Savaşın kötü olduğuna dair bir ön
kabulümüz var. Tabii ki insan öldürmenin kötü olduğunu kabul etmemek aklı selim
için düşünülemeyecek bir davranış biçimidir. Bir insanı öldürmenin bütün
insanlığı öldürmek olarak kabul edildiği bir medeniyetin mensupları olarak
öldürmenin menfur bir fiil olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan merhamet sahibi bir
varlıktır, duyarlılığı vardır. Tersinden söylersek merhameti ve duyarlılığı
olmayana insan diyemeyiz. Dolayısıyla başkalarına merhamet etmeyen, onların
dertleriyle dertlenmeyen, onların acılarını duymayan, elem ve kederlerine ortak
olmayan bir insanın insani tarafları törpülenmiş demektir.
Yukarıdaki paragrafta izah etmeye
çalıştığımız duyarlılık bir derdi olan insanın duyarlılığıdır. Ya da şöyle
söyleyelim böyle bir davranış insanın bir derdi olmasını gerektirir. Derdi
olmayanın, insanlığa karşı muhabbet beslemeyen kimselerin diğer insanlara karşı
kayıtsız kalması mümkün. Dünyadaki haksızlıklara, hukuksuzluklara, zulme karşı
çıkmak; nadiren de olsa savaşmayı gerekli kılıyor.
Savaşmanın kötü olduğuna dair ön
kabul bizi diğer insanların zulme uğraması karşısında duyarsızlaştırıyor; dilsiz
şeytan mesabesine koyuyor. Savaş kötüdür sloganının arkasına takılanların
çağdaş toplumlarla aynı paralelde olmayı marifet sayanların yanılgısı burada
başlıyor.
Kendilerini demokrasi havarisi
kabul eden ve kerametleri kendilerinden menkul canavarlaşmış milletlerin
demokrasi, insan hakları, nükleer silah gibi bahanelerle -ki bu silahların
üreticisi onlardan başkası değil- insanları öldürmekte bir beis görmeyen,
onların yaşama hakkını elinden alan, çoluk-çocuk, yaşlı kadın ayrımı yapmadan
üzerlerine bomba yağdıran ve bunu kendilerinde hak olarak gören zalimlerin
olduğu bir dünyada savaş kötüdür sloganları ne kadar anlamsız kalıyor.
Bu anlayış kendilerini üstün ve
yönetici konumunda gören dünyanın geri kalanına da kendilerine biçilen rolü
oynayan figüranlar olarak bakan sakat bir anlayış. Modern dünyanın demokrasi,
insan hakları gibi muğlak terimlerle kendilerinde meşru hak olarak gördükleri
başkalarına müdahale etme yetkisini emsal göstererek zalime ve zulme karşı
çıkmak gibi daha makul ve insani gerekçelerle savaşa evet demek karşı çıkılacak
bir fiil olmamalıdır.
Savaş ki bizim kültürümüzde cihad
olarak isimlendirilerek diğer savaşlardan ayrıştırılıp ayrı bir felsefe
üzerinden ifa edilir. Cihad dediğimiz eylem derin bir tefekkürdür. Bu bağlamda
cihad insani ve ahlaki bir vecibedir. Hatta cihad bir erdemli harekettir.
Zalime ve zulme karşı çıkarak, adaleti tesis edecek bir düşünceyle düğüne gider
gibi ölüme yürümek insanlık uğruna kendini feda etme erdeminden başka nedir ki?
Böyle bir davranışın arkasında derin bir tefekkürün izlerini bulmak mümkün.
“Kim, bir cana veya yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün
insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları
kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama
bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide,
32)
İslamiyet insan haklarını ve bilhassa yaşama hakkını
kutsal olarak kabul etmiş, haksız yere insan hayatına kast etmeyi, yani adam
öldürmeyi büyük günahlardan saymıştır. İslamın beş ana hedefinden biriside
insan hayatını korumaktır. Bu, insanın sorumlu olduğu görevlerden
birisidir. Canı, malı, nesli muhafaza etmek, zulme son vermek ve vatanı
savunmak için savaş kutsal bir eylemdir.