İnsanoğlu değişik hasletlerle
yaratılmış. İyi olanları benimsemek, kötü olanları terk etmekle emrolunmuş.
Kamil insan dediğimiz şahıs bu görevi hakkıyla erine getiren insan. İnsanın en
önce bilmesi gereken şey haddidir. İnsan bir kuldur ve kulluğunu bilmelidir. Ne
var ki insanlık tarihi haddini bilmeyen insanlarla doludur. Firavun, Nemrut,
Neron, Kazıklı Voyvoda…
“İnsan şüphesiz haris (sabrı az,
tamahkârlığı çok) olarak yaratılmıştır. Şer dokunduğu zaman, çok feryat
edicidir. Ve ona hayır dokunduğu zaman çok cimridir: Kıskançtır.” (Mearic:
19-20-21)
Haddini bilmemenin cezası o kadar
büyük ki şeytan haddini aşması sebebiyle hem ilahi rahmetten kovulmuş, hem de
ebedi cehennemlik olmuştur. Kuranda Allahu Teâlâ bu olayı bize hatırlatarak
haddini bilmeyenlerin sonunun nasıl olacağını haber veriyor.
İnsan her makamda ve ortamda
haddini bilecek. Ancak, materyalist düşünce bize makamı, mevkiyi, erk’i öyle
dayatıyor ki haddimizi aşmamak fikri yanımıza yöremize uğramıyor. Sınırları
zorla telkinleriyle bizi isyana teşvik eden bir gizli suflör hayatımıza
müdahale ediyor.
Son zamanların en çok
satanlarının kişisel gelişim kitaplarının olması bizi bu noktaya taşıyor.
Kendimizi insanlardan farklı bir noktaya taşıyarak üstünlüğümüzü ispatlama
gayreti. İnsanın içindeki 'ben' duygusunu açığa çıkarma denemeleri.
Kendini üstün gören insan, “âlemi
ben yarattım” edasıyla davranıyor. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran tarafı
bizi bu taraftan yakalıyor. İslami tevazu içinde olan kişi, kendini âlemin
üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu durum haddini bilmektir.
Bizim kültür kanallarımızdan
nakledilen bir söz insanın durumunu şöyle özetler: “kendini bilen, Rabbi'ni
bilir”. Buna göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkânına
kavuşuruz. Mefhum-u muhalifiyle, düşünecek olursak, kendini bilmeyen kişi
Rabbi'ni de bilemez.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni
bilen kişi, aynı zamanda haddini de bilmiş olur. Çünkü kul olduğunun farkında
olmak fiillerimizi de düzenler. Kendisinin âlem içindeki yerini ve Rabbi'yle
olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez, tevazu sahibi olur. Zaten
ahlâkî bir erdem olarak tevazu’nun kelime anlamı gösterişsizlik, yalınlıktır. Büyüklük
göstermemek, kibirlenmemek, alçak gönüllü olmak. Tevazu, makam ve rütbe
itibariyle kendinden aşağıda olanlara büyüklük göstermemektir. Kendinden
aşağıdakilere büyüklük göstermeyen yaratanı karşısındaki konumunu da bilir.
Mesnevideki bir hikâye şöyledir:
Sultan bir elçisini, bir emaneti o şehrin valisine ulaştırmak üzere uzak bir
şehre gönderir. Elçi yola çıkar. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra şehre
varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul
olur. İlim meclislerine katılır. Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş
yapar. İnsanlarla hasbihal eder. Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye
ulaştırmayı unutur ve ülkesine geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o
şehirde yaptıklarını ve bu gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu,
ufkunun genişlediğini anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda,
elçi o konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler.
Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: “Ben seni o şehre tek bir iş
için gönderdim. Sen ise onun dışında birçok iş yaptın ama asıl görevini
yapmadan geri geldin.”
Kıssadan hisse bu hikâye
dünyadaki görevimizi bize hatırlatırsa ne mutlu bize.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder