Şöyle hikâye edilir: Rimbaud, bir
gün arkadaşıyla şehir mezarlığını geziyormuş. Mezar taşlarının üstünde,
toprağın altında yatanlara ilişkin övücü sözlerin yazılı olduğunu görünce,
dayanamamış, sormuş: “İyi de, benim tanıdığım bütün o alçaklar nerede yatıyor?”
Hayat, tezatlarıyla yığılıyor
üstümüze… Erki, makamı menfaat için kullananlar menfaat ellerinden gidince
feveran ediyorlar. Hâlbuki zulmün, haksızlığın her türüne karşı çıkmakla
yükümlü değil miyiz?
Nasıl yaşıyorsak, öyle ölürüz,
nasıl ölürsek öyle de diriliriz. İnandığımız gibi yaşamıyorsak, yaşadığımız
gibi inanmaya başlarız. Menfaat için her yolu meşru görenlerin sonu hiçte iyi
olmayacaktır.
İnsan, günü geldiğinde sorulmayacak
mı zannediyor? Bildiklerinle ne yaptın, paranı nereden kazanıp nereye sarf
ettin, vücudunu nerede eskittin, vaktini nerede harcadın…
Başka bir dünyanın mümkün
olabileceğini tasavvur bile edemeyenler, doğal olarak bu dünyadaki her şeye
sahip olmak istiyorlar. Karun böyle bir zihniyetin Kuranda sembolleşmiş
ismidir. Hayatın kazası yok bu felsefede. Öyleyse bu hayatta her şey meşru.
Düşünen bir varlık olarak insan,
maksat için her yolu yürünebilir kabul ettikçe insanlığından fersah fersah
uzaklara düşüyor. İnsanın içinde iyilik de, kötülük de potansiyel olarak
mevcut. Besbelli ki vahşileşebileceği gibi, ehlileşebiliyor da.
Çağından, zamanından ve anından
mesul insanın hayata tutunma hırsını lüzumlu görüyoruz ama hırs, haddini
aşmamışsa… Çünkü haddini aşan hırs, insanı arsızlaştırdığı gibi, insanlığı da
aşındırıyor. İnsan haz bataklığına kapıldı mı her şeyi meşru görüyor. Yeter ki
tadını çıkar: “Bir daha mı geleceğiz dünyaya…” Bu düşünce yapılacak her fiili
meşrulaştırmaya yetiyor.
Bir tasavvuf büyüğünün tespiti
şöyle: Dünya malı insan için gemi için su gibidir. Geminin yüzmesi için ne
kadar su olursa gemi o kadar iyi yüzer, ancak su geminin içine dolmuşsa felaket
başlamış demektir.
Güç, nüfuz, iktidar, mülk gibi
olgular insanı yanlışa, başkalarına zulmetmeye itebiliyor. Şunu unutmamalı ki
her insan kendi hesabını verecektir. “Hiçbir kimse başkasının günahını
yüklenmeyecektir.”Etten ve kemikten mürekkep bir varlık olan insana, “eşref-i
mahlûkat” diyorsak, ahlâk ve vicdan sahibi olduğu için: Her ikisi de, netice
itibariyle, kazanımları. Fakat kimisinde yüksekte yer tutuyor, kimisinde ise
alçakta…
Mesulü olduğu zamana, bulunduğu
mekâna, yaşadığı ân’a sahip çıkamayan insan, neyi yitirdiğinin bilincinde mi?
İnsanlığını yitiriyor kısaca. İnsan insanlığını yitirince geriye ne kalır ki.
Zamana ve mekâna adaletle
şahitler olabiliyorsak insan olma, insanı kâmil olma yolunda ilerliyoruz
demektir. Fakat haksızlıklara zulme seyirci kalıyorsak her hangi bir canlıdan
ne farkımız var.
“Sizden biri bir kötülük görürse
onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü
yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.”
Susmak, edepten öte bir sanattır.
Bir ahlâk disiplini. Dinleme sanatını da içeren bir iç eğitim. Ancak haksızlık
karşısında susan dilsiz şeytana benzetilmiştir.
Sonuç olarak hepimiz yaptığından
mesuldür ve hepimiz şahitler olarak diriltileceğiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder