25 Kasım 2017 Cumartesi

“BU KADAR CEHALET EĞİTİMLE OLUR”

Eğitim. Eğmek kelimesinin etimolojisi üzerinden gidersek eğitimin insanı şekillendirmek olduğunu söyleyebiliriz. Ya da biraz daha literatüre yaklaşırsak; eğitim bireye istendik davranışlar kazandırma sürecidir diyebiliriz.
Nasıl tarif edersek edelim eğitimin birçok boyutu var. Bunların tamamı eğirim sürecini oluşturuyor. Sayalım:
Aile boyutu. İlk eğitim ailede verilir. Çocuk ailede temel değerleri öğrenir. Bu ilk eğitim yuvası oldukça önemlidir. Çünkü diğer eğitimler bu temel üzerine bina edilir. Temel sağlam olursa binanın sağlam inşa edilmesi işe yarar.
Çevre boyutu. İnsan toplumsal bir varlıktır. Bir çevrede yaşar. İnsan bu çevreye muhtaç olarak doğar, bu çevrede gelişimini tamamlar. Bu çevreyi oluşturan argümanlar bugün oldukça gelişmiştir. Eskiden bu çevre mahalle, sokak gibi sınırlı bir alanı içerirken bu gün bu çevreyi televizyon, medya ve internet oluşturuyor.
Eğitimin üçüncü boyutunu ise otorite oluşturur. Bu erke biz devlet diyoruz. Eğitimin bir hedefi vardır ve bu hedef isminde eğitim geçen bir bakanlık tarafından yürütülür ülkemizde. Bu bakanlığın adı Milli Eğitim Bakanlığıdır. Milli kelimesi için ayrı bir parantez açmak gerekir ancak bu yazının hacmini aşar. Milli eğitimin hedefleri arasında insanları eğitmek varken bu gün bakanlığın çizdiği çerçeve daha çok öğretim üzerindedir.
Eğitimin yükünü taşıyan en önemli boyutu ise okul boyutudur. Ailenin, çevrenin ve erkin bütün olumsuz etkilerinin okul tarafından düzeltilmesi beklentilerimiz arasındadır. Çocuğumuzu okula vererek bütün sorumluluğun omuzlarımızdan kalktığını düşünürüz. Halbuki bu saydığımız etkenler arasında okulun tesiri oldukça sınırlıdır. Geçtiğimiz Cuma günü gününü kutladığımız öğretmenlerin bu konudaki dahlini orantıya dökersek karşılaştığımız rakamların çok küçük olacağı düşüncesindeyim.
Talep edilen bir eylem için bir kaç unsur gereklidir. Birincisi istek, ikincisi bilgi, üçüncüsü güç. Bunlar bizin kültürümüzde niyet, ilim ve kudret olarak karşılık bulur. Çocuklarımızı iyi bir insan olarak yetiştirme konusunda öğretmenlerin niyetinden şüphe etmek geleceğe ihanettir. Bilgisizlik konusu tartışmaya açık olmakla beraber bu konuda hüsnü niyetimizi saklı tutuyoruz. Güç, kudret konusuna gelince davul-tokmak metaforu tam buraya uygun düşer.
Bu gün öğretmenin durumunu kendisine saksı ve bir miktar toprak verilen ve bu saksı içerisinde çınar yetiştirilmesi istenen bahçıvana benzetirim. Bu metafor üzerinden gidersek şunları söyleyebiliriz. Bir saksıda yetiştirilecek çınar derinlere kök salamayacaktır. Saksıda yeşeren çınar dal budak salamayacaktır. Kök salmayı geleneğimizden getirdiğimiz değerlere, dal budak salmayı geleceğe benzetirsek ne geçmişimizi aktarma şansımız ve ne de geleceğimizi inşa etme şansımız yoktur.
Bizim geleneğimizde ebeveynin ve hocanın eli öpülür. Öğretmenine gerekli değer vermeyen, öğretmeninin elini öpmeyi bırakın tokalaşmaya bile tenezzül etmeyen bir anlayış ile eğitimin geleceği için iyi şeyler söylemek mümkün değil.

Öğretim konusuna gelince hepimizin övündüğü rakamları buralardan devşiriyoruz. Başarı oranı, Sıralama yüzdesi. Bunlar ise eğitimin ölçütleri değil.

TAKİYYE

Takiyye, inancının aksini söylemektir. Buna Müdara da denir. İnancını, görüşünü, düşüncesini, grubunu, gittiği yolu saklamak demektir. Bir kısım insanların geliştirdikleri takiyye kültürü o derece iğrenç bir halde kullanılıyor ki şaşırmamak elde değil. Bu uğurda inanç, ahlak, namus, onur gibi kavramların hiç mi hiçbir anlamı yok. İnsan özü sözü bir olmakla erdemli bir davranış sergilemiş olur. Ancak takiyye yapanlar bu erdemden uzak olduklarını göremiyorlar. Kaypak bir hayat tarzını amaca ulaşmak için meşru gösterme çabası, artık bunu uygulayanları, o yaşadıkları çirkin hayatın birer müntesibi haline getirmekten başka bir işe yaramıyor.
İnsanlar bir süre büründükleri ikircikli davranışları daha sonra karekter haline getiriyorlar ki bunu gözlemlediğimiz bir çok yapı din adına ortaya çıkmıştır. Böyle seviyesiz, kaypak, dürüstlük ve doğruluk hassasiyetinden uzak gayri ahlaki her hayat şekli artık bu insanların inancının bir parçası olmuş ve aslında bu insanlar artık bu tür davranışların toplamı olan bir hayat yaşıyorlar. Doğruluğun, dürüstlüğün ana mihver olduğu bir hayata sahip değiller.
Neyi yaşıyorsan ondan başkası olamazsın. “Nasıl yaşarsanız öyle ölür ve nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyrulmaktadır. (bk. Aliyyülkârî, Mirkâtü’l-mefâtîh 1/332, 7/375, 8/431) Yalanı meşru görüyorsan sen bir yalancısın. Ahlaki seviyesizliği meşru görüyorsan sen ahlaki zaaf sahibi bir hiçsin. Namussuzluğu meşru görüyorsan sen bir namus mefhumundan yoksun kişisin. Hırsızlığı meşru görüyorsan sen adi bir hırsızsın. Bunun dışında bir şey değilsin. Nasıl bir hayat yaşıyorsanız siz osunuz.
Korunmak, gizlenmek, saklamak, ihtiyat tedbiri almak. Güçlü olan kâfirlerin karşısında can, mal, ırz, namus ve her türlü kutsal değerleri tehlike karşısında olan müslümanların, söz konusu olumsuz durumdan kendilerini kurtarmak ve zarara uğramamak için imanlarını gizlemelerini ifaden eden takiyyeyi, Müslümanlara karşı yapmak ise bu sakat düşünce sahiplerinin başka bir açmazı.
Babası Yasir ile annesi Sümeyye işkenceyle şehit edilip kendisi de aynı işkenceler altında ölümle karşı karşıya gelen Ammar İbn Yasir işkenceye dayanamaz, müşriklerin istediği sözleri tekrarlar ve ölümden kurtulur. Ağlayarak Resulullah'a koşar ve "Ey Allah'ın Resulu, ben senin hakkında kötü konuşmadan ve ilâhlarını övmeden beni bırakmadılar" diyerek özür beyan eder. Hz. Peygamber ona "Peki o an gönlünde neyi hissettin?" diye sorduğunda kalbinin imanla dop dolu olduğunu bildirince Resulullah, aynı durumla karşılaşması halinde yine böyle davranmasına izin verir. Ardından Yüce Allah şu ayetle Hz. Peygamber'in bu iznini onaylar: "Kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan kişi (kurtulmuştur), fakat kim inandıktan sonra Allah 'ı tanımaz ve küfre kalbini açarsa, Allah'ın gazabı onların basındadır, onlar için büyük azab vardır. Bu onların, dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ötürüdür ve Allah inkâr eden bir topluluğu doğru yola iletmez." (Nahl, 106, 107)
Ammar bin Yasir’in işkenceler altında hayatını kaybedecek seviyede bir hale gelmesinden sonra canını kurtarmak için müşriklerin dileklerini yerine getirmesini, kendilerine fetva kaynağı olarak kabul edenler bu takiyyeyi Müslümanlara karşı yapmak konusunda uzman.
Nasıl inanıyorsanız öyle yaşarsınız. Nasıl yaşarsanız öyle inanmışsınızdır. Bu kadar gerisi uyduruk bir hikaye…

“Yalan, nifak kapılarından biridir.” [İbnu Adiy]

“İman sahibi, her hataya düşebilir. Fakat, hainlik yapamaz ve yalan söyleyemez.” [İbnu Ebi şeybe, Bezzar]

“Doğru olun, doğruluk iyiliğe, iyilik ise, Cennete çeker. Yalandan sakının, yalan fücura, fücur ise Cehenneme götürür.” [Buhari]

“Münafıklık alametinden biri de yalan söylemektir.” [Buhari]

“Şu üç şeyden biri kimde bulunursa, o kimse, namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır: Yalan söylemek, sözünde durmamak, emanete hıyanetlik.” [Ebu Davud]

“Sözle çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitne gibidir. Yalan söylemek, iftira etmek ile çıkarılan fitne, kılıçla çıkarılan fitneden de kötüdür.” [İbnu Mace]

“Aldatan Cehennemdedir.” [Taberani] 

DEĞERLER PİRAMİDİ

Teknolojik gelişmeler geleneksel otorite ve toplumun meşruiyet kaynaklarının ortadan kalkmasına yol açtı. Uygarlık diye tabir edilen bu nokta insanı mekanikleştirmiş, makineleştirmiş hatta metalaştırmıştır. Modernleşme dediğimiz bu süreç toplum nezdinde manevi olana karşı maddi olanı, adalete karşı menfaati, hakka karşı gücü öncelemekte. Bu zihniyet değişimi değerler piramidini altüst etmekte.
Bütün bu sayılan değişimin oluşmasını sağlayan yapıda en büyük pay medya iletişim araçlarına ait. Bu işler eskiden olduğu gibi, savaşlarla, silah zoruyla, kaba kuvvet kullanarak değil; teknolojiyi hatta bilimin sosyal psikoloji gibi belirli alanlarını kullanarak toplumu yeniden inşa etmek gibi bir görev üstlenmiş. Geçmişte toplumu etkileyen ve yönlendiren odakların erdemli olma durumu değişikliğe uğrayarak toplumu uçuruma sürükleyen yetki sahtekârlarının eline geçmiştir.
Bu gelişmelerin sosyal zeminini hazırlayan demokrasi ise “kalitatif” kavramıyla mualleldir. Demokrasi kantitatif bir açıdan bakarak toplumu değerlendirir. Ortega Y. Gassetin dediği gibi; “toplumlar iki bileşenden oluşurlar: azınlıklar ve kitleler.” Demokrasinin temelini oluşturan kitle ise maalesef güruh kavramının içerisinde değerlendirilmektedir. Artık toplum eskiden olduğu gibi kanaat önderlerinin kontrolünde değil, güruhun kontrolündedir. Bunu kuru kalabalık kavramıyla açabiliriz.
Bu tür toplumlarda menfaate (maddeye) toplumsal hayatın bütün alanlarının üzerinde bir değer ve belirleyici rol atfeden bireyin doyuma ulaşmasını sağlayan şeyler ise haz ve hızdan başkası değil. Mesela yemek, biyolojik bir ihtiyaç olmaktan çıkarılarak bir tüketim ve haz aracı haline getirilmiştir. Nefsani meyiller, tensel arzular normalleştirilerek toplumun toplumdaki gidişin yönünü değiştirmiştir.
İnsanın kendisine seçtiği yeni motivasyon araçları, içindeki ahlak ve adalet gibi erdemlerin erozyona uğramasına sebep oldu. Değer yargılarındaki bu değişim “odak değişimleri”ni beraberinde getirdi. Bu bağlamda toplumda, âlim vasfı erozyona uğrayan kavramlar arasında kendini buldu. Toplumu sürükleyen kanaat önderleri değersizleştirilerek toplumun önüne yeni rehberler konuldu. Bu yeni rehberler ise toplumu ayrıştırdı. İnsanın bireysel davranmasını sağladı. Bireysellik toplumu ayakta tutan ailenin temellerini dinamitledi. Toplumsal değişmenin sebeplerinden birisi ise ahlaki norm ve değerlerin geleneksel toplumdan zamanla uzaklaşan kentsel aile yapısında zamanla değişmesidir.
Ahlak kuralları bireylerin ve diğer bireylerle ve toplumla olan ilişkilerini düzenler. Değişen aile yapısı, değişen toplum içerisinde birey toplumun dümen suyuna gitmek durumundadır. Topluluk bilinci dediğimiz şey kişilerin bireysel bilinçlerinin dışında kalan düşünme, davranış ve duyma biçimleridir. İnsan sosyal bir varlık olarak toplumsal kimlik kazanırlar ve böylece kendileri için önemli olan (otorite sahibi) başkalarının tutum, değer yargıları ve uydukları ahlak kurallarını kendilerine mal ederek bunları artık başkalarının değil ama kendi değer sistemlerinin bir parçası imiş görürler. Değişen toplum bireyi de ister istemez değiştirir.

Özetle söylemek istediğimiz şudur: Değişen toplumda değer yargıları da değişmiştir. Artık toplumun değerler piramidinde ahlak, adalet, hak, hukuk gibi kavramlar üst sıralardan alt sıralara inmiştir. Fıtrat toplum tarafından bozulmuştur.