30 Aralık 2020 Çarşamba

ÖNEMSİZ ŞEYLER YAZIYORUM

Değer verdiğiniz şeyler aslında sizin değerinizi belirler. Neyin değerli neyin değerli olmadığı değerimizin olup olmaması kadar önemlidir.

Kelimeler, derin iç düşüncelerin kendilerinde bıraktığı korkunç kesafeti, ancak çok dikkatli bir tetkik neticesinde açığa vururlar; kelimelerin yüreğimin yükünü taşıyamadığını düşünürüm hep.

Mehmet Akif Ersoy’da aynı şeyden şikâyetçi:

Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem; 
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! 

Kelimeler ne pitoresk, ne de doğrudan doğruya dokunaklı oluşları ile değil, kendisine yüklenen anlamlar sayesinde değer kazanır. Yazıyı üstünkörü okuyan okuyucu yazının derinliğinden bir şey anlamaz. Onun için yazı beyaz üzerinde biraz siyah lekeden başka bir şey değildir.

Yaygın söylem şudur:  “her şey söylenmiş” dir. Böyle olunca binlerce yıldan fazla bir zamandır yaşayan ve düşünen insanlardan sonra dünyaya gelmekte geç kalmış oluyoruz. Renan der ki: “Hür olarak düşünebilmek için yazılan şeyin bir sonuca varmayacağından emin olmak lâzımdır.”

Günümüzde yazdıklarının değerine güvenen yazar az bulunur. Edebiyatın haysiyetini koruyarak yazmak kolay bir iş değildir. Ancak Renan gibi bir sonuca varmayacağını da bilerek yazmak en iyisi. Birde bizden akıldanelik beklemeyin. Kimseye verecek aklımız yok. Ayrıca bizim başkalarından akıllı olduğumuza kim karar veriyor ki. Bu yüzden önemsiz şeyler yazıyorum:

Mesela bu sezon hangi takımın şampiyon olacağı bir kardelenin açması kadar önemli değildir benim için. Borsanın yükselmesi ve alçalması bir kelebek kadar çekmez ilgimi. Yuro dolar paritesi ilgilendirmez beni bir gülün kokusu kadar. Beş yıldızlı bir otelde yatmaktansa bir gürgen ağacının altına uzanıp yaprakların arasından göğün maviliğini seyretmek daha haz vericidir benim için…

Sanayi endeksi bir kasımpatının açmasından daha ilginç gelmez bana. İsten simsiyah olmuş, katranlanmış bir demlikten dağlara bakarak çay içmek bana zevk verdiği kadar en lüks mekanlarda kapiçino içmek zevk vermez.  

Bilmem hangi televizyonun ekran yüzüyle oturup anlı şanlı laflar etmektense dağ başında bir çobanla oturup iki lafın belini kırmayı yeğlerim. Boğazdaki yalıya dağdaki bir kulübeyi tercih ederim. Kısaca çılgın modernliğe, huzurlu ilkelliği tercih ederim.

Bu sebeple önemsiz şeyler yazıyorum.

Aslında ilkellik denilen şeyin huzura tekabül ettiğini düşünüyorum bile.

Kalabalıklardan sıkılıyorum, inzivayı seviyorum. Çünkü ruh tevhide aşinadır. 

KAFASI KARIŞIK YAZI

Görsel medya karşısında belirli bir süre zaman tüketmek günümüz insanının ayini ise oldukça ayinine bağlı insanlardan söz ediyoruz demektir. Bu yarı kutsal toplumsal ritüel kimseyi kaygılandırmıyor olabilir ancak sosyal bilimcilerin ve sosyologların incelemesi gereken bir konu. Modern bilimin nereye koyacağını bilemediği tuhaf bir durum. Medya bağımlılığı deyip geçiyoruz. Televizyonlarımızda tarihçi, ekonomist, sosyolog, yarı mühendis, yarı siyasetçi, yarı filozof olan ekran yüzlerimiz var. Her gün beynimize bir düğüm daha atıyorlar. Bilim, politika ve ekonomi arasındaki karmaşık ilişkileri bu hengame arasında anlayamıyoruz. Ya da şöyle diyelim gözümüzden kaçırılıyor.

Şöyle geriye doğru kısa bir yolculuk yaparsak nelerle uğraştığımızı hatırlarız. Ozon deliği ne oldu acaba, AIDIS, kuş gribi, domuz gribi, sars, ebola, zika virüsü… Son olarak Korona… Dünya Sağlık Örgütü başkanı böyle yaşamaya alışacağız diyor. Demek bundan sonra başka virüsler de yolda. Bunu söylemek kehanet değil.

Peki, biz dönelim divana uzanmış ekran karşısında pasif duran özneye. Subliminal mesajları ise konu dışı bırakıyorum. Bizim entelektüel sürecimiz çok kötü yapılanmıştır. Mevlana’nın fil metaforunu hatırlatıp geçelim. Ekranları işgal eden konuların incelenmedik tarafı kalmıyor, her gün yüzlerce uzman(!) görüş beyan ediyor. Eksik kalan olayların ve insanın bir ruhunun olduğudur.

Küresel firmaların –aktörlerin demek daha doğru olur- girişimleri kolektif, karmaşık hatta girift… Yapay zeka çalışmalarına yapay zekanın geldiği seviyeye hiç değinmeden bile nasıl bir ağ tarafından yakalandığımızı ve kendimizi kurtarmak için çırpınıp durduğumuzu bize ayan beyan aktaracak aydınlarımız olsa. Vahşi kapitalizmin ahtapot kolları; siyaset, bilim olabiliyor. Çoğunlukla karşımıza uzman, fenomen olarak çıkıyor.

Kapitalizm insanın emeğini sömürüden, insanın doğayı sömürüsüne oradan da insanın ruhunu sömürüye evrildiğini anlayamadık bile. Kapitalist batının dünyanın diğerini –onlara göre üçüncü dünya ülkeleri- fakirleştirerek, hatta ölüme terk ederek kendi halklarına huzur sağlama peşindedir. Batı ve Afrika insanlarının vücut kilo indekslerine ait veriler görsel olarak böyle düşündürmez mi bizi.

Sürekli kazanmaya kendini kodlamış batının kaybettiğini söyleyerek yazıdaki karamsarlığı dağıtalım. Yukarıda söylediğimiz insanın bir ruhunun, manevi tarafının olduğu gerçeği batı insanı için de geçerli. Hala insanlığın bir yerlerinde adalet, merhamet ve insaf kırıntıları var. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kapitalizm zulmü başkalarına yaptığını düşünüyor ama doğrusu kendisine yaptığı zulmün daha büyük olduğudur.

Bilimin yol gösterici olduğuna inanları ikna edecek kadar bilme sahip değilim. Şu kadarını söyleyeyim ki ahlaksız bilim, zulümden başka bir işe yaramıyor. İnsanlığı yine insanların bu tarafı kurtaracak: ahlak ve vicdan.

Bilgisayarın başına oturduğumda YILBAŞI yazısı yazmak istemiştim. Konuya giriş babında yazdıklarım sayfayı doldurdu. O konuyu birçok kişi medyada yazmıştır zaten.

DEDEM RAHMETLİ

Gündeme ait niçin yazmıyorsun, diye söyleyen birçok kişi ile karşılaştım.  Cevabım şu oluyor. Gündemi yazanlar çok. Televizyonları izlerseniz oradan zaten üzerimize gündem boca ediliyor. Bende kendi halimde takılıyorum…

Ben yine gündem dışı kalacağım; dedemden bahsedeceğim.

Dedem kendi halinde temel İslami bilgilere sahip bir köy imamıydı. Öyle cilt cilt kitaplara sahip değildi. Evde bir Kuranı Kerim, bir mızraklı ilmihal, birkaç tane de Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kitap vardı. Hatırladığım, ya da şahit olduğum kadarıyla besmelesiz iş yapmazdı. Her gün okuduğu Kuranı Kerimi rafa kaldırırken bir mani söylemeyi ihmal etmezdi. Aklımda kalan bir tanesi: Yine kalktı gidiyor/ Yaylaların göçleri/ Nola ben olayıdım/ İçliğinin peşleri.

Dedem Kuran okur, her harfine iman ederdi. Arapça bilmezdi ama Kur’an’ın Allah (cc) kelamı olduğunu bilirdi. Astronomi bilgisi yoktu ama göklere, yıldızlara bakıp Yaradana olan bağlılığını pekiştirirdi. Kıt kanaat geçinirdi ama Hamdi, şükrü dilinden eksik etmezdi. İç güzelliği yüzüne yansımış, mazlum, masum, sessiz, sakin bir insandı. Mutmain bir kalbin çehresine aksetmiş o güzelliğini seyre doyamazdım ben.

Yemen derdi, Hicaz derdi, Kabe’nin hasretiyle yanıp tutuşurdu. Belki de Yemen ne yana düşer, Hicaz ne yana düşer bilmezdi. Ama günde beş vakit yönünü Kabe’ye dönmeyi ihmal etmezdi.

Derin bir tarih bilgisinin olduğunu zannetmiyorum ama Urumların ve Urusların düşmanımız olduğunu söylerdi. Domuzdan post, gavurdan dost olmaz derdi. Dostu düşmanı bilirdi. Yediği ekmeğe ihanet etmezdi.

Ne Hanya’yı bilirdi ne de Konya’ya gitmişti ama birini tekdir ederken; sana Hanya’yı Konya’yı gösteririm derdi. Edepsize nasıl davranılacağını bilirdi. Daha doğrusu kime nasıl davranacağını çok iyi bilirdi.

Dedem elbette Erzurumlu Emrah ile Ercişli Emrah konusunda bilgili değildi fakat Emrah’tan deyişler okurdu. Dinlemeye doyamazdınız.

Yunus Emre nerelidir, kaç Yunus vardır, bilmezdi. Ama Yunustan ilahiler okuyarak yavru kuş gibi pırpır eden yüreklerimizi ihya ederdi.

Meteoroloji bilgisi yoktu elbette ama bulutlara bakar yağmur yağar mı yağmaz mı tahmin ederdi. Yağmur bulutlarını tanırdı. Asla yağmur demez, rahmet yağıyor derdi. Yağmur onun için rahmetti, bereketti.

Harita bilgisi yoktu ama dağları karış karış bilirdi. Sınır nedir bilmezdi ama vatan nedir bilirdi.

Anatomi bilgisi yoktu elbette. Anatomi diye bir kelime zinhar duymamıştı. Ama insanı iyi tanırdı. Bir insanın yüzüne baktı mı yüzünden karekterini okurdu. Kim helal süt emmiş, kimin sütü bozuk bilirdi.

Yer yatağında yatardı, yırtık pantolon giyerdi. Tahta iskemlede otururdu. Koltuk, karyola nedir bilmezdi… Dedem hamd etmeyi bilirdi, şükretmeyi bilirdi, kanaat nedir bilirdi… Bunlar ona yeterdi. 

SÖZ ODUR Kİ KELAM OLA

İmajlar, malumatlar, ve sesler… hergün gazetelerden, televizyonlardan ve sosyal medya dediğimiz internet kanallarından üzerimize boca ediliyor. Birçok söz çevremizi kuşatmış, Bu söz devalüasyonu karşısında zihnimiz bulanık. Sözler sadece esintidir. Onlar geçip giderler. Sözler muhatapta bir karşılık bulması için söylenir. Muhatapta etkisini gösterdiğinde ise kelam olur. Aksi takdirde ona laf diyoruz.  Ve lafın hiçbir önemi yoktur. İnsan, konuştuğu sözün karşısındakinde anlamlı bir iletişim oluşturmasına azami gayret göstermeli; yoksa anlamı olmayan sesleri nasıl ciddiye alabiliriz?

 

Mesela muhatabımıza bardağı verir misin dediğimizde muhatabımız bardağı bize veriyorsa sözün bir anlamı vardır. Yoksa söz havada kalır ve boşa söylenmiş olur. Konuşan ile dinleyen arasındaki iletişim sağlıklı değilse konuşmalar gürültüden başka ne anlam ifade edebilir ki. Sosyal medyadaki paylaşımları bu şekilde görebiliriz. Söz anlam ifade etmediğinde değerini yitirir. Bu değer düşüşünün en son örneği apaçık şekilde bize sosyal medyanın armağanıdır. Sözün muhatapta bir karşılığı yoktur. Sadece görsel bir öğe olarak beğen butonuna basılması gereken bir imaj.

 

Hiç kimse bilinçli olarak sözü değersiz kılmak için uğraş vermez; ancak sözün durumu acınacak haldedir. Bu durumdan birinci olarak konuşan insanlar sorumludur. Sebep olarak şunu söyleyebiliriz. Sözü olur olmaz yerde söylemek bu sonucu doğurmuştur. Kısaca bu durumu gevezelik olarak tanımlayabiliriz. Bunun yaygınlaşması sözün kopyalanabilir ve çoğaltılabilir olmasıyla alakalıdır. Konuşmacının hatası, muhatapta etki meydana getiren bir söz söylemekten ziyade orada var olduğunu ispat için konuşuyor olmasıdır. O hiçbir şey söylemez: fakat sadece konuşmaya devam eder. İzleyici olarak mana ve hakikatten mahrum konuşmanın saldırısına muhatap oluruz. Bu mecrada söz anonimleşir ve önemini kaybeder. Hiçbir şey söylemeksizin konuşma alışkanlığı, bir kanser gibi sözü yiyip bitirmiştir. O kadar söz söyleniyor, hülasasına bakıyorsunuz kocaman bir hiç. Böyle olunca da muhatapta etki meydana gelmiyor.

 

İkinci olarak söz konusunda muhatapların duyarsızlığıdır. İmajlar dünyasında gözünü açan bir kimseye sözün değerini kavratamazsınız. Sözün anlaşılması için zihni bir faaliyet gerekir; imajlar için öyle değildir, bakıp geçersiniz. Bu bir nevi basit olanın karmaşık olana tercihidir. Günümüzdeki söz devalüasyonu önüne çıkan her mikrofon ve kameraya konuşmak zorunluluğu hisseden entelektüellerin hatası da olabilir mi? Düşünmek gerek.

 

Her şey söylenmiştir ve her gün tekrar edilmektedir. Sözü hor kullananlar, dili takatsiz bırakanlar, boş yere yeni bir ifade bulmaya çalışan şairler, entelektüeller, akademisyenler sözün yitimine katkıda bulunuyorlar. Konuşulan söz, eğer biri tarafından işitilmiyor ve duyulmuyorsa, boşunadır; uzay boşluğunda kaybolur gider. Aslında burada sözün işitiliyor olmasının fizik olarak karşılığı değildir. Elbette sözü kulağı olan herkes işitiyor. Fakat sözlerin karşı tarafta bir tesiri görülmüyor. Bunu en güzel anlatacak olan ayeti buraya alalım: “İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler.”(Bakara-171)

 

Sözün etkinliğini imajla kapatıyoruz. Söz böylece laf derekesine düştü; boşluğa ve hiçliğe dönüştü. Söz etkisini kaybetti. Ancak en önemli iletişim aracımız hâlâ söz ise ümitvar olabiliriz. Söz mademki kullanılmaktadır ve henüz sözün içi bütünüyle boşalmamıştır; sözün değerini kazanması gerçek değerine ulaşması muhatap/dinleyici sayesinde olacaktır. Çünkü dinleyicinin olmadığı yerde söz gereksizdir.  Dinleyicisiz konuşmak hayra alamet bir eylem de değildir. Mademki insan konuşan bir varlıktır. Söze değerini iade ederek işe başlamak gerekir.

9 Aralık 2020 Çarşamba

YENİDEN BAŞLAMAK

Yazıp yazmama konusunda oldukça tereddütlüyüm. Adem (as) dan bu güne yazının değerinin bu kadar düştüğü görülmemiştir. Kadim dönemlerde yazının ve yazıcının bir kıymeti vardı. Günümüzde yazı tüketilen bir meta haline geldi. Yazdıklarımdan hâsıl olan netice nedir? Diye uzun uzun düşündüm. Emin değilim. Ancak yazmak, dilin filizlenme noktasıdır. Madem elimiz kalem tutuyor, yazalım. Kalemin zekâtı yazmak. Bir vecibe mi? Bunu niyetimiz belirleyecek. Ameller niyetlere göre…

Yazı, kalıcı işaretlerden oluşan bir kayıt; zamana, unutmaya, hatalara, yalana karşı zafer kazanmayı amaçlar. Bu yüzden yazdıklarımızın şahidimiz olmasını umabiliriz. Yazdıklarımız bizi bağlar elbette. Aksine davrandığımızda önümüze konacak argümanları da okuyucuya veya üçüncü şahıslara vermiş oluyoruz yazı yazarak. Yazarak tarihe not düşme görevimizi yerine getirmiş oluyoruz hani. "İyilik yap denize at; balık bilmezse de Halik (yaratıcı) bilir," denilmiştir. Biz de yazıyoruz hiç kimse okuyor olmasa da tarihin sayfalarında arşivlenmesi yeterlidir. Yazı, aktarmaya yarar. Bu açıdan, yazının, zaman zaman (yoksa her zaman mı?), kendisine emanet edilenleri saklama işlevi de yüklenmiş olduğunu kabul etmek zorundayız.

Bütün bu zorluklara rağmen psikolojik olarak beni rahatlatan bir yanı var yazmanın. Doyuma ulaştıran bir uygulama; bedenin hem psişik hem de organik derinliklerine, sanatın en ince ve en mutluluk dolu üretimlerine dokunuyor, yazı yazmanın verdiği haz. Sanki her şey bu doyumdan ve bir anlık coşkudan ve sürüklenmeden ibaretmiş gibi.

Yazı, ses çıkarma eyleminin aksine, elle gerçekleştirilen bir eylem. Ama bazen sesinizin yankısının uzaklardan veya yılların ötesinden geldiği tecrübelerle sabit. Lübnanlı şair Mihail Nuayme şöyle der: Ne acaip iş! Kalbimi kâğıtlara ekiyorum; insanların kalbinde büyüyor. İşin zorluğunu da Mihail Nuayme’ye söyletelim: “Kalemimi yonttukça o da beni yonttu."

Yazdıklarımız "kâğıdın ötesine" geçerek, estetik, dilsel, toplumsal ve metafizik değerlerin okuyucuya aktarıldığı soylu bir anlatım biçimidir. Gazete gibi günübirlik tüketilen bir ortamda yazmanın böyle bir paradoksal tarafı var. Ancak yazılanların bir kişiye bile ulaşması maksadın hâsıl olması açısından önemlidir. Bu açıdan yazmayı lüzumlu görüyorum.

İrlandalı yazar Bernard Shaw gazetede yazma sebebini şöyle açıklıyor: "Görüşlerimi paylaşabilecek kadar aklı gelişmiş ve öğrenim görmüş kişiler için değil, Hearst basını okuyucularını sarsmak ve uyandırmak için yazıyorum ben." Ehli kalem olarak yazmak gibi bir sorumluluğumuz var. Çünkü; “Yalnız yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.” diyor Moliere.

Sonuç olarak yazıyor olmamız sorumluluk gereği; açıkça belirtmek gerekir ki yazdıklarımız dar bir bilimsellik ve cılız bir metafizik arasında salınıp duruyor. Bir köşe yazısından beklenen bundan fazla olmamalı zaten. Şu kadarını söyleyebiliriz ki şükür; elinde olanın cinsinden vermektir. Bizim elimizden de bu geliyor işin nihayetinde.

Vira Bismillah…