Modernleşmenin kültürel yıkım
duygusu eskiye düşmanlık hıncıyla açıklanabilir. Bu hıncın derin derin
tartışılması, hepimiz için ufuk açıcı olabilir. Medeniyet ve mekân yolculuğunun
ilk zihinsel nüveleri yaşadığımız şehirden başlayarak oluşmaya başlar.
Medeniyetin zemini şehirlerdir yani Medine.
Şehirli olmak bir ayrıcalıktır.
Çünkü medeniyetin neşvü nema bulduğu mekan Medine yani şehirdir. Ancak şehre
sahip olmak, medeniyeti içselleştirmek için şehirde yaşıyor olmak yeterli bir
sebep değildir. Modernizmle birlikte kentleşme ve kentlileşme bir muharrik
olarak yaşadığımız şehrin değişimini sağladı. Öncelikle taşınan, sonra
geçmişinden koparılan bir yeni kent inşa etmek bilinçli ya da bilinçsiz
geldiğimiz noktadır. Kültürel olarak burjuvalardan farklı olarak 'kökleriyle
övünen' ve yüzyılların dışlanmışlığıyla kent yaşamında kendine bir yer
bulabilen insanların kentlere kültürel ağırlığını koymalarıyla kentleşmenin
geldiği boyut bu günümüzün fotoğrafıdır.
Beton yığınları halinde,
estetikten uzak mekânlarda yetişen insanlardan sanatsal incelik beklemek
elbette imkânsız. Sanatçıları himaye
eden, kendi aralarında incelik ve zevk yarıştıran; devlet işlerinden artan
zamanlarında sanatla iştigal eden geçmiş zaman devletlûlarını günümüzde bulmak imkânsız.
En azından geçmişin estetik şehirlerine, mahallelerine, yapılarına sahip
çıkarak estetik zevke aşina insanlar yetiştirebiliriz.
Bu bağlamda restorasyon
çalışmaları umut verici birer gelişmedir. Bir şehrin tarihi mekânları, nefes
alacak ve aldıracak meydanları olmazsa o şehrin sıradan kentlerden ne farkı
olabilir.
Tam bu noktada "şehir"
ile "kent"in arasını ayırmak icap eder. Bu ayırım bizim neden şehri
İslam'a, kenti Batı'ya, nispet ettiğimizin anlamı ortaya çıkacaktır.
"Kent", yerleşim biriminin Sanayi Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış
formu, modernizmin ve ulus devletin yapılandırdığı yerleşim birimidir.
"Şehir" ise, geleneksel yerleşim birimi.
Bu noktada modern kenti
tanımlamakta fayda var. Belirtmek gerekir ki "kent", geleneksel
yerleşim birimi olan "şehir" değildir. Şehir dediğimizde biraz da
milletin yüzyıllar boyunca yaşattığı eserlerin biriktirilmesini anlarız. Şehir
dediğimizde içindeki mahalle isimlerinden tutun da yüzyıllara uzanan binalarıyla
bize tarihimizi anlatan canlı bir organizmadan söz ediyoruz.
Kent denilince sanki soğuk,
hissiz, ruhsuz beton yığınlarından bahsediyoruz gibi gelir bana. Şehir ise;
daha naif, insancıl ve nicelikten daha çok nitel özellikleri ağır basan bir
sosyalleşme ve ruhsal tekâmül sürecinin adıdır. Şehir kelimesi, bir mahalle,
bir sokak, bir mekân, bir yaşayış biçimi olarak canlanır gözümde.
Şehir; doğayı ve yaşamı içinde
barındıran bir alandır. Maalesef kentleşelim derken ‘şehir’lerimizi kaybettik.
Kentleşmeye kurban edildik. Maddi çıkar uğruna balkonları, pencereleri
birbirine bakan iç içe binaların yükseldiğini gördükçe şehirlerin geleceği
adına üzülüyorum. Bu mekânlarda yaşayan insanlar hissizleşir ve duyarsızlaşır.
Ahmet Davutoğlu şöyle diyor:
“Şehir, sadece değişik inşa malzemeleriyle, bugün beton, geçmişte taş veya
başka bir şey, değişik inşa malzemeleriyle rastgele düzenlenmiş bir mekân
değildir. “Kevn” ile yani oluş ile “kün” ile ol emriyle o mekânı inşa eden
zihnin varoluşsal arka planı arasında bir irtibat yoksa şehir de olmaz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder