1 Mart 2017 Çarşamba

HADDİNİ BİLMEK ERDEMİ

İnsanoğlu değişik hasletlerle yaratılmış. İyi olanları benimsemek, kötü olanları terk etmekle emrolunmuş. Kamil insan dediğimiz şahıs bu görevi hakkıyla erine getiren insan. İnsanın en önce bilmesi gereken şey haddidir. İnsan bir kuldur ve kulluğunu bilmelidir. Ne var ki insanlık tarihi haddini bilmeyen insanlarla doludur. Firavun, Nemrut, Neron, Kazıklı Voyvoda…
“İnsan şüphesiz haris (sabrı az, tamahkârlığı çok) olarak yaratılmıştır. Şer dokunduğu zaman, çok feryat edicidir. Ve ona hayır dokunduğu zaman çok cimridir: Kıskançtır.” (Mearic: 19-20-21)
Haddini bilmemenin cezası o kadar büyük ki şeytan haddini aşması sebebiyle hem ilahi rahmetten kovulmuş, hem de ebedi cehennemlik olmuştur. Kuranda Allahu Teâlâ bu olayı bize hatırlatarak haddini bilmeyenlerin sonunun nasıl olacağını haber veriyor.
İnsan her makamda ve ortamda haddini bilecek. Ancak, materyalist düşünce bize makamı, mevkiyi, erk’i öyle dayatıyor ki haddimizi aşmamak fikri yanımıza yöremize uğramıyor. Sınırları zorla telkinleriyle bizi isyana teşvik eden bir gizli suflör hayatımıza müdahale ediyor.
Son zamanların en çok satanlarının kişisel gelişim kitaplarının olması bizi bu noktaya taşıyor. Kendimizi insanlardan farklı bir noktaya taşıyarak üstünlüğümüzü ispatlama gayreti. İnsanın içindeki 'ben' duygusunu açığa çıkarma denemeleri.
Kendini üstün gören insan, “âlemi ben yarattım” edasıyla davranıyor. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran tarafı bizi bu taraftan yakalıyor. İslami tevazu içinde olan kişi, kendini âlemin üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu durum haddini bilmektir.
Bizim kültür kanallarımızdan nakledilen bir söz insanın durumunu şöyle özetler: “kendini bilen, Rabbi'ni bilir”. Buna göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkânına kavuşuruz. Mefhum-u muhalifiyle, düşünecek olursak, kendini bilmeyen kişi Rabbi'ni de bilemez.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni bilen kişi, aynı zamanda haddini de bilmiş olur. Çünkü kul olduğunun farkında olmak fiillerimizi de düzenler. Kendisinin âlem içindeki yerini ve Rabbi'yle olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez, tevazu sahibi olur. Zaten ahlâkî bir erdem olarak tevazu’nun kelime anlamı gösterişsizlik, yalınlıktır. Büyüklük göstermemek, kibirlenmemek, alçak gönüllü olmak. Tevazu, makam ve rütbe itibariyle kendinden aşağıda olanlara büyüklük göstermemektir. Kendinden aşağıdakilere büyüklük göstermeyen yaratanı karşısındaki konumunu da bilir.
Mesnevideki bir hikâye şöyledir: Sultan bir elçisini, bir emaneti o şehrin valisine ulaştırmak üzere uzak bir şehre gönderir. Elçi yola çıkar. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra şehre varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul olur. İlim meclislerine katılır. Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş yapar. İnsanlarla hasbihal eder. Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye ulaştırmayı unutur ve ülkesine geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o şehirde yaptıklarını ve bu gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu, ufkunun genişlediğini anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda, elçi o konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler. Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: “Ben seni o şehre tek bir iş için gönderdim. Sen ise onun dışında birçok iş yaptın ama asıl görevini yapmadan geri geldin.”

Kıssadan hisse bu hikâye dünyadaki görevimizi bize hatırlatırsa ne mutlu bize. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder