1 Mart 2017 Çarşamba

HEPİMİZ ŞAHİTLER OLACAĞIZ

Şöyle hikâye edilir: Rimbaud, bir gün arkadaşıyla şehir mezarlığını geziyormuş. Mezar taşlarının üstünde, toprağın altında yatanlara ilişkin övücü sözlerin yazılı olduğunu görünce, dayanamamış, sormuş: “İyi de, benim tanıdığım bütün o alçaklar nerede yatıyor?”
Hayat, tezatlarıyla yığılıyor üstümüze… Erki, makamı menfaat için kullananlar menfaat ellerinden gidince feveran ediyorlar. Hâlbuki zulmün, haksızlığın her türüne karşı çıkmakla yükümlü değil miyiz?
Nasıl yaşıyorsak, öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle de diriliriz. İnandığımız gibi yaşamıyorsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Menfaat için her yolu meşru görenlerin sonu hiçte iyi olmayacaktır.
İnsan, günü geldiğinde sorulmayacak mı zannediyor? Bildiklerinle ne yaptın, paranı nereden kazanıp nereye sarf ettin, vücudunu nerede eskittin, vaktini nerede harcadın…
Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini tasavvur bile edemeyenler, doğal olarak bu dünyadaki her şeye sahip olmak istiyorlar. Karun böyle bir zihniyetin Kuranda sembolleşmiş ismidir. Hayatın kazası yok bu felsefede. Öyleyse bu hayatta her şey meşru.
Düşünen bir varlık olarak insan, maksat için her yolu yürünebilir kabul ettikçe insanlığından fersah fersah uzaklara düşüyor. İnsanın içinde iyilik de, kötülük de potansiyel olarak mevcut. Besbelli ki vahşileşebileceği gibi, ehlileşebiliyor da.
Çağından, zamanından ve anından mesul insanın hayata tutunma hırsını lüzumlu görüyoruz ama hırs, haddini aşmamışsa… Çünkü haddini aşan hırs, insanı arsızlaştırdığı gibi, insanlığı da aşındırıyor. İnsan haz bataklığına kapıldı mı her şeyi meşru görüyor. Yeter ki tadını çıkar: “Bir daha mı geleceğiz dünyaya…” Bu düşünce yapılacak her fiili meşrulaştırmaya yetiyor.
Bir tasavvuf büyüğünün tespiti şöyle: Dünya malı insan için gemi için su gibidir. Geminin yüzmesi için ne kadar su olursa gemi o kadar iyi yüzer, ancak su geminin içine dolmuşsa felaket başlamış demektir.
Güç, nüfuz, iktidar, mülk gibi olgular insanı yanlışa, başkalarına zulmetmeye itebiliyor. Şunu unutmamalı ki her insan kendi hesabını verecektir. “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmeyecektir.”Etten ve kemikten mürekkep bir varlık olan insana, “eşref-i mahlûkat” diyorsak, ahlâk ve vicdan sahibi olduğu için: Her ikisi de, netice itibariyle, kazanımları. Fakat kimisinde yüksekte yer tutuyor, kimisinde ise alçakta…
Mesulü olduğu zamana, bulunduğu mekâna, yaşadığı ân’a sahip çıkamayan insan, neyi yitirdiğinin bilincinde mi? İnsanlığını yitiriyor kısaca. İnsan insanlığını yitirince geriye ne kalır ki.
Zamana ve mekâna adaletle şahitler olabiliyorsak insan olma, insanı kâmil olma yolunda ilerliyoruz demektir. Fakat haksızlıklara zulme seyirci kalıyorsak her hangi bir canlıdan ne farkımız var.
“Sizden biri bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.”
Susmak, edepten öte bir sanattır. Bir ahlâk disiplini. Dinleme sanatını da içeren bir iç eğitim. Ancak haksızlık karşısında susan dilsiz şeytana benzetilmiştir.

Sonuç olarak hepimiz yaptığından mesuldür ve hepimiz şahitler olarak diriltileceğiz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder