Eli kalem tutup yazan her şahsa bu soru
defalarca sorulmuştur. Beni rahatsız edecek kadar sorulan bu sorunun cevabı
üzerinde düşündüm biraz. Elbette yazmak için formüller vermeyeceğim bu yazıda.
Yazmak için kalem kağıt yeterli değil. Daha başka şeyler gerekiyor. İyi bir
okuma geçmişi, biraz inziva, biraz sessizlik. Ve yazmak için ciddi bir
hazırlık.
Yalnızlığı birçok insan sevmez. Ben ise
yalnız kalmaya tutkuyla bağlı olmasam da zaman zaman yalnız kalmayı yeğlerim.
Bunu bir ihtiyaç olarak görürüm. Yalnız kaldığım zamanlarda evrendeki hiçliğimi
daha iyi kavradığımı düşünüyorum. Yalnızlık derken bazen dağlara tırmanırım
bazen kırlara giderim. Tabiatın kalbinedir bu gidişlerim. Geceler yazmak için
en iyi zamanlardır. Birçok çeldirici çevrenizden uzaklaşmıştır. Fiziken olmasa
da ruhen inzivadasınızdır. İşte bu zamanlar yazmanın en bereketli iklimleridir.
Aslında yalnızlık mutlaka tek başına
yaşamayı gerektirmiyor, yalnızlık bazen bir içsel yalnızlıktır. Kentin en
kalabalık yerlerinde de bu yalnızlığı yaşarım. Kendi içine yürümek ve saatler
boyu kimselere rastlamamak. Bazen yalnızlık eşyalardan uzaklaşmak anlamına
gelir. Şöyle kenara çekilip oradan hayata bakmak insanın içini
zenginleştiriyor. Eşyalar hakkında daha sıhhatli karar vermemize imkan
sağlıyor. Anlamak için bazen dışarıdan bakmak daha iyi sonuçlar doğurabilir.
İhtiyaç duymadığımız ne çok nesne var
hayatımızda. Bu durum bazen kendimizi sırf bu nesnelere adamamıza yol açıyor.
Hayatımızı nesnelere ipotek ediyoruz. Onlardan uzaklaşınca hem çok zamanımızın
olduğunu kavrıyoruz hem de kendimizi daha iyi tanıma fırsatı yakalıyoruz.
Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da şöyle der: “Etrafınıza şöyle bir göz
gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğumuzu bilmiyoruz
bile! Kitaplarımızı ve hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada
kalakalacağız. Neyi sevip nede nefret ettiğimizi bilemeyeceğiz. Etiyle,
kemiğiyle gerçek birer insan olmak o kadar zor ki…”
Modern psikoloji yalnızlık duygusunu
problem olarak görüyor ve buna karşı öneriler ortaya koyuyor. Filozof Jacques
Natanson’a göre yalnızlık duygusu nevrotik bir anormallik değil, insan
doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan, hayatının tamamını yalnızlık içinde
geçiremez elbet; ancak zaman zaman insanlardan uzak kalmanın ruhumuzu
rahatlattığını da söyleyebilirim. Bu durum her insan için geçerli midir? Bu
soruya bir cevabım yok elbette. Ama kendim için yalnız kalmayı bir fırsat
olarak görüyorum. Bazen bilinçli bir tercih olarak yalnızlığı seçiyorum.
“Gerçeği söylemek gerekirse, insanlar
yalnızlık denen şeyin aslında ne olduğunu, nereye varabileceğini pek
bilmiyorlar. Her yığına, içinde dostluk var gözüyle bakılmamalı; insanların
yüzleri bir resim galerisinden öteye bir anlam taşımayabilir, konuşmalar da bir
zilin çınlaması gibi olabilir.” (Francis Bacon – Seçme Aforizmalar)
Bazen şöyle düşünürüm. Bir müziğin
ritmine kendisini kaptırarak dans eden insanların hareketleri oldukça saçmadır.
Bunu iki şekilde hissedersiniz birincisi böyle bir ortamda kulaklarınızı
tıkayarak müziğin sesini duymazsanız hareketler anlamsızlaşır. İkincisi bunu
bir videodan izlerken sesi kısarsanız aynı etki oluşur. Böyle bir kişi aslında
o kalabalık ve hengame içerisinde yalnızlaşmıştır. Kendi iç dünyasında
kaybolmuştur. O dünya ise müziğin büyülü atmosferidir. O kişiye yaptığı
hareketleri kaydedip izletirseniz aynı duyguları hisseder. Toplumun içinde
yalnızlaşan kişinin hali buna benzer.
Tasavvufta
da bunun bir karşılığı vardır: “Halvet der encümen”. Gerisini İslam
Ansiklopedisinden aktaralım: “Zâhid ve sûfîlerin sürekli biçimde veya belirli
aralıklarla toplumdan ayrı yaşamalarına “halvet, uzlet, vahdet, inzivâ” gibi
isimler verilir… Ancak zâhid ve sûfîler, gerçek halvetin kalben ve zihnen
halktan ayrı kalarak kendini Allah ile birlikte hissetmekle yaşanabileceğini,
bu durumda toplum içinde yaşamanın kalben Hak ile birlikte olmaya engel teşkil
etmediğini belirtirler. Nitekim bedenen halktan ayrı olan bir kimse zihnen
onlarla birlikte olabilir.” (TDV, İA, Halvet Der Encümen Maddesi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder