21 Şubat 2021 Pazar

KENDİMİZE VURGU YA DA BENCİLLİK

Kimsin? sorusu aslında ilişkilerimizi ve aidiyetimizi anlamak için sorulan bir sorudur. Kimsin sorusuna verebileceğimiz cevaplardan bunu çıkarıyoruz. Kimsin sorusuna adımızı, soyadımızı söylememiz kifayet etmiyor. Mesleğimizi, unvanımızı, aidiyetimizi söylemek zorunda kalıyoruz. Hani işe de yarıyor.

Cami avlusuna bırakılan bir çocuk kimsin sorusuna cevap verecek olgunluğa eriştiğinde nasıl bir cevap verebilir. Kimin çocuğudur ve nerelidir. İki sorunun cevabı da meçhuldür ve bu durum şahsın kimliğini de meçhul hale getirir.

Bulunduğunuz mekan sizin kim olduğunuz sorusu karşısında tatmin edici bir cevap değildir. Mesela, Paris’te oturuyor olmamız kim olduğumuz sorusuna cevap verirken "Pariste oturuyorum" cümlesi kabul edilebilir bir cümle olamaz.

Bu manada "Doğduğumuz yer değil doyduğumuz yer vatanımızdır." cümlesi anlamını yitirir, askıda kalır. Bu cümle belki de sığırcık kuşları için söylenmiştir. Hani onlar doydukları yerlerde bulunurlar.

Kim sorusuna karşılık ben cevabını vemek, vurgulamak, öne çıkarmaktır. Önem atfetmek… “Ene” ben, benlik, insanın kendi rengini hakim kılmaya çalışması. Bu manada benlik duygusu insanı kulluktan uzaklaştıran bir duygu. Benlik sahiplik duygusunun dışa vurumu olarak görülebilir. ‘Benim’ demek sahiplenmenin ilk basamağı. Kul, sahip olmak için değil; şahit olmak için yaratılmıştır. Sahiplik yorucu, şahitlik kutsal.

Beğeninin fazlası israf. Enaniyet insanın kendisine karşı işlediği bir cürüm. Renkli bir gözlükten eşyaya bakmak gibi. O camın arkasından baktığınızda o renk her şeyi kendi rengine büründürüyor. İnsanın zaaflarından biri zaafını her şeye bulaştırmasıdır ki bu da başka bir zaaftır.

“En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Araf-180) Övülmeye layık olan O. Enaniyet bu manada rol çalmak ve yasaklanmış.

İnsanoğlu bütün güzellikleri sahibine teslim edince kendisi üryan olarak kalır. Üryan olmak, gidecek yeri olmamak, elinden tutanı olmamak, dayanağı olmamak… Adem (as) kıssasına müracaat edilebilir. İnsanı üryan olmaktan kurtaran tek sıfat kulluk sıfatı. Öyle bir sıfat ki sizi yalnızlıktan, üryan olmaktan, başıboş olmaktan kurtaran bir sıfat. “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer-36)

Kulun yapması gereken bütün güzelliklerin sahibine teslim edilmesi. Hamd bu, sena bu… “Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden yardım dileriz.”(Fatiha-5) Bu dua insanı bencillikten, üryan olmaktan kurtararak kulluk elbisesine büründürür. Öyle bir elbise ki Allahın boyasıyla boyanmıştır. “Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).” (Bakara-138)

İnsan olarak vurgu yapacağımız tarafımızın gariplik olması doğru olan. Bize öğütlenen de budur. “Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol.” Ne mutlu gariplere…

Bir garip ölmüş diyeler
üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin

ŞEYTANİ ZEKÂ

Allahu Teala’nın insana verdiği en büyük nimetlerden biri akıl. Akıl; bilginin ve gerçeğin peşindedir. Zekâ ise anlama kabiliyetidir. Zekâ; “beynin algılama hızı ve hatırlatma aracıdır” denilebilir. Akıl hakikatin; zekâ menfaatin peşindedir. Zekâ, etik bir anlam taşımaz, “nötr” vaziyettedir.

Hz. Peygamber Efendimiz de: "Akıllı; nefsini kontrol altına alıp, ölümünden sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur. (İbn-i Mace, Züht, 31)

Akıllı insanın davranış biçiminin ne olacağı bu hadisi şeriften anlaşılıyor. Öte yandan bir de cehalet ve zalimlikle bezeli bir şeytani zekâ vardır ki nefsin terbiye edilememesiyle öne çıkar. Bu şeytani, zekâ sahipleri elebaşı olarak bütün kötülüklere imza atarlar.

Şeytanın her yere egemen olacağı bir dünya kurmak hevesindeki bu hainlerin sinsi dini planlarına “yeni dünya düzeni” ismini vermeleri kendilerini bir düzen içinde olduklarına ikna etmeye çalışmalarındandır.

Hiyerarşik, planlı, ısrarlı, sinsi, muammalarla dolu, kendisini çağa göre sürekli yenileyen bir şeytan dini yaratma hevesindeki bu şeytanların para ve makamları çok iyi idare etmeleri nedeniyledir ki bugün tüm dünya bunların egemenliğindedir.

Ellerine geçirdikleri argümanlarla mazlum insanların kanını emmeyi kendilerinde bir hak olarak gören bu insanlar şeytanın emrine amade paralı askerlerdir. Bunların dünya ölçeğinde olanları olduğu gibi yerel ölçekte de olanları vardır.

Kıtalar ötesinden bölgemizde petrole, doğal kaynaklara sahip olmaya çalışmak böyle bir şeytani zekâ ile yapılmaktadır. Bu şeytani zekâ sahipleri diğer insanları insan olarak kabul etmemekte. Onlara her türlü baskı ve zulmü, hatta onları yok etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmektedirler.

İsrail hükümetinin Filistin topraklarını işgal etmesi, Trump’un buna çanak tutması böyle bir şeytani zekâdan kaynaklanmaktadır. Dünya mazlumlarının Birleşmiş Milletler denilen adaletsiz yapı tarafından göz ardı edilmesi; kendileri her türlü silahı yaparken üçüncü dünya ülkeleri diye isimlendirdikleri ülkelerde böyle bir çalışmaya fırsat vermemeleri böyle bir şeytani zekâ sonucudur.

İnsanların yurtlarını, varlıklarını elinden almak şeytani zekânın eylemidir. Bu dünya çapında böyle iken yerel ölçekteki şeytani zekâ da aynı mantıkla hareket eder. Binasını çeşitli hilelerle yükseltip komşusunun görüntüsünü, güneşini kesen böyle bir şeytani zekâdır. Hiç kimse kazanmasın ben kazanayım, komşum ne olursa olsun mantığıyla hareket eden esnaf böyle bir şeytani zekânın sahibidir. Şu makamı çeşitli entrikalarla ele geçireyim, başkasına yar olmasın diye çabalayan bürokrat ta şeytani zekâsını kullanarak atraksiyonlar yapmaktadır.

Şeytani zekâ hayatın her alanında görebilenler için kendini açık etmektedir; sanatta, siyasette, ticarette, sosyal alanda… Özetle şeytani zekâ; aklı devre dışı bırakıp, her türlü hinliği ve cinliği yapma eylemidir.

DALKAVUK

 Zaman zaman şöyle bir eleştiriye maruz kalırım. Hocam kullandığın kelimeler çok eski bazen anlamıyoruz. Bu eleştiriyi haklı bulurum. Aldığımız eğitim sonucunda kullandığımız bazı kelimelerin herkes tarafından bilindiği vehmine kapılıyoruz.

Bu sebeple kendi çapımda kullandığım kelimeleri açıklayan bir çalışma da yaptım. Bu gün neredeyse unutulmaya yüz tutmuş kelimeleri topladığım o çalışmadan seçtiğim dalkavukla ilgili yazıdan pasajları buraya aktarıyorum.

Önce dalkavuk kelimesinin ne anlama geldiğini yazarak bilgilenelim. Tanzimattan önce başa giyilen külah, kavuk gibi başlıkların üzerine sarık sarılmadığı zaman böyle yapana dalkülah veya dalkavuk denilirdi. 

Bir de Osmanlı sarayında resmi görevli dalkavuklar vardı. İşleri, meslekleri başkalarını eğlendirmek olan dalkavuk esnafı zelil adamlar kabul edilmişti ve onlara serpuş olarak sadece kavuk giydirildiğinden bu ismi almışlardı.

Önceleri bunlara “müsahip” (sohbet edilen kişi), “nedim” (arkadaş) denilirdi… Bunlar biraz mürekkep yalamış insanlardan seçilir, padişahla yarenlik eder, bir nevi ona “danışmanlık” yaparlardı. Kavuğu çıplak, yani “dal” giymek zorundaydılar. Bu yüzden de onlara “dal-kavuk” denilmesi adet olmuştu. Bu dalkavuklar saray dışında konaklarda da bulunur, sahiplerini eğlendirirlerdi.

Sarayda böyle resmi bir görevli olurdu ki dışarıdan dalkavukluk yapanlara padişah şu mesajı vermiş olurdu. Bana dalkavukluk yapmayın. O işi yapan resmi görevlimiz var.

Meşhur fıkradır hani. Padişah patlıcanı övmüş; dalkavuk öyledir hünkarım patlıcan çok faydalıdır, demiş. Başka bir zaman padişah patlıcanı yermiş; dalkavuk patlıcanı yerden yere vuran bir konuşma yapmış. Padişah, önceden patlıcanı övüyordun, şimdi yeriyorsun deyince dalkavuk: “Hünkârım, takdir edersiniz ki, bendeniz ve kulunuz patlıcanın değil, sizin dalkavuğunuzum!”

Reşat Ekrem Koçu dalkavuğu şöyle tasvir eder: "Kendi çıkarı, menfaati için bir zengine, veya devlet kapusunda yüksek mevki sahibine yardakçılıkta bulunan adam, uşaktan aşağı ve hatta şerefsiz, haysiyetsiz köleden zelil bir tiptir…” Bugün soytarı, maskara, şaklaban, dalkavuk… gibi isimleri Ekrem Koçu’nun ifade ettiği tipler için kullanıyoruz.

Osmanlı devleti yıkıldı ama dalkavukluk resmi bir meslek olmasa da hayatın çeşitli alanlarında devam ediyor. Hatta o kadar çoğaldılar ki resmi görevli yapmaya kalksak devletin bütçesi elvermez.

Dalkavuğu az, hatta hiç olmayan bir dünya özlemiyle…

FİLİM İCABI

Ortaokullu yıllarımızda Gümüşhane’de iki sinema salonu vardı. Bunlardan birisi bu günkü AKM’nin yerinde ismi Renk Sineması, diğeri İmam-Hatip Lisesinin binasında (bu gün pazaryeri olarak kullanılan alan) Şehir Sineması. O dönemde öğrencilerin sinemaya gitmesi nadirattandı. Öğretmenler sık sık sinema salonlarını denetler sinemaya giden öğrenciler kendilerini idarede bulurdu. Ayrıca aileler, çocuklara,  sinemaya gitmemek konusunda baskı yaparlardı. Benim sinemaya gitmeme sebebim aile baskısından kaynaklanıyordu. Muhtemelen gitmek istesek para imkânı bulabilirdik. Ancak sinemaya karşı tutucu bir davranış içinde olan çevre baskısı o kadar yoğundu ki buna imkân bulamıyorduk.

Biz sinemaya gidemeyen çocuklar, sinemanın o büyülü dünyasını daha çok arkadaşlarımızdan dinlerdik. O arkadaşlar ilkokulu şehirde okumanın verdiği rahat tavırlarla bizim birkaç tık önümüzde davranış sergilerlerdi. Cüneyt Arkın, Kartal Tibet, Yılmaz Güney, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit gibi isimleri bu arkadaşlarımızdan duyardık. Sinemaya giden arkadaşlarımızı heyecanla dinler filimler hakkında bilgi edinirdik. Arkadaşlarımız filmden bazı sahneleri anlatır, dövüş sahnelerini uygulamalı olarak bize gösterir, başrol oyuncusunun neler yaptığını bizlere aktarırdı. Tabii arkasından şu cümleyi eklemeyi ihmal etmezlerdi: ‘filim icabı.’ Dayak yenilmişse filim icabı, yani şakacıktan, ölüm olmuşsa filim icabı…  

Şehirde birkaç yılımız geçince şehrin hinliklerini cinliklerini kendi çapımızda öğrendik tabii. Zaman zaman sinemaya kaçtığımız günleri hatırlarım. Sinemanın atmosferinde nasıl üzülüp, sevindiğimizi, sık sık kararan perdenin ardından kopan ıslık tufanlarını, aktörlerin yanlış yaptıklarında nasıl yuhalandıklarını gün gibi hatırlarım. Sinemadan çıkarken tanıdık birisi ya da öğretmenlerimizden birisi görmesin diye nasıl kendimizi gizlediğimizi, büyükleri kendimize siper ettiğimizi hiç unutmam.

Sonra aradan yıllar geçti hayatı tanıdık, hayatın bir film sahnesi olduğunu anladığımızda çevremizdeki davranışların çoğunun ‘filim icabı’ olduğunu gördük, öğrendik. Günümüzde film icabı yaşayan; yani rol kesen bir güruh ile karşı karşıyayız. Toplumun çok film seyrettiğinden midir, nedir? Herkes rol yapmayı o kadar iyi beceriyor ki… Değme artistlere taş çıkartacak nitelikte.

Yalan söylerken bir insanın yüzü nasıl kızarmaz. Yalan söylediği bilinen bir kişi utanmadan nasıl toplum içine çıkar. Dolandırıcılık yapan bir adam toplumda nasıl itibar görür. Fahiş fiyat uygulayan tüccar, işini doğru yapmayan memur, rüşvet alan kimse, verdiği sözde durmayan kişi… bütün bunlar rollerini o kadar hakkıyla yapıyorlar ki. Konuştuklarında dünyanın en dürüst kişisiyle karşı karşıya olduğunuzu düşünürsünüz. Sosyal medyada paylaşılanlara bakınız. Zaman zaman Farabi’nin el-Medinet’ül Fazıla’sında (erdemliler şehri) yaşadığımı düşünüyorum. Medinet’ül Fazıla’nın kemteri.

Kal (söz) önemli değil, hal (davranış) önemlidir demiş eskiler. Ancak sözlerimize yalan, halimize rol karıştı. Artık film icabı olan davranışları sergiliyoruz toplum olarak. Bu toplumun bir üyesi olarak ben de bu anlattıklarımdan hali değilim elbet. Çünkü insanın en büyük şekillendiricilerinden birisi de toplumdur.

Çocukluk yıllarımızdan, ileri yaşlı yıllarımıza geldiğimizde yaşadığımız değişim bu. Hayatın takvim yaprakları güz mevsimini yaşarken söyleyeceğimiz bir tek şey kalıyor geriye. Onu da çocukluk arkadaşlarımızın ağzından tekrar edelim: THE END, yani bitti.

12 Şubat 2021 Cuma

TÜRK BAHARI(!) VE SOSYAL MEDYA

 Sosyal medyanın tarafgirliği konusunda ABD seçimleri en iyi örnektir. Hatta sürecin akademik olarak incelenmesi gerekir. Özellikle korona salgınından sonra insanların sosyal medya ile daha çok iç içe olduğunu söyleyebiliriz.

İnternet ve sosyal medya kullanıcı sayıları hakkında bilgilerin de bulunduğu “Digital 2020 – Global Digital Overview” raporuna göre 2020 yılı verileri: Türkiye'de ise 54 milyon sosyal medya kullanıcısı bulunuyor. Bu, toplam nüfusun yaklaşık yüzde 64'ünün sosyal medya kullandığı anlamına geliyor. Türkiye'de 37 milyon Facebook kullanıcısı var. Türkiye, dünya sıralamasında ise Facebook'un en fazla kullanıldığı 10'uncu ülke. Türkiye, Twitter'ın en fazla kullanıldığı 6'ıncı ülke. Türkiye 16-64 yaş arası grubun sosyal medyada geçirdiği süre açısından 46 ülke arasında 15'inci sırada yer alıyor.

Yukarıdaki veriler, bize yönlendirilmeye müsait bir topluluğun var olduğunu gösteriyor. Sosyal medya kullanıcı herkesin yönlendirmeye açık olduğunu söylemiyorum tabii. Ancak, bu kanal üzerinden gençliğin sokağa dökülmesi üzerinde çalışmalar yapıldığı sağır sultanın bile duyduğu bir konu. Böyle bir tecrübemiz de var, ülke olarak. Gezi olayları…

Boğaziçi Üniversitesi üzerinden deneyimlenmeye çalışılan böyle bir durum. Üniversitelerin açık olmaması dolayısıyla ülke çapında bir kargaşa şimdilik söz konusu değil. Devletin ilgili kurumları da bu konuda gerekli çalışmayı yapıyordur. Bir vatandaş olarak görebildiğim kadarıyla böyle bir gündem kurgulanıyor.

Peki, bu değirmene bilmeden su taşıyanlar var mıdır? Evet… Adaletsiz iş yapan siyasetçi, fahiş fiyat uygulayan esnaf, işini doğru yapmayan bürokrat… Klişe bir söz var: Söz konusu vatansa gerisi teferruattır, diye. Ancak insanımız öncelikli olarak kendi durumuna bakar. Adaletsizliğe maruz kalan, pandemi dolayısıyla işini kaybeden, parası olmayan kişi istemeyerek kendisini yanlış bir yerde konumlandırabilir. Büyük resmi, global oyunu görmeyebilir. Hepimize sorumluluk düştüğünü söylememe gerek var mı?

Televizyona çıkan entelektüelimiz, gazete köşelerinde kendisine yer bulanlarımız, toplumu yönlendirme durumunda olan kanaat önderlerimiz ve en önemlisi aileler; hepimize sorumluluk düşüyor. Bir Hadisi Şerifle durumu açıklamak daha kolay olacak:

“Allah’ın emirlerine uyanlarla uymayanların durumu, bir gemi için kura çekenlere benzer. Bir bölümü geminin üst kısmına düşmüş, diğerleri de alt kısmına düşmüştür. Alt kısımda kalanlar, su ihtiyacı olduğu zaman üst güverteye çıkıp su ihtiyacını gidermektedirler. Onlar şöyle derler: ‘Bizim bölümden bir delik delelim de üsttekilere eziyet etmeyelim.’ Eğer üsttekiler, onlara ilişmez de serbest bırakırsa, hepsi helâk olur. Ellerinden tutup engel olurlarsa onlar da kurtulur, kendileri de.” (Buhari)

Geminin delinmesine engel olmamak, meydana gelecek felakete ortak olmaktır. Hangi sebeple olursa olsun yıkım tarafında olmak ihanettir. Çünkü aynı gemideyiz.

Bu konuda yeteri kadar tarihi tecrübeye sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ayrıca Arap baharının sonuçlarını gördük.

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

"Tarih"i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? (Mehmet Akif Ersoy)