23 Nisan 2017 Pazar

YAZMAK ÜZERİNE

Yazmak; zamana şahitlik yapmak... Şahit olmak demek kendi varlık nedenini idrak etmek… Şahidi olduğumuz zamanın bize şahitlik etmesi de yazıyla oluyor. Fani bir bedenin içine sıkışıp kalmış ruhun özgürlüğe olan arzusu ve feveranıdır yazmak. Bu nedenle de genel olarak sanatçıyı özel olarak da yazarları hep bir düşünür olarak kabul etmek gerekir. Bir nevi insanlığın sözcülüğünü yapmaktır yazmak. Yazar, yazarken “İnsanlık adına ne yapabilirim” kaygısının egemen olduğu bir haleti ruhiye içerisindedir. Bu manada yazmak kemal bulmak demektir.
Yazarlar içinde şairlere ayrı bir parantez açmak gerek. Şair, herkesin göremediğini gören, bunu da şiirlerinde gösteren bir sezgi ustası. Bir nevi farkındalık, bilinç hali… Bu duruma ister sezgi denilsin, ister kalp gözü, ister ilham, ne denirse denilsin, sözcü olmak elbette öyle kolay değil.
Şairin yüreğinin bir yerlerinde tefekkürün de bulunduğu derin bir yer olmalı. Hakikatin göründüğü, özne ile nesnenin iç içe geçtiği o manevi yer. “Şiir, büyük zekâların rüyalarıdır,” diyor Lamartine.
Hayatı yazmak,
Yazmak, yazmak, yazmak…
Mütemadiyen yazmak, inatla…
Her kişi çağının şahididir. Çağın şahidi olmak için şiir yazmak gerekiyor. Hani ; "yazmasaydım deli olurdum" diyor ya yazar. Bu bağlamda şiir yazmak ciddi bir iş.
Canetti’ye kulak verelim: “Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin, o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Kafesteki kuş gibi beden parmaklıkları arasında kalmış ruhun kanat çırpışı... Yazmak bir tutku. Bu tutkunun alev aldığı yanıp tutuştuğu yürekler günün birinde bir volkanın ansızın patlamasına benzer bir biçimde bir anda yazı dünyasında bulur kendini. Kalbini kâğıtlara ekmektir yazmak, hasadını ise başkaları okurken yapar. Mihail Nuayma “Ne acayip iş kalbimi kağıtlara ekiyorum; insanların kalbinde büyüyor,” diyor. Kalemin derunundaki ateş, kelamın özüne girip kâğıda işlenebilmişse asırlara meydan okur. Üzeri küllense de bir kutlu nefes değince, Simurg misali küllerinden doğar yeniden…
Yazının icadıyla başlayan bir serüven yazarınki. Söz uçup gitmiş ama yazı hep kalmış. Yazının kalıcı olması da kalemin ve kelamın birlikteliğinin oluşturduğu güçten. Kalemin gücü, kelamın gücüyle birleşince, kılıcı alt etmiş. Âdem’den beri, söz sultanlarının, cihan sultanlarına galebe çalması da buna bağlı bir durum.
Arap hatip Eksem b. Sayfi’nin Kisra’ya; “sözün ustası senin saltanatının altından girip üstünden çıkar” diyerek mukabelede bulunması bunun en güzel misali.
Nefi’nin söz erbabını öven şiirini alıntılayarak konuyu bitirmek gerek:
İltifat et sühan erbabına kim anlardır
Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı
Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı
Haşre dek âb-ı hayât-ı sühan-ı Bakî’dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı

“Söz (sanat) sahiplerine iltifatta bulunup himayeni göster ki cihanı avucunda tutan hükümdarların adlarını onlar yaşatır. Nitekim Sultan Süleyman'ın adını kıyamete kadar andırıp tazeleyen de Baki gibi bir sanatçının ab-ı hayat değerindeki şiirleridir.”
Medyanın gelişmesiyle yazıp çizenlerimizin sayısı oldukça fazla. Şiir edebiyatın en fazla üretilen dalı. Ülkemizde hangi yaşta olursa olsun, eli kalem tutan, gönlünde sevda olan, gurbet yaşayan kişilerin mutlaka denediği çileli bir uğraştır. “Her Türk, onsekizinde mutlaka şiir yazar,” cümlesi de sıkça duyduğumuz.
Şiir, geçici heveslerle yazanlar dışında, bir özel alan olarak çıkıyor karşımıza. Burada ki konumuz eli kalem tutanlardır. Yani kendisini şiire adamış, şiiri dert edinen, derdini şiire döken kimseler…
Tarifi olmayan bir konudan söz ettiğimize göre kimsenin yazdığına ‘bu şiir değil’ deme ukalalığında bulunamayız. Ancak asgari kelimelerle şiir yazılamayacağını da bilmek gerekiyor. Şiir dile hâkim olunamadan yazılamaz şüphesiz. Şiirin ana maddesi kelimeler çünkü.
“Şiir, sanat için mi, toplum için mi? Çok tartışılan bir konu. Burada aynı şeyleri söylemek, tekrar etmek istemiyorum. Belki şiir bir psikoterapi. Belki herkesin anlayamadığı duyguların, sözlerin, mısraların anlayabilene ulaşması için yazılan özel bir mektup. Birçok şiirin zamanları aşarak gelecekte hüküm sürmesi bundan.
Boş zamanların eğlenceli uğraşı asla değil, sevgiliye ilanı aşk hiç değil. Belki duyguların terennümü ama her terennüm şiir değil. Şiir, kendisini yazana “şair”den başka bir vasıf vermeyen, maddi kazanç sağlamayan bir tür. Aşka karşılık vermeyen bir sevgili. Hem süreç, hem sonuç... Mükafatı da, karşılığı da kendisi.
Şiir yazmanın ağır sorumluluğunu bilerek şiir okumanın ve dinlemenin zevksizliğine muhatabımızı sevketmeden yazdığımız şiirler bizi şair diye isimlendirmeye muvaffak olabilir.
Yazmak, bir nevi kiramen kâtibin meleklerine benzemektir. Şahit olduklarınızı yazıya dökerken meleklere öykünür yazar. Öyleyse kelamın doğrusunu ve güzelini yazmalı kalem. Veyl olsun o kaleme ki yanlışı yazarak kendini kırar. Veyl olsun o kalemi tutan ele ve o elin sahibi yazara.

BEN EN ÇOK DAĞLARA BENZERİM

Çok sessiz, mütevazı bir şehir düşünün yüce dağların arasında otağını kurmuş, üzerinde gariplik çökmüş ya da garip bir terkedilmişlik olan bir şehir. Bir şehir ister metropol olsun isterse kasaba sonuçta bütün şehirler birbirine benzer. Zaman zaman ruhumun sıkıldığını hisseder ve şöyle derim kendime “dağlara varıp inzivaya çakilsem.” Hayatın buna müsaade etmiyeceğini bile bile…

Zigana Dağlarının hırçınlığını da, sükûnetini de çocukluk hatıralarıma nakşetmişim. Onun için dağ sevdasına yenik düştüğümü söylemeliyim. Büyük dağların yanıbaşımda duranlar olmadığını öğrenmek için çocukluğumun efsunlu günlerinden sıyrılmam gerekirdi.  “İnsan her gün bir yaprak çevirir hayattan” diyor Fazıl Hüsnü Dağlarca. Yayladan baktığımda görünen karlı dağlar ki (Abdal Musa Tepesi olduğunu yıllar sonra öğrenecektim) dünyamın en yüksek dağları onlardı. Halbu ki dünyada ne yüksek dağlar varmış.

Masal kahramanları ve dağlar bende hep iç içe geçmiştir. Her masal kahramanının hükümran olduğu bir dağ ve her dağın sahip olduğu bir masal kahramanı vardır. Dağ varsa orada mutlaka efsanevi bir kahraman vardır, en azından mezarı vardır. Muhayyilemde dağlar hep böyle yer etmiştir. Bizim göremediğimiz, sadece dağlarla konuşan hayali kahramanlar. Bu yüzden “zamanda yolculuk” konulu filmlere karşı garip bir ilgim var. Zamanda yolculuk edipte dağların kahramanlarının dilini öğrenip onlarla konuşmak mümkün olur mu?

Dağ insana, insan dağa benzer. Bulutların gözyaşlarını emdikçe büyüyen, büyüdükçe içindeki acıyı büyüten dağların, elemleri damıtıp içinde büyüten insandan ne farkı var. Ha bir insanın gönlüne girmişsin, ha bir dağa tırmanmışsın. Tatlı bir ıstırabın memesini emen dağlar karşılığını kekik, sümbül, şakayık, maranda reyhası olarak geri verir bize. Kekik kokup şakayık açan dağlar. Başına bulutları yastık yapan dağlar.

Peygamber Efendimizin Uhud Dağı için söylediği şu hadisi şerif bize birşeyler anlatmak ister elbette: “Uhud bir dağdır ama o bizi sever, biz onu severiz.” Dağları sevmek peygamber sünneti değil midir? Hira, Tur-i Sina birer dağ değil midir?

Ahmet Süreyya DURNA şöyle der bir şiirinde:

Çıkarda heybetli doruklarına
Dağlara söylerim türkülerimi.
Aldırmadan boranına/karına
Dağlara söylerim türkülerimi.

Nice türküler yakmışızdır dağlar üstüne. Dağlar gam ortağımızdır bizim. Yüce dağ başında yatmış uyumuştur sevdiğimiz. ‘Aşan bilir karlı dağın ardını’ demiş ve aşmaya çalışmışızdır dağları. Hayatımızın bir parçası olmuştur dağlar hep. Dağlara düşünce cemre kim tutabilir bizi. Çocukluğumuz dağlarda geçmiş, dağlarla beraber büyümüşüz ve içimizde dağları büyütmüşüz büyürken. Biz dağların çocuklarıyız. Dağların kalbi olmak, şehirlinin zor tarafı. Dağlarda samanyolunu seyre dalmak geceleri. Gün boyu yüreğimde dolaşan sesler, dağların sesi, rüzgarın sesi, kuşların sesi… Daha doğrusu içimin sesi.

Derin bir iç çekiş kalır dağlardan geriye… Karın beyaza bürüdüğü dağlarda masumuyet. Bu uçsuz bucaksız beyazlıkta kimsesiz kalmış ayak izleri, öksüz, yetim… Bunları yalnız bırakmak olur mu? Kar dağları beyaza boyarken içimizi de kirlerden temizliyordur kimbilir. Şehrin havakirliliğinden, katrani duygularından…


Temiz havayı teneffüs ettikçe, çektikçe içimize dağ havasını, dağ kokar. Dağlara şöyle seslenirim her zaman: Nereye gidiyorsanız beni de götürün. Siz nereye ben oraya. Sizinle beraber yaşadığım yalnızlığı seviyorum... Hayat dağlarda derin bir sessizliktir. Hele kışın daha da bir sessiz olur dağlar. Sadece kar sesi. Bir münzevi için bulunmayacak fırsattır bu. Onun için ben en çok dağlara benzerim.

TAŞI GEDİĞİNE KOYMAK

Kıssadan hisse olsun diye…
***
Firdevsi kolunun altındaki divân ile Gazneli’nin huzuruna çıkar. Gazneli 60 deve yükü altın vadeder. Diğer kıskanç şairler sultanın kulağına fısıldarlar:
“Sultanım, bu nasıl olsa bir çobandır. Bakır ile altını bile birbirinden ayırt edemez. Onu köyüne yollayın, ardından da bakır yüklü develeri gönderirsiniz!”
Firdevsi köyüne gönderilmiş, ardından da bakır yüklü develer… Develer köye vardığında şair hamamda yıkanmaktaymış. Sultanın kendisini kandırdığını anlayan Firdevsi, sultanın bu “lütfunu” tellağa bahşiş bırakır! Şairin sultana ettiği “hakaret” muhteşemdir! (Bkz. Hakikat Bilgisi, Hücviri, Dergâh Yay.)
***
Şair Karamanlı Nizami, bir gece Karamanoğlu Mehmed Bey’in işret meclisinde bulunur ve bey hakkında yazdığı kasideyi okur. Mehmed Bey caize olmak üzere “falan ve filan köylerin mahsulünü bağışladım, yarın bana hatırlat, fermanını vereyim” der. Sabah olunca Nizâmî huzura girer, vaadini hatırlatır. Mehmed Bey, “Ben, akşam aklım başımda olmayarak, sarhoşlukla bir halt etmişim” deyince, şair: “şahım asıl haltı şimdi ettiniz cevabını verir.” (Bkz. Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Haz.: Cemal Kurnaz), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, s. 243),
Bu durum divan şiirine sözünde durmamak anlamında Karaman bahşişi deyimiyle geçer.
Hep Karaman bahşişidür rûzigârun virdügi
Hâzır ol kim virdügin senden gerü devrân alur. (Necâtî)
***
Kayseri’ye zamanında bir kadı gelmiş. Bu kadı, hem hırsız hem de huysuzmuş. Vicdanı bırakıp cüzdana sarılmış. Kadı’nın bu ünü hemen şehre yayılmış, hakkında bir sürü dedikodu yapılmış. Taş duvar işçiliği yapan bir halk şairi kadıya bir hiciv yazmış. Kadı:
“Hicve yeltendi beni, Kayseri’nin bir hödüğü
Dinlemek bence tenezzüldür, çatlak düdüğü”
diye cevap vermiş. Taş ustası şair, hiç geri kalır mı? Hemen kadıya karşılık vermiş:
Haksızlarla uğraşırken
“Hakk’a değil, nakde tapar”
Paraları üleşirken
“Hakkı koyup, şerre sapar”
şeklinde bir şiir söylemiş. Bu şiirinden sonra şairin söylediği bu söze karşılık olarak şair taşı gediğine koydu diye söylenmiş. Bundan sonra da bu söz deyimlerimizden birisi olarak tarih sayfalarında ki yerini almış.
***
Hafız-ı Şirazî bir kitap yazdığında devrin hükümdarı:“Kitabının başında beni methet” demiş. Hafız-ı Şirazî: “Ben senin gibi zalimi methetmem.” diye karşılık verince: Hükümdar Hafız-ı Şirazî’yi zindana attırmış. Hafız-ı Şirazî zindanda her ikindiden sonra mahkûmlara sohbetler edermiş. Mahkûmlardan birisinin her sohbette ağlaması, Hafız-ı Şirazî’nin dikkatini çekmiş. Bir gün o adama:
“Yahu seni ağlatan nedir? Allah korkusu mu? Yoksa Allah sevgisi mi?  Kul hakkı mı? Yoksa günahlarının çokluğu mu?  diye sorunca, Adam:  “Benim bir keçim vardı. Senin sakalın aynen onun sakalına benziyor. Seni görünce onu hatırlıyor ve kendimi tutamayıp, ağlıyorum” diye cevap vermiş.

Necip Fazıl’la bitirelim: “Bu nasıl bir dünya hikayesi zor.”

BİLİMPERESTLİK

Akademisyen camiasında çok az kimsenin kendi alanının dışında söz söyleyebilecek yetkinlikte olduğu bilinen bir gerçek. Her sözün bir makamının olduğu gerçeğinin hilafına kendisine uzatılan her mikrofona koşan, bulabildiği her ekranda ilim camiası içerisinde tartışılacak konuları tartışmaya açan, popülerliği hedef edinen bir akademisyen güruhuyla karşı karşıyayız. İlim adına kıyıda köşede kalmış konuları tecessüs ederek ne söylersem meşhur olurum mantığının esir aldığı tipler.
Bizim gibi ülkelerde “bilimsel” kavramının ardına saklanarak kendi düşüncelerini pazarlama gayreti akademisyenlerimizin bir hastalığıdır. Kitabın ortasından söylemek gerekirse “bilimselcilik” bilim yobazlığıdır. İslam âlimlerinin büyük kısmı ilmin kaynağını vahiy, tecrübe ve akıl olarak kabul eder. İlmin gayesi hakikate ulaştırmaktır. Yoksa ilmin kendisi kutsal değildir. İlim hakikate ulaştıracak bir vasıta ise değerlidir. Peygamber (sav)in “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” (Tirmizi, Davat, 68) diye dua etmesi unutulmamalı.
Bilim, müşahede edilebilen olayların, incelenebilen ve ölçülebilen bu olaylar arasındaki ilişkilerin tamamıdır. Bilim burada durmalıdır. 19. yy. pozitivizmi August Comte, Spencer ve J. S. Mill gibi düşünürlerce geliştirilmişti. Bu anlayışa göre bilimsel bilgi mutlak bir mahiyet arzediyordu. Bilimi bir doğma haline getirerek dolayısıyla yeni bir din ihdas etmiş oldular. Bilimsel fikirleri kutsal kılıfına soktular. Aklın ve deneyin dışında hiçbir şeyi (vahiy gibi, sezgi gibi) gündemlerine almadılar. Akademik kanal bilgiye hâkim oldukça bilgiyi elde ettikleri pozitivist ortamın etkisinden kurtulamadılar.
Din, her şeyden önce, insan beyninin ürünü bir sistem değildi. Din Allah tarafından ortaya konulur. Yukarıda söylediğimiz gibi özellikle dini bilginin kaynağı vahiydir. Gerçek anlamda din, vahiy ve peygamberlik temeline dayalı, inanç ve davranış biçimlerini içine alan kurallar manzumesidir. Bu çerçevede din, bir ideoloji olmadığı gibi, deneye konu olan bilimlerin de alanı değildir. Hatta son zamanların moda deyimiyle akıl ve bilim araçlarıyla anlamlandırılacak bir alan da değildir.
İslamı bir müsteşrik edasıyla anlamaya çalışan bazı akademisyenlerin boş bıraktığı hatta hiç görmediği bir alanı farklı yapılar doldurmuştur. Anadolu irfanının doğruyu yanlıştan ayıran gönlüne nüfuz edemeyen akademik camianın elbette ihmali, hatta suçu vardır. Düşünceyi mütefekkirler inşa eder. Bizdeki akademisyenlerin halk ile aynı dili konuşmadığı kesin. Zaman zaman aynı ortak paydada buluşmadığını da gözlemliyoruz. Maalesef çeşitli sebeplerle ilim ehlinin boş bıraktığı alanı farklı ideolojiler doldurarak yozlaşmayı sağlamıştır.
Elbette ki bilim toplumsal gelişme için bir zorunluluktur. Ancak, bilimin değişmeye müsait olduğu unutulmamalıdır. Burada bilimi ve aklı devre dışı bıraktığım düşünülmesin. Bilim ve akıl vahiyle desteklenmediği müddetçe insanları hakikate ulaştıramaz. Bunu söylemeye çalışıyorum. Elbette ki bilimin entelektüel bir yanı bulunmaktadır ve bizi hakikate taşıyacak bir binek olduğu sürece değerlidir. "Sakın ha cahillerden olma." (En'âm, 35) (Burada cahilin alimin zıddı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı?) "Kulları içerisinde Allah'tan ancak âlimler korkar." (Fâtır, 28). "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? "(Zümer, 9) gibi ayetler ilmin değeri konusunda bizi uyarıyor. "İnsanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz?!" (Bakara, 44) buyurarak ilmin hedefini de bildiriyor.
Hiçbir ilim adamı ve yaptığı yorum ilmin kendisi olamaz. Öyleyse ilim adamı ve yapılan yorum hakikat yerine koyulamaz. Eski âlimlerin “Allahu e’lemu bi muradihi” (Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir) şeklinde sözlerini bitirmeleri bir edep numunesidir. Günümüzde benim her söylediğim değişmez hakikattir anlayışının televizyon ekranlarından terennümü bir ilim fetişizminin hatta daha ileri giderek söyleyelim narsizmin yansıması.

Kendilerini halktan soyutlayarak fildişi kulelerde ahkâm kesenlerin bu halk bizi anlamıyor diye söylenmeleri ile bazı mahfillerin “bidon kafalı” benzetmesi arasında hiçbir fark yok. Ruhumuzu şekillendiren Anadolu irfanını görmezden gelen akademisyenlerin halkın dini anlayışını tenkit etmeleri bir nebze olsun anlaşılabilirse de tezyif ve tahkir etmelerinin samimiyetle karşılanmayacağını söylemeliyim.

HILFUL FUDUL VE STK’LAR

Önce hılful fudul nedir onu açıklayalım. Türkçe karşılığı: Erdemliler ittifakı. Mekkede kurulmuş bir sivil toplum örgütü.

Kuruluş aşaması kısaca şöyle: Yemen’in Zabid kabilesinden bir tüccar Mekke’ye değerli mallar getirmiş, Sehm kabilesinin ileri gelenlerinden birine satmıştı. Yemen Zebid kabilesinden bir adam Mekke'ye satmak için bir deve yük mal getirmişti. Mekke'nin ileri gelenlerinden As b. Vail, Zebidî'nin mallarını almış fakat parasını ödememişti. Zavallı Zebidî parasını almak için Mekke'nin güçlü ailelerine başvurdu ise de bir sonuç alamadı. Başvurduğu kimseler yardım etmek bir yana, aşağılayarak kovmuşlardı adamı.

Uğradığı haksızlığı kabul etmeyen Zebidî, bir sabah Ebu Kubeys dağına çıkarak Kâbe çevresinde toplanan Mekke halkına, "ey Fihr halkı" diye hitap ederek uğradığı zulmü şiir biçiminde haykırdı. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in amcası Zübeyr bir daha böyle olayların tekrarlanmasını engellemek düşüncesiyle girişimlerde bulundu. Kendisine katılan Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris ve Teymoğullarının ileri gelenleri ile birlikte Mekke'nin zengin ve saygı değer adamlarından Abdullah b. Cud'an'ın evinde toplandılar. Uzun görüşmelerden sonra Mekke'de hiçbir yabancı ve yerli kimsenin zulme uğramasına meydan verilmemesi, hakları alınıncaya kadar mazlumların yanında hareket edilmesi yolunda karar aldılar.

Yakubî'ye göre antlaşma şu şekilde gerçekleştirildi: Abdulmuttalib'in kızı Atike veya Beyda ortaya hazırladığı bir çanak koku koydu. Oradakiler birer birer ayağa kalkıp elini çanaktaki kokuya batırarak, "Vallahi, bundan böyle Mekke'de yerli olsun, yabancı olsun, zulme uğramış hiç bir kimse bırakmayacağız. Zulme meydan vermeyeceğiz. Mazlumlar zalimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla birlikte hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ıslatacak suları kalmayıncaya, Hira ve Sebir dağları yerlerinden silinip gidinceye, Kâbe'ye istilam ibadeti ortadan kalkıncaya kadar bu ahdimizde sebat edeceğiz" diye and içtiler. 

"Fadl'lar Andlaşması"na, o zaman yirmi yaşlarında olan Rasul-i Ekrem (s.a.s) de katılmıştır. Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Hazret-i Peygamber bu antlaşma hakkında şöyle demiştir: "Âbdullah b. Cud'an'ın evinde yapılan And'da ben de bulundum. Bence o and kırmızı tüylü bir deve sürüsüne malik olmaktan daha sevgilidir. O zaman Haşim, Zühre ve Teym Oğulları, deniz bir kıl parçasını ıslatacak kadar suya malik oldukça mazlumlarla birlikte bulunacaklarına and içmişlerdi. Ben ona İslâm devrinde bile çağrılsam icabet ederdim."(Ahmed b. Hanbel, I,190, 193).

Sivil toplum örgütlerinde bulunmak önemlidir, hatta gereklidir. Ancak sivil toplum örgütünün haksızlık karşısında duran, zalime ve zulme boyun eğmeyen, hiçbir şahsi menfaat gütmeyen nitelikte olması gerek. Günümüz STK’larını bu anlamda değerlendirmeliyiz. Kendilerini “İslami” olarak niteleyen STK’lar bu konuda daha hassas olmalı.

‘Hılfu’l-fudul’un günümüze vereceği çok mesaj vardır. Her mazlumun yanında olacak bu tür STK’lara ihtiyaç var. Toplumların vicdanını rahatlatacak, kimsenin kontrolünde olmayan, akıl ve vicdanla karar verecek böyle oluşumlar; içinde olmak bir peygamber sünneti. Hiçbir ideolojinin potasına girmeden yaratılanı yaradan adına kollamak için bir çaba.


Bu günkü STK’ların ne kadar erdemli davrandığı, kısaca hılful fudul olup olmadığı tartışılmaya değer.