Yazmak; zamana şahitlik yapmak... Şahit olmak demek kendi varlık nedenini idrak etmek… Şahidi olduğumuz zamanın bize şahitlik etmesi de yazıyla oluyor. Fani bir bedenin içine sıkışıp kalmış ruhun özgürlüğe olan arzusu ve feveranıdır yazmak. Bu nedenle de genel olarak sanatçıyı özel olarak da yazarları hep bir düşünür olarak kabul etmek gerekir. Bir nevi insanlığın sözcülüğünü yapmaktır yazmak. Yazar, yazarken “İnsanlık adına ne yapabilirim” kaygısının egemen olduğu bir haleti ruhiye içerisindedir. Bu manada yazmak kemal bulmak demektir.
Yazarlar içinde şairlere ayrı bir parantez açmak gerek. Şair, herkesin göremediğini gören, bunu da şiirlerinde gösteren bir sezgi ustası. Bir nevi farkındalık, bilinç hali… Bu duruma ister sezgi denilsin, ister kalp gözü, ister ilham, ne denirse denilsin, sözcü olmak elbette öyle kolay değil.
Şairin yüreğinin bir yerlerinde tefekkürün de bulunduğu derin bir yer olmalı. Hakikatin göründüğü, özne ile nesnenin iç içe geçtiği o manevi yer. “Şiir, büyük zekâların rüyalarıdır,” diyor Lamartine.
Hayatı yazmak,
Yazmak, yazmak, yazmak…
Mütemadiyen yazmak, inatla…
Her kişi çağının şahididir. Çağın şahidi olmak için şiir yazmak gerekiyor. Hani ; "yazmasaydım deli olurdum" diyor ya yazar. Bu bağlamda şiir yazmak ciddi bir iş.
Canetti’ye kulak verelim: “Gerçekte bugün yazar olma hakkından ciddi olarak kuşku duymayan kimse yazar sayılmaz. İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin, o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Kafesteki kuş gibi beden parmaklıkları arasında kalmış ruhun kanat çırpışı... Yazmak bir tutku. Bu tutkunun alev aldığı yanıp tutuştuğu yürekler günün birinde bir volkanın ansızın patlamasına benzer bir biçimde bir anda yazı dünyasında bulur kendini. Kalbini kâğıtlara ekmektir yazmak, hasadını ise başkaları okurken yapar. Mihail Nuayma “Ne acayip iş kalbimi kağıtlara ekiyorum; insanların kalbinde büyüyor,” diyor. Kalemin derunundaki ateş, kelamın özüne girip kâğıda işlenebilmişse asırlara meydan okur. Üzeri küllense de bir kutlu nefes değince, Simurg misali küllerinden doğar yeniden…
Yazının icadıyla başlayan bir serüven yazarınki. Söz uçup gitmiş ama yazı hep kalmış. Yazının kalıcı olması da kalemin ve kelamın birlikteliğinin oluşturduğu güçten. Kalemin gücü, kelamın gücüyle birleşince, kılıcı alt etmiş. Âdem’den beri, söz sultanlarının, cihan sultanlarına galebe çalması da buna bağlı bir durum.
Arap hatip Eksem b. Sayfi’nin Kisra’ya; “sözün ustası senin saltanatının altından girip üstünden çıkar” diyerek mukabelede bulunması bunun en güzel misali.
Nefi’nin söz erbabını öven şiirini alıntılayarak konuyu bitirmek gerek:
İltifat et sühan erbabına kim anlardır
Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı
Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı
Haşre dek âb-ı hayât-ı sühan-ı Bakî’dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı
Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı
Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda
Dehre devletle gelip yine giden sultânı
Haşre dek âb-ı hayât-ı sühan-ı Bakî’dir
Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı
“Söz (sanat) sahiplerine iltifatta bulunup himayeni göster ki cihanı avucunda tutan hükümdarların adlarını onlar yaşatır. Nitekim Sultan Süleyman'ın adını kıyamete kadar andırıp tazeleyen de Baki gibi bir sanatçının ab-ı hayat değerindeki şiirleridir.”
Medyanın gelişmesiyle yazıp çizenlerimizin sayısı oldukça fazla. Şiir edebiyatın en fazla üretilen dalı. Ülkemizde hangi yaşta olursa olsun, eli kalem tutan, gönlünde sevda olan, gurbet yaşayan kişilerin mutlaka denediği çileli bir uğraştır. “Her Türk, onsekizinde mutlaka şiir yazar,” cümlesi de sıkça duyduğumuz.
Şiir, geçici heveslerle yazanlar dışında, bir özel alan olarak çıkıyor karşımıza. Burada ki konumuz eli kalem tutanlardır. Yani kendisini şiire adamış, şiiri dert edinen, derdini şiire döken kimseler…
Tarifi olmayan bir konudan söz ettiğimize göre kimsenin yazdığına ‘bu şiir değil’ deme ukalalığında bulunamayız. Ancak asgari kelimelerle şiir yazılamayacağını da bilmek gerekiyor. Şiir dile hâkim olunamadan yazılamaz şüphesiz. Şiirin ana maddesi kelimeler çünkü.
“Şiir, sanat için mi, toplum için mi? Çok tartışılan bir konu. Burada aynı şeyleri söylemek, tekrar etmek istemiyorum. Belki şiir bir psikoterapi. Belki herkesin anlayamadığı duyguların, sözlerin, mısraların anlayabilene ulaşması için yazılan özel bir mektup. Birçok şiirin zamanları aşarak gelecekte hüküm sürmesi bundan.
Boş zamanların eğlenceli uğraşı asla değil, sevgiliye ilanı aşk hiç değil. Belki duyguların terennümü ama her terennüm şiir değil. Şiir, kendisini yazana “şair”den başka bir vasıf vermeyen, maddi kazanç sağlamayan bir tür. Aşka karşılık vermeyen bir sevgili. Hem süreç, hem sonuç... Mükafatı da, karşılığı da kendisi.
Şiir yazmanın ağır sorumluluğunu bilerek şiir okumanın ve dinlemenin zevksizliğine muhatabımızı sevketmeden yazdığımız şiirler bizi şair diye isimlendirmeye muvaffak olabilir.
Yazmak, bir nevi kiramen kâtibin meleklerine benzemektir. Şahit olduklarınızı yazıya dökerken meleklere öykünür yazar. Öyleyse kelamın doğrusunu ve güzelini yazmalı kalem. Veyl olsun o kaleme ki yanlışı yazarak kendini kırar. Veyl olsun o kalemi tutan ele ve o elin sahibi yazara.