilir.
Kulağına küpe takmayan, saçlarını jöleleyip yukarı dikmeyen genci kimse beğenmiyor, burnunda hızması, pazusunda dövmesi olmayana kimse iltifat etmiyormuş gibi bir algı oluşturuluyor. 
Desem ki, "Bu dünyada babasından, dedesinden utanan başka bir millet var mıdır, dedesinin yazdıklarını okuyamayan başka bir millet var mıdır? Büyük ihtimalle bu sorunun cevabı olumsuzdur. Nasıl bir millet bu hale getirildi? Beyinlere aşağılık duygusu empoze edilerek.
Gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki fark ülkelerin yaşı değildir. Mesela, Hindistan ve Mısır gibi ülkelerin ikibin yıldan fazla geçmişi olmasına rağmen fakirdirler. Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 150 sene önce isimleri bilinmeyen ülkeler hatta daha ikinci dünya savaşından sonra kurulan İsrail gelişmiş ülkelerdir.
Doğal kaynakların var olup olmaması da zengin ülke fakir ülke arasındaki farkı belirleyici bir etken değildir. Japonya ufacık bir adaya sıkışmış, %80 arazisi tarıma ve hayvancılığa uygun olmayan bir ülkedir ama aynı zamanda dünyanın gelişmiş ekonomileri arasındadır. Ülke dev bir bir yüzer fabrika gibi dünyadan ham madde ithal eder, sonra da bütün dünyaya ürün ihraç eder.
Diğer bir örnek, kakao yetiştiremeyen ancak dünyanın en kaliteli çikolatasını üreten İsviçre’dir. 4 ay kadar kısa süren yaz döneminde toprağı da ekerler, hayvancılık da yaparlar. Bu yetersizlikte ürettikleri süt ürünleri en iyi kalitededir. Bu ufak ülke yansıttığı güvenli, düzenli ve çalışkan ülke imajı sayesinde dünyanın para kasası olmayı da başarmıştır.
Gelişmiş ve fakir ülkelerin yöneticilerini birbirleriyle karşılaştırdığınızda fiziksel olarak aralarında önemli bir fark bulamazsınız; fark, uzun yıllardır kültür ve eğitim yolu ile kafalarımıza işlenen değişik bakış açısıdır. Kalkınmış ülke insanlarının davranışlarını incelediğimizde, şu prensiplere inandıklarını görürüz.

Dürüstlük, sorumluluk, kanun ve kurallara saygı, başkalarının hakkına saygı, çalışkanlık, tasarruf ve yatırıma inanç, irade, dakiklik… Biz, doğal kaynaklarımız olmadığı için değil, yeraltı zenginliklerimiz olmadığı için değil; biz, doğru bakış açısına sahip olmadığımız için gelişmedik.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder