20 Ocak 2020 Pazartesi

SAVAŞA ÖVGÜ

Savaşın kötü olduğuna dair bir ön kabulümüz var. Tabii ki insan öldürmenin kötü olduğunu kabul etmemek aklı selim için düşünülemeyecek bir davranış biçimidir. Bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek olarak kabul edildiği bir medeniyetin mensupları olarak öldürmenin menfur bir fiil olduğunu söyleyebiliriz.
İnsan merhamet sahibi bir varlıktır, duyarlılığı vardır. Tersinden söylersek merhameti ve duyarlılığı olmayana insan diyemeyiz. Dolayısıyla başkalarına merhamet etmeyen, onların dertleriyle dertlenmeyen, onların acılarını duymayan, elem ve kederlerine ortak olmayan bir insanın insani tarafları törpülenmiş demektir.
Yukarıdaki paragrafta izah etmeye çalıştığımız duyarlılık bir derdi olan insanın duyarlılığıdır. Ya da şöyle söyleyelim böyle bir davranış insanın bir derdi olmasını gerektirir. Derdi olmayanın, insanlığa karşı muhabbet beslemeyen kimselerin diğer insanlara karşı kayıtsız kalması mümkün. Dünyadaki haksızlıklara, hukuksuzluklara, zulme karşı çıkmak; nadiren de olsa savaşmayı gerekli kılıyor.
Savaşmanın kötü olduğuna dair ön kabul bizi diğer insanların zulme uğraması karşısında duyarsızlaştırıyor; dilsiz şeytan mesabesine koyuyor. Savaş kötüdür sloganının arkasına takılanların çağdaş toplumlarla aynı paralelde olmayı marifet sayanların yanılgısı burada başlıyor.
Kendilerini demokrasi havarisi kabul eden ve kerametleri kendilerinden menkul canavarlaşmış milletlerin demokrasi, insan hakları, nükleer silah gibi bahanelerle -ki bu silahların üreticisi onlardan başkası değil- insanları öldürmekte bir beis görmeyen, onların yaşama hakkını elinden alan, çoluk-çocuk, yaşlı kadın ayrımı yapmadan üzerlerine bomba yağdıran ve bunu kendilerinde hak olarak gören zalimlerin olduğu bir dünyada savaş kötüdür sloganları ne kadar anlamsız kalıyor.
Bu anlayış kendilerini üstün ve yönetici konumunda gören dünyanın geri kalanına da kendilerine biçilen rolü oynayan figüranlar olarak bakan sakat bir anlayış. Modern dünyanın demokrasi, insan hakları gibi muğlak terimlerle kendilerinde meşru hak olarak gördükleri başkalarına müdahale etme yetkisini emsal göstererek zalime ve zulme karşı çıkmak gibi daha makul ve insani gerekçelerle savaşa evet demek karşı çıkılacak bir fiil olmamalıdır.
Savaş ki bizim kültürümüzde cihad olarak isimlendirilerek diğer savaşlardan ayrıştırılıp ayrı bir felsefe üzerinden ifa edilir. Cihad dediğimiz eylem derin bir tefekkürdür. Bu bağlamda cihad insani ve ahlaki bir vecibedir. Hatta cihad bir erdemli harekettir. Zalime ve zulme karşı çıkarak, adaleti tesis edecek bir düşünceyle düğüne gider gibi ölüme yürümek insanlık uğruna kendini feda etme erdeminden başka nedir ki? Böyle bir davranışın arkasında derin bir tefekkürün izlerini bulmak mümkün.
“Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide, 32)
İslamiyet insan haklarını ve bilhassa yaşama hakkını kutsal olarak kabul etmiş, haksız yere insan hayatına kast etmeyi, yani adam öldürmeyi büyük günahlardan saymıştır. İslamın beş ana hedefinden biriside insan hayatını korumaktır. Bu, insanın sorumlu olduğu görevlerden birisidir. Canı, malı, nesli muhafaza etmek, zulme son vermek ve vatanı savunmak için savaş kutsal bir eylemdir.

8 Ocak 2020 Çarşamba

BARBAR, ACEMİ, YABANCI…


Barbar kelimesini şöyle açıklıyor sözlükler: uygarlaşmamış (kimse, toplum). Mecaz olarak çok kaba davranışları olan, zalim ve kırıcı, yabanıl (kimse).  “Barbar” kelimesinin kökeni Antik Yunan’a dayanıyor ve ilk olarak yalnızca, çevreden olmayan veya Yunanca konuşmayan kişileri nitelediği biliniyor. Şöyle bir açıklama okumuştum; Yunanlılar kendi dillerini konuşmayanların konuşmalarını “bır-bır” şeklinde nitelemeleri sonucunda barbar kelimesi oluşmuş. Sonuçta kendi dilinden olmayan, kendi dininden olmayan, kendinden olmayan insanları barbar olarak nitelemişler. Barbar kelimesi olumsuzluk çağrıştıran bir kelimedir. Batılının ötekileştirdiğinin adıdır.
Barbar kadar ayrıştırıcı olmasa da Arapların yabancılar için kullandığı bir kelime var: Acemi. Arapça olan bu kelime; bir işin yabancısı olan, eli işe alışmamış, bir işi beceremeyen manasına geliyor. Araplar bunu Arapçayı konuşamayan diğer milletler için kullanmışlarsa da daha çok ilişkide bulundukları farslılar için kullanmışlardır. Bu kelimede de bir ötekileştirme söz konusu.
Yabancı kelimesi ise Türklerin kendinden başkaları için kullandığı kelime. Yabancı, bir nevi yabanda yaşayan yabanda olan anlamlarını içeriyor. Yabancı dil de aynı şekilde anlaşılamayan yabanıl konuşma şekli olarak anlaşılabilir. Eskiden bu kelimenin yerine ecnebi kelimesi kullanılırdı.
Yukarıdaki üç kelimenin içinde bir ötekileştirme söz konusu. Ancak Barbar kelimesi kadar anlam olarak aşağılayıcı olanı yok. Artık dünyamız da teknik bir dil kullanılıyor. Bu dil nükleer silahlara sahip. Arka planını teknoloji oluşturuyor. Bu dili hâkim olanlardaki ötekileştirme ise daha canice devam ediyor.
Tekniğin dilini bilmeyen insanlara teknolojinin ürettiği bombalarla ve silahlarla saldırmak aynı şekilde karşıdakini barbar görmekten kaynaklanan bir anlayıştan kaynaklanıyor. Halbuki barbar kelimesinin içinde olan öldürme, kan dökme, vahşilik, tam da yapılanlarla örtüşüyor. Ancak batı kafası karşındakini barbar olarak nitelemeye devam ediyor. Barbar kelimesinin tanımı modern zamanlarda daha da karmaşık ve kafa karıştırıcı bir hal alıyor. Kelimenin anlamı ve kelimeyle isimlendirilen nesne uyuşmuyor.
Batı barbar olanı “humanzoo” alanlarında hayvan gibi teşhir etmekten çekinmemişti.1800’lü yıllarda Asadan ve Afrika’dan getirilen yerliler Avrupa ve Amerika’daki şehirlerde sergileniyordu. Bu yazdıklarımı abartılı,  hatta yalan sayanlar internette “human zoo” yazarak arama yapabilirler. Aynı kafa yapısı bu gün ötekini öldürmekten çekinmiyor, hatta bundan ilkel bir zevk bile aldığını söyleyebiliriz. Batının barbarı özellikle müslümandır.
Modern düşüncenin önde gelenleri, aydınlanmacı düşünürler de barbar kelimesini sıklıkla kullanıyor. Batının zihin yapısı ötekileştirdiğini düşman olarak görmekten öte yok etmeye ayarlanmış. Batılının menfaatine ve çıkarına olmayan herkes barbardır ve yok edilmesi caizdir. Anlaşılan batı cephesinde değişen hiçbir şey yok.

KAR BEREKETTİR, RAHMETTİR


Kar yağınca her tarafta bir tedirginlik. Bir yerde gözüme ilişti şehrimiz kışa hazır diye. Hani kar caddelerden sokaklardan alınacak gözümüzden uzaklaştırılacak. Gazeteler manşet atacak: “BEYAZ ESARET”. Esaret, ne kadar kötü bir kelime. Esir olmak hürriyetinin elinden gitmesi. Bereket ve rahmet olarak nitelenen bu nimete nasıl oldu esaret kelimesiyle anılıyor.
Köylerde söylenir: Kar olmazsa mahsul olmaz. Çiftçilerimiz için kar berekettir. Çocuklar için kar neşe kaynağıdır. Kartopu oynayacaksın, kızakla kayacaksın. Kar yağınca çocukluğumun soğuk kış günlerini hatırlarım. Pencerelerimizde oluşan buz desenleri hala gözlerimin önündedir. Çeşmelerde oluşan buz sarkıtları, tarlalarda tavşanların oluşturduğu izler, bir desen gibi ruhuma huzur verirdi. Kar temizliktir. Kar’ın beyazlığı insan ruhunu dinlendirir. Kar’ın bir psikolojisi vardır.
Köylerde kar ve kış sohbetlerin koyu olduğu mevsimdir. Komşuluklar artar, köy odalarında sohbetler demlenir. Sobada meşe odunu yanarken kaynayan bakır ibriğinin sesine karışan çay sohbetlerini köylü olanlar, köyle irtibatı olanlar bilirler. Kar bir kültürdür. Kar’a düşmanlık olmaz, onun için gazetelerin ‘beyaz esaret’ yaklaşımını doğru bulmuyorum.
“Şu dağlarda kar olsaydım, olsaydım”, diyen türkü benim içimi ısıtan türkülerdendir. Kar kadar temiz, saf… Elliott Smith’in Angel In The Snow (Karda Melek) şarkısı. Sözlerini anlamasam da içimi ısıtan şarkılardan. Her yağmur tanesini bir melek indirir rivayetini bana hatırlattığı için sevdim şarkıyı.
“Kar yağıyor bu gece, öyle beyaz ki şehir
Anlamak bir ömür sürer, hayat niye kirlenir”
Şehrimizi temizleyen kara inat şehirleri kirleten bizler için karın yağışı ne kadar hoş ne kadar güzel. “İncecikten bir kar yağar tozar elif elif diye” kar yağarken meydana gelen çizgiyi elife benzetmek ne kadar zarif bir bakış.
Bu yazıyı yazarken internetten kar türkülerini dinliyordum. Evet kar üstüne ne çok söz söylenmiş, türküler yakılmış. Soğuktan korumak için astronot gibi giyindirdiğimiz, kartopu oynamasına, kara dokunmasına müsaade etmediğimiz çocukların büyüyünce karın yağışını esaret olarak algılaması kaçınılmaz olacaktır. Kış aylarını kapılarda, karların içinde geçiren bizim kuşak için karın yağması mutluluktan başka bir şey değil. Toplum olarak davranışlarımız değiştiği gibi bakış açımız da değişiyor.
Kar için bir yazı kaleme alınca kardelenlerden bahsetmezsek eksik kalır. Karın altından ilk baş uzatan o çiçekten bahsediyorum. Sırf bu çiçekler için kar’ı sevmek gerekir. Kar mevsimi kışın ardından baharın geleceğini bilmek bunun hasretini çekmek de kış mevsimine ait güzelliklerden.
Tabiatın yeniden canlanması ibret nazarıyla bakmamız için bir fırsat. Kuranı Kerimde de bize öneriliyor. (Hadid-17, Fatır-9) Kış olmazsa, kar olmazsa, ardından bahar gelmezse tefekkür tarafımız eksik kalır.
Kış aylarının ve karın tefekkür dünyamızı zenginleştirmek için bir fırsat olduğunu söyleyerek bitirelim.

1 Ocak 2020 Çarşamba

NASIL YAZIYORSUN?

Eli kalem tutup yazan her şahsa bu soru defalarca sorulmuştur. Beni rahatsız edecek kadar sorulan bu sorunun cevabı üzerinde düşündüm biraz. Elbette yazmak için formüller vermeyeceğim bu yazıda. Yazmak için kalem kağıt yeterli değil. Daha başka şeyler gerekiyor. İyi bir okuma geçmişi, biraz inziva, biraz sessizlik. Ve yazmak için ciddi bir hazırlık.
Yalnızlığı birçok insan sevmez. Ben ise yalnız kalmaya tutkuyla bağlı olmasam da zaman zaman yalnız kalmayı yeğlerim. Bunu bir ihtiyaç olarak görürüm. Yalnız kaldığım zamanlarda evrendeki hiçliğimi daha iyi kavradığımı düşünüyorum. Yalnızlık derken bazen dağlara tırmanırım bazen kırlara giderim. Tabiatın kalbinedir bu gidişlerim. Geceler yazmak için en iyi zamanlardır. Birçok çeldirici çevrenizden uzaklaşmıştır. Fiziken olmasa da ruhen inzivadasınızdır. İşte bu zamanlar yazmanın en bereketli iklimleridir.
Aslında yalnızlık mutlaka tek başına yaşamayı gerektirmiyor, yalnızlık bazen bir içsel yalnızlıktır. Kentin en kalabalık yerlerinde de bu yalnızlığı yaşarım. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak. Bazen yalnızlık eşyalardan uzaklaşmak anlamına gelir. Şöyle kenara çekilip oradan hayata bakmak insanın içini zenginleştiriyor. Eşyalar hakkında daha sıhhatli karar vermemize imkan sağlıyor. Anlamak için bazen dışarıdan bakmak daha iyi sonuçlar doğurabilir.
İhtiyaç duymadığımız ne çok nesne var hayatımızda. Bu durum bazen kendimizi sırf bu nesnelere adamamıza yol açıyor. Hayatımızı nesnelere ipotek ediyoruz. Onlardan uzaklaşınca hem çok zamanımızın olduğunu kavrıyoruz hem de kendimizi daha iyi tanıma fırsatı yakalıyoruz. Dostoyevski, Yeraltından Notlar’da şöyle der: “Etrafınıza şöyle bir göz gezdiriniz! Gerçek hayat denilen şeyin ne olduğunu, nerede olduğumuzu bilmiyoruz bile! Kitaplarımızı ve hayallerimizi elimizden alsalar, öylece ortada kalakalacağız. Neyi sevip nede nefret ettiğimizi bilemeyeceğiz. Etiyle, kemiğiyle gerçek birer insan olmak o kadar zor ki…”
Modern psikoloji yalnızlık duygusunu problem olarak görüyor ve buna karşı öneriler ortaya koyuyor. Filozof Jacques Natanson’a göre yalnızlık duygusu nevrotik bir anormallik değil, insan doğasının ayrılmaz bir parçasıdır. İnsan, hayatının tamamını yalnızlık içinde geçiremez elbet; ancak zaman zaman insanlardan uzak kalmanın ruhumuzu rahatlattığını da söyleyebilirim. Bu durum her insan için geçerli midir? Bu soruya bir cevabım yok elbette. Ama kendim için yalnız kalmayı bir fırsat olarak görüyorum. Bazen bilinçli bir tercih olarak yalnızlığı seçiyorum.
“Gerçeği söylemek gerekirse, insanlar yalnızlık denen şeyin aslında ne olduğunu, nereye varabileceğini pek bilmiyorlar. Her yığına, içinde dostluk var gözüyle bakılmamalı; insanların yüzleri bir resim galerisinden öteye bir anlam taşımayabilir, konuşmalar da bir zilin çınlaması gibi olabilir.” (Francis Bacon – Seçme Aforizmalar)
Bazen şöyle düşünürüm. Bir müziğin ritmine kendisini kaptırarak dans eden insanların hareketleri oldukça saçmadır. Bunu iki şekilde hissedersiniz birincisi böyle bir ortamda kulaklarınızı tıkayarak müziğin sesini duymazsanız hareketler anlamsızlaşır. İkincisi bunu bir videodan izlerken sesi kısarsanız aynı etki oluşur. Böyle bir kişi aslında o kalabalık ve hengame içerisinde yalnızlaşmıştır. Kendi iç dünyasında kaybolmuştur. O dünya ise müziğin büyülü atmosferidir. O kişiye yaptığı hareketleri kaydedip izletirseniz aynı duyguları hisseder. Toplumun içinde yalnızlaşan kişinin hali buna benzer.
Tasavvufta da bunun bir karşılığı vardır: “Halvet der encümen”. Gerisini İslam Ansiklopedisinden aktaralım: “Zâhid ve sûfîlerin sürekli biçimde veya belirli aralıklarla toplumdan ayrı yaşamalarına “halvet, uzlet, vahdet, inzivâ” gibi isimler verilir… Ancak zâhid ve sûfîler, gerçek halvetin kalben ve zihnen halktan ayrı kalarak kendini Allah ile birlikte hissetmekle yaşanabileceğini, bu durumda toplum içinde yaşamanın kalben Hak ile birlikte olmaya engel teşkil etmediğini belirtirler. Nitekim bedenen halktan ayrı olan bir kimse zihnen onlarla birlikte olabilir.” (TDV, İA, Halvet Der Encümen Maddesi)

REKLAM DÜNYASI YA DA YALAN DÜNYA


“Yalan dünya” deyimi dilimizde çok kullanılıyor. Son zamanlarda “dünya yalan değil, insanlar yalan” şeklinde söylem değişti. Yalanın hayatımızın ayrılmaz parçası olduğu da bir gerçek.
Çocukluğumuzdan itibaren bir reklam sağanağı altındayız. Yazılı ve görsel basın reklam denilen olguyu o kadar içselleştirdi ki, reklamsız bir hayat düşünemiyoruz. Reklam, "insanları gönüllü olarak belli bir davranışta bulunmaya ikna etmek, belirli bir düşünceye yöneltmek, dikkatlerini bir ürüne hizmete, fikir ve kuruluşa çekmek amacıyla onunla ilgili bilgi vermek, ona ilişkin görüş ve tutumlarını değiştirmelerini veya belirli bir görüşü ya da tutumu benimsemelerini sağlamak olarak tarif edilebilir.
Burada reklam konusunda bilgi vermek değil amacımız. Ancak bir reklam dünyasında yaşadığımızdan, reklam unsurları üzerinden bir düşünme denemesi yapmak istiyorum. Reklamın en önemli özelliği sizin ihtiyacınız olmayan bir şeyi sizin ihtiyacınızmış gibi göstererek gizli ikna yollarıyla sizi kandırmasıdır. Açık olarak şunu söylemeliyiz ki reklam yalanın bir çeşididir.
Herhangi bir ürün veya nesnenin pazar payını arttırmak, marka değerlerini yükseltmek gibi argümanlar üzerinden gidersek reklamın ne kadar gayri insani bir alan olduğunu anlamış oluruz. Marka değerinin yükseltilmesi bir mala değerinin çok üzerinde bir paha biçmekten başka bir şey değildir. Sanal bir değer atfetmektir. Pazar payını artırmak deyimini kanat ve diğerkâmlık kavramlarının neresine oturtabiliriz.
Başka bir ifadeyle reklam, “talep oluşturma sanatı” olarak tanımlanır. Reklam, ele alınan mal ve hizmetleri hoşa giden taraflarıyla tanıtarak yeni ihtiyaçların ortaya çıkmasına yardım etmek olarak da ifade edilmektedir. Bir ikna faaliyetidir reklam; ele aldığı mal ve hizmetleri hoşa giden tarafları ile tanıtır. Hoşa gitmeyen tarafları ise göz ardı ederek insanları aldatır. “Bizi aldatan bizden değildir” hadisi şerifini zikredip geçelim. Reklamın en aldatıcı taraflarından birisi de ambalajdır. Ambalajın, çok kuvvetli bir satış aleti olduğu da bir gerçektir. Görsel nesne olduğu için güzel; çekici ve etkileyici olması gerekir. Ambalaj bazen malın kendisinden daha pahalıya bile mal olmaktadır.
Reklamları sadece televizyonlardaki periyodik aralıklarla verilen reklamlar olarak görenler için en kolay iş reklamlar girdiğinde zaping yapmaktır. Ancak işin böyle olmadığını düşünüyorum. Konuştuğumuz her insan kendini bu dünyada öyle kaybetmiş ki reklamın iyisi kötüsü olmaz kabilinden kendini pazarlıyor. Bürokrasi aynı şekilde, hiç ilgi alanımızda olmamasına rağmen yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaktan büyük zevk alıyor. Böyle durumlarda nedense aklıma hep gelinlik çağındaki kızlarını öve öve bitiremeyen kokoş teyzeler gelir.
Politika arenasının reklam kanalından geçtiğini söylemeye bilmem gerek var mı? Sadece malumun ilamıdır, o kadar. Politika kelimesinin etimolojisine bakarsak bizim değerlerimizle hiç örtüşmediğini görürüz. Politikayla uğraşan ricalin de reklam araçlarıyla bizi ayartmaya çalıştığını söyleyiverelim.
Reklamcıların kullandığı bir cümle var. Bir ormanın derinliklerinde bir kuş ötmüş ve kimse kuşun sesini duymamışsa o kuş ötmemiş gibidir. Yani yapılan işin görünür ve duyulur olması gereğinden bahsediyorlar. Sağ elin verdiğini sol el bilmeyecek anlayışımızı hatırlatıp geçelim. Yardımların bile reklam unsuru olması ne kadar acı.
Akademik camianın televizyonlarda karşılaştığımız bazı örnekleri de kendilerini reklam aracılığıyla pazarlamak peşinde. Özetleyelim: Hepimiz reklamın bir köşesinden yakalamaya çalışıyoruz.
Reklamın yalandan ve aldatmacadan ibaret olduğunu yukarıda söylemiş miydim?

MEDENİYET VE VEFA


Medeniyet adına barbarlıkların sergilendiği bir çağda yaşıyoruz. Medeniyet iddiasının tahakküm, tasallut ve sömürü aracı olarak kullanıldığını görüyoruz. Halbuki medeniyet ahlak kaynağından beslendiği için medeniyet olmuştur. Kelimenin etimolojisine baktığımızda şehirli olmak ve şehirde yaşamak diyebiliriz. Bunun en güzel açıklaması da ortak yaşamayı bilmek şeklinde özetlenebilir.
Varlık, idrak, akıl, erdem gibi temel referansların yerini para, pul, makam, ego almış durumda. İnsanın duruşu neyi aradığını göstermesi açısından önemlidir. İstikamet, en büyük keramettir. İstikametimizin bozulduğunu bilmem tekraren söylemeye gerek var mı?
Medeniyet bahsinin iki anahtar kavramı vardır: Adalet ve ahlâk. Adalet duygusuna sahip olmayan ve ahlaksız olan insanlarla yol yürünmez. Bu iki haslete sahip olmayan toplumdan ise medeniyet neşet etmez. Eline bir köşe, bir makam, bir yetki geçiren başkalarına fırsat vermek şöyle dursun başkalarını görmüyor, yok sayıyor. Bununla da kalmayıp zulmediyor. Medeniyetin yapı taşı erdemdir. Erdemden uzak medeniyet iddiası, insanı barbarlaştırır. Zalim yapar. Söylediğimiz bu yanlışları nasıl düzelteceğiz. Kural şudur: İman varsa imkân da vardır. Maalesef bize verilen imkânları bir medeniyet altyapısında kullanamıyoruz. Hayat tecrübemiz imkânların suiistimallere döndüğünü de göstermiştir bize.
Artık, çağ’ın ne olduğunu bilmeyenlerin çağdaşlık nutukları attığı bir dünyada yaşıyoruz. Hizmet nimettir cümlesinin büyüsü bozuldu. Manevi iklim, maddiyata doğru yöneldi. Çağdaş literatür buna sekülerleşme diyor. Bizim manevi diye nitelendirdiğimiz değerlerin bir pahası var şimdilerde. Meta haline gelmeyen bir değerin kalmadığını görüyoruz maalesef.
Değerlerimizi ziyan etme ve emekleri yok sayma konusunda üstümüze yok sanırım. Vefa duygusu önemlidir. Vefasız toplumdan büyük adamlar çıkaramazsınız. Büyük adamlar derken ilmi, irfanı olan tefekkür işçilerinden bahsediyorum. Geleceğimize hükmedecek entelektüel yatırımlarımızı artırmalıyız. Bu aynı zamanda ilk emrini “oku” diye gönderen yaratıcıya da vefadır.
Vefa kelimesi sözlüklerde; sözünü yerine getirme, sözünde durma, borcunu ödeme; sevgi, bağlılık ve dostlukta sebat; yetme ve yetişme; güzel ve yüce ahlâk anlamlarında kullanılır. Vefalı kişi, üzerindeki hakları eksiksiz ödeyen, yerine getiren ve sadece kendi hakkı olanı alan kişidir. Vefa kelimesi aynı zamanda, aldatma ve hıyanetin zıt anlamlısıdır. Maalesef görevine, vatanına ihanet edenlerin sayısı az değildir bu memlekette.
“Vefa uzaklarda kalan bir histi bu diyarda
Alışanlar gemisini yürütüyor
Alışamayanlar kırılıyordu her defasında”
Zeki Müren’in bir şarkısı böyleydi.
Vefa; sözünde durmaktır, kadir-kıymet bilmektir, kişiye değerini vermektir. Vefa, Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerdendir. Vefa; kişinin dostlarını unutmaması, onların dostluklarına ve iyiliklerine daha güzeliyle karşılık vermesidir. O zaman vefa gösterirken bir meratip olmalıdır. Bu meratibi ben şöyle sıralıyorum. Önce Yaradana karşı vefa sonra onun istediklerine vefa. Anne, baba, öğretmen, eş, vatan ve insanlık… Vefa medeniyetin yapı taşlarından birisidir.
Vefasızlıktan çok çektiği anlaşılan Şair Eşref’in bir dörtlüğüyle bitirmek isterim.
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için
Gelmesin reddeylerim, billahi öz kardeşimi
Gözlerim ebnâ-yi âdemden o kadar yıldı ki
İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı.