24 Aralık 2018 Pazartesi

KALEME ELİM VARMIYOR


İnsan zaman zaman usanç duyuyor, yaptığı işten bıkkınlık geliyor. Belki bir çok yazan kimse de aynı duyguları yaşıyordur. Yazmak içimden gelmiyor. Bunun sebebi üzerine düşündüm. Sözlerin tesirsiz oluşunun insanda tükenmişlik oluşturduğuna kanaat getirdim. Söz muhatapta bir tesir meydana getiriyorsa bir anlamı vardır. Yoksa lafü güzaftan öteye geçmez. Boş lakırdı sahibine yük değil midir?
Bir yazarın yazmak istememesi toplumsal tükenmişliğin tercümesinden başka ne olabilir ki? Bu duyguyu mesleğimde de yaşamaya başladım. Bunu meslekte geçen uzun süreye bağladım. Bu keyifsizlik ve de isteksizlik toplumu gözlemlemek zorunda olan köşe yazarında olunca başka bir sebep arama gereği duydum.
Bir köşe yazarının muhatabı kimdir? Okumasını bilen bütün toplumdur. Peki muhataba ulaşma ve muhatapta eyleme dönük enerji oluşturma konusunda başarılı mıyız? Cevabım tabiî ki olumsuz. Yazarın gayesi bir şeyleri sihirli bir değnekle değiştirmek değil elbette. Yanlış giden yerlerin altını çizmek, okuyucunun çarpan kalbi, atan nabzı olabilmektir.
Uzun süredir mahalli ve ulusal basında yazı yazan birisi olarak yazmak konusunda tembel davranıyorsak motivasyonumuzu olumsuz etkileyen bir gidişat var demek ki. Yazılan bunca yazıya rağmen bir arpa boyu yol almamak yazar için bir tür yenilgi olsa gerektir.
Toplumumuzda hariçten gazel okumak diye bir deyim var. Muhatap bulamadığınız zamanlarda mı söylenir bu söz yoksa boş konuşmalarda mı karar veremedim. Bir sürücü metaforuyla durumu aktarmak daha anlaşılır olacak galiba. Toplum, direksiyon hâkimiyeti olmayan bir şoförmüş de siz köşe yazarı onun yanında sürekli uyarı yapan, şoförü ikaz eden ve arada bir müdahale eden yolcuymuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Şoförün sizi dikkate almadığında doğacak sonucu kestirmek zor değil.
“Ayağınıza batan dikenler ya ektikleriniz ya da temizlemediklerinizdir” diye bir cümleyle karşılaşmıştım sosyal medyada. Eğitim işiyle uğraşan birisine söylenmesi gereken en güzel cümle. Ancak Mevlana’ya atfedilen bir cümle daha var. “Ayağına batan dikenler aradığın gülün habercisidir.”
Nebevi ikaz şöyledir: "Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse, diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğz etsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir." (Tirmizi, Fiten, 11; İbnu Mace, Fiten, 20; Ebu Davud, Salat, 242) Hadîs-i şerîfte geçen "İman Zaafiyeti" bir kötülükle karşılaşan bir müminin yapması lâzım gelen asgari tepkiyi ifade ediyor sanırım.
Elimizle toplumdaki yanlışları düzeltme imkânımızın olmadığını bilmeyen okuyucumuz yoktur. Canımızı sıkan şey yazmamızı engelliyorsa, geriye bir seçenek kalıyor: Kalben buğz etmek. İşte o tepkiye iyi ki kimse müdahale edemiyor.

17 Aralık 2018 Pazartesi

EKRAN HOCALARI


Akademisyen camiasından çok az kimsenin kendi alanının dışında söz söyleyebilecek yetkinlikte olduğu bilinen bir gerçek. Ancak televizyon ekranlarında sürekli görmeye alıştığımız akademisyenler sanki her konunun uzmanı imiş gibi davranıyor. Her sözün bir makamının olduğu gerçeğinin hilafına kendisine uzatılan her mikrofona koşan, bulabildiği her sayfada akademisyenler arasında tartışılması gereken konuları ulu orta tartışan bir tip ile karşı karşıyayız.
Özellikle dini alanda araştırma yapan akademik çevrelerin, nerede konuşulacağını bilmeden kıyıda köşede kalmış konuları –eskilerin tabiriyle kıyle’leri- uluorta konuşarak buradan bir yere varma hesabı açık seçik görünüyor.
Ancak ekrana çıkan zevatın Anadolu insanının dini değerlerini küçümseyerek mevzi almaları “bidon kafalı” terkibini söyleyenle aynı yere oturmuyor mu? Tenkid ettikleri tarikatların onda biri kadar bu milletin gönül dünyasına nüfuz edemeyen bu zevatın dini geleneğimizi tenkit etmeleri anlaşılabilir olsa da tezyif ve tahkir etmeleri samimiyet testinden geçemeyecek davranışlardır.
Akademik camianın görmediği yerleri, -biraz daha yumuşatıp boş bıraktığı, ihmal ettiği diyelim- yerleri birilerinin doldurması kimin suçudur. İşin görülen tarafına baktığımızda akademinin ilmi temsil ettiği kanaatiyle sorgulanmazlıkları ön kabul olarak bir kenarda tutularak halkın irfanı göz ardı edilmektedir. Anadolu insanının kahir ekseriyeti, Maturidi’yi, Ömer Nesefi’yi okumamıştır, Fıkhı Ekber’den, Mebsut’tan haberdar değildir; ancak Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necat’ı (Mevlid-i Şerif) okunurken gözyaşlarına hakim olamamaktadır. Burada “din samimiyettir” hükmünü hatırlatmakta yarar ver.
Düşünceyi mütefekkirler inşa eder; ancak bizde mütefekkir seviyesine yükselmiş akademisyen sayısı oldukça azdır. Akademisyenlerimizin bilgiyi elde ettikçe halktan uzaklaştığını, pozitivist ortamın mahkumiyetinden kendisini kurtaramadığını söyleyebiliriz. Alim vakarına sahip olmayan akademisyenlerin elde ettikleri bilgiyi metaya, dünyalığa, kariyere ve nüfuz arayışına çevirme arzuları alimin toplum nazarındaki yerini de sarsmıştır.
Hakikat makul olandır. Aklın olmadığı yerde makul aranmaz; ancak aklı putlaştırarak aklın her sonucuna mutlak hakikat diye bakmak materyalist mantığın bizi aldatması. Akıl hakkı bulmakla görevlidir. Hak olmadan hakikat olmaz. Hedefimiz hakikate ulaşmak ise bunu tartışma zemini ekranlar olamamalı. Bu milletin inançlarıyla problemli olan kafaların kendilerini akademik bir perdeyle perdeleyerek kendilerinden menkul her şeyin hakikat, kendilerinin de ilmin kaynağı olduklarını iddia etmeleri ne kadar doğru.
Kurandan başka kitaba itibar etmemeyi bizlere salık verenlerin yazdıkları kitaplar külliyat seviyesinde. Tartışma zemini televizyon ekranları ise buradan kaostan başka bir şey çıkmayacağını sıradan vatandaşlar da bilir. Sıffin savaşında Kuran sayfalarını mızraklarının ucuna takanlar ile kuran ayetlerini mücadele zeminine taşıyan akademisyen arasında ne fark var. Fakat görünür olmak, yeni şeyler söylemek adına eline sazı alıp ekrana çıkanları nasıl teskin edeceğiz. Bunun için bir otorite olmayışı ayrıca bir handikap.
Kendi açımızdan -min gayr-i haddin- son söz şunu söyleyebiliriz. Tartışmaların akademik çevrenin sınırlarını taşmayacak şekilde yapılması hem alim duyarlılığıdır. Hem de İslam ahlakına daha uygundur. Ayrıca bütün akademisyenleri aynı yere oturtmadığımızı da anti parantez söylemeliyim.

MEDENİYET VE İNSAN


Toplumsal kültürün etkisi altında olmayan bir birey düşünülemez. Gündelik eylemlerin düşünce üzerinde önemli etkileri vardır. Bu durum şu şekilde sloganlaştırılmıştır. “Eğer inandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.”
Kültürel değerleri yeni nesillere aktarmak işi eğitim ve öğretim müesseselerinin işidir. Bu konuda ciddi sıkıntılarımızın olduğu kesin. Pozitivist eğitim savrulmamızın müsebbibi. Öyleyse farklı alternatifler üzerinden gitmek gerekiyor. Akademiler, STK’lar bu görevi üstlenebilir. Daha doğrusu üstlenmelidir.
Düşünce hürriyetine kavuşmuş, bilinçli, özgüveni yüksek, bilimsel ve toplumsal değerler üretebilen sağlam karakterli, erdemli, sorumluluk sahibi, sorgulayan ve araştıran bireyler yetiştirme görevimizdir. Bu sorumluluk hepimizindir.
Huzurlu bir hayat bütün insanlığın hedefidir. Bunun için bu gün bile uygarlıktan medeniyete kaçış (hicret) devam etmektedir. Ancak bu hedefe bizleri götürecek kişiler uzaydan, başka iklimlerden gelerek bizi kurtaramaz. Biz bunları kendimiz yetiştirmeliyiz. Yoksa bir kurtarıcı beklemek beyhudedir. İnsan için kendi gayretinden başka bir şey yoktur.
Eşyayı toplumun medeniyetine göre rasyonalize etmek tekniktir. Bizim bu konularda çok ciddi sıkıntılarımız var. Eşyayı üretmediğimiz için başka kültürlere adapte edilmiş eşyalarla kendi medeniyetimizi kurmaya çalışıyoruz. Bunun sonuç vermeyeceği aşikâr.
Medeniyet dinin sosyal pratiğidir. Mimari, musiki, edebiyat medeniyeti inşa eden sacayakları. Biz toplum olarak bu üç sacayağını devşirdiğimiz kültürlere feda ettik. Geçmiş ile olan irtibatın koparılması pusulasız gemi gibi rotası belli olmayan bir mecrada ilerlememize sebep oldu. Kendimizi başka uygarlıkların limanlarına çekilmiş bulduk. Uygarlıklar medeniyetin bozulmuş halleridir. Hâlbuki biz sağlam bir medeniyetin bütün birikimine sahip idik. Bu birikime arka çevirmek tabir yerindeyse bizi sudan çıkmış balığa döndürdü. Hâlâ çırpınıyoruz.
İslamın toplumsal bir din olmaktan çıkarılıp bireysel bir din haline getirilmesi medeniyetimizin gerilemesine sebep oldu. Çünkü kişinin dindarlığı islam, toplumun dindarlığı medeniyettir. İslamın toplumsal bir din olduğu gerçeği göz ardı edilmeseydi bu kadar yanlış bir rotada ilerlememiş olacaktık.
Medeniyetlerin de bir ömrü var. Bu ömrü belirleyen değişik etkenler vardır. Din, dil, eğitim, iktisat, ahlak, adalet gibi unsurlar medeniyetleri hem kuran hem de sürekliliği sağlayan unsurlardan. Hem toplumsal olarak hem de ferdi olarak bu unsurlarda meydana gelen bozulmalar, aşınmalar, medeniyetlerin varlıklarını ve sürekliliklerini etkiler. Ayrıca zulüm ve cehalet medeniyetlerin çökmesine yol açan sebeplerdendir.
Medeniyet tasavvurunun mekânla olan ilgisini de göz ardı etmeden yeni bir diriliş hamlesine ihtiyacımız var. Şahsiyet sahibi insanlarla bu yola çıkılabilir. Şahsiyetli insan yetiştirmeden hamlelere girişmek beyhude uğraştır.

İÇE DÖNMEK


İnsan ruhunun derinliğine bakmaya başladığında eşya adeta gözünde yok oluyor. Bütün dünyaya bakışı değişiyor. Dünyanın gelip geçiciliği bir an insanın aklından çıkmıyor. Yunus Emre’nin dörtlüğü bir serlevha olarak sürekli gözünün önüne geliyor:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan!..
Bu durumun hayatın bütün devrelerinde olmadığını söylemeye bilmem gerek var mı? Eğer öyle bir halet-i ruhiye içerisinde olsaydık melekler bile bize gıpta ile bakardı. Bu durum geçici zamanlarda ruhumuzun kendine gelmesi, fabrika ayarlarına dönmesi olarak yorumlanabilir. Bir cenaze olduğunda, bir yakınımız öldüğünde böyle bir duygu seli bizi kaplıyor. Sonra? Sonrası malum. Tekrar eski halimize dönüyoruz.
Duygu için TDK şöyle bir tanım yapıyor: "Belirli nesne, olay veya bireylerin insanın iç dünyasında uyandırdığı izlenim". Maalesef bu izlenim başka çeldiricilerle farklı yönlere gidebiliyor. Sahte, içten pazarlıklı ilişkiler, hayatı çirkinleştirmeye yetiyor. Maddeci olmak, makam ve mevki hırsı, bencillik ayarlarımızı bozuyor. Manevi yetersizliği maddi şeylerle örtmeye çalışmak insanoğlunun zaaflarından. Zaman zaman diğer insanları aptal yerine koyarak dünyanın en akıllı insanı olduğumuz zehabına kapılıyoruz. Karşındakini dolandırmak, aptal yerine koymak uyanıklık olarak kabul görüyor. Küçümsemek, hor ve hakir görmek, aşağılamak aslında insani tarafımızı törpüleyen fiiller.
Rahmetli Abdurrahim Karakoç şöyle diyor bir dörtlükte:
Dünyanın düzeni değişti Hasan
Çalış ver yiyelim sen bak diyorlar
Yiyipte sussalar gam değil ama
Üstelik adama ahmak diyorlar
Başkaları bize ahmak dese de iç dünyamıza, ruhumuzun derinliklerine baktığımızda dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu görüyoruz.
Hayat bir evcilik oyunu. Oyuna kendini kaptırdığında zamanın nasıl geçtiğini fark etmezsin. Bir de bakarsın ki akşam olmuş. Kapanma saati gelen mekânlar gibi ışıklar tek tek söndüğünde sonun geldiğini anlarsın.

Ömür, bizlere verilmiş bir kredi, her gün bu kredi tükenmekte. Dünya; insanlığımızı ortaya koyacağımız bir mekan. Yetmez mi? Kısaca hayat, bir seçim. Sen ne dilersen, o olur. Buna cüz-i irade diyor kelamcılar. Ya insanı kâmil ya da esfeli safilin. Kâmil insan, dünyanın geçici zevklerine gönül vermeyip müstağnî bir hayat sürerek başkaları tarafından zemmedilse de aslında herkesin gıpta ettiği bir mevkide durur.

Şeyh Sâdî Şirazi şöyle der:
“Gönül, celîl olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Bunun bilincinde olan insan, insan-ı kâmildir.


ÜÇ HARFLİLER


Eskiden diyeceğim, çok eski zamanlar anlaşılmasın annem hâlâ böyle söyler. Çevremdeki bir çok kişide aynı şekilde davranır. Mesela domuz kelimesi ağzından çıkmaz “mundar hayvan” der. Sanki domuz dediğinde kendisini günah işlemiş gibi düşünür. Asla kanser demez annem, “kötü hastalık” der geçer. Cin kelimesi hiç kullanılmaz “iyi saatte olsunlar” denilir. Aynı şekilde şimdilerde duyuyorum cinler için “üç harfliler” deniliyor. Sanki cin dediğinizde hemen yanınızda belirecekmiş gibi bir tedirginlik taşıyor insanlar.  
Bu durum günlük konuşmalarımızda da geçerli bir durum. İsmini ağzımıza almak istemediğimiz kimseler vardır. Arkasından konuşulurken “yüzü olsun, gıybeti olmasın” denilir. Hani sanki ismi yılan gibi, akrep gibi çağrışım yaptıran insanlar.
Yazarken de bu tür kelimeleri kullanıp insanların midesini bulandırmamak adına bizde sanat yolunu seçiyoruz. İma, teşbih, istiare, mecaz gibi sanatları kullanarak tariz (iğneleme, söz dokundurma) yapıyoruz. Bu yazı böyle devam etsin.
*-*-*-*
Firdevsi kolunun altındaki divân ile Gazneli’nin huzuruna çıkar. Gazneli 60 deve yükü altın vadeder. Diğer kıskanç şairler sultanın kulağına fısıldarlar:
“Sultanım, bu nasıl olsa bir çobandır. Bakır ile altını bile birbirinden ayırt edemez. Onu köyüne yollayın, ardından da bakır yüklü develeri gönderirsiniz!”
Firdevsi köyüne gönderilmiş, ardından da bakır yüklü develer… Develer köye vardığında şair hamamda yıkanmaktaymış. Sultanın kendisini kandırdığını anlayan Firdevsi, sultanın bu “lütfunu” tellağa bahşiş bırakır! Şairin sultana ettiği “hakaret” muhteşemdir! (Bkz. Hakikat Bilgisi, Hücviri, Dergâh Yay.)
*-*-*-*-*
Hafız-ı Şirazî bir kitap yazdığında devrin hükümdarı: “Kitabının başında beni methet” demiş. Hafız-ı Şirazî: “Ben senin gibi zalimi methetmem.” diye karşılık verince: Hükümdar Hafız-ı Şirazî’yi zindana attırmış. Hafız-ı Şirazî zindanda her ikindiden sonra mahkûmlara sohbetler edermiş. Mahkûmlardan birisinin her sohbette ağlaması, Hafız-ı Şirazî’nin dikkatini çekmiş. Bir gün o adama:
“Yahu seni ağlatan nedir? Allah korkusu mu? Yoksa Allah sevgisi mi?  Kul hakkı mı? Yoksa günahlarının çokluğu mu?  diye sorunca, Adam:  “Benim bir keçim vardı. Senin sakalın aynen onun sakalına benziyor. Seni görünce onu hatırlıyor ve kendimi tutamayıp, ağlıyorum” diye cevap vermiş.
*-*-*-*-*
Şair Karamanlı Nizami, bir gece Karamanoğlu Mehmed Bey’in işret meclisinde bulunur ve bey hakkında yazdığı kasideyi okur. Mehmed Bey caize olmak üzere “falan ve filan köylerin mahsulünü bağışladım, yarın bana hatırlat, fermanını vereyim” der. Sabah olunca Nizâmî huzura girer, vaadini hatırlatır. Mehmed Bey, “Ben, akşam aklım başımda olmayarak, sarhoşlukla bir halt etmişim” deyince, şair: “şahım asıl haltı şimdi ettiniz cevabını verir.” (Bkz. Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, (Haz.: Cemal Kurnaz), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1993, s. 243),
Bu durum divan şiirine sözünde durmamak anlamında Karaman bahşişi deyimiyle geçer.
Hep Karaman bahşişidür rûzigârun virdügi
Hâzır ol kim virdügin senden gerü devrân alur. (Necâtî)

MADDE BAĞIMLILIĞI


Madde bağımlılığı denilince aklımıza uyuşturucu geliyor. Kızılay’ın sitesinde madde bağımlılığı şöyle tarif ediliyor: “Madde bağımlılığı, vücudun işlevlerini olumsuz yönde etkileyen maddelerin kullanılması, bundan dolayı zarar görüldüğü hâlde bu maddelerin kullanımının bırakılamamasıdır. Bağımlı, madde kullanımına ara verdiğinde yoksunluk belirtileri yaşar.”
İkinci tür bir madde bağımlılığı daha var, müptela olduğumuz.
Ticaret helâldir ama ihtikâr haramdır. Malı, ihtiyaçtan fazla toplamak mekruhtur. Hadis-i şerifte, “Paranın kuluna, paraya tapana lanet olsun!” buyuruldu. Dünya malı peşinde koşmak, nefsinin arzuları peşinden koşmaktan daha fenadır. Mal, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, (dünya muhabbeti) denir. Hadis-i şerifte, “Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır” buyuruldu.
Tacirlerin en kötüsü din tacirleridir, mukaddesat bezirganlarıdır. Onların dini imanı paradır. Onlarda münafıklığın bütün alametleri vardır. Dilleriyle dinî kavramları telaffuz ederken, yürekleri para para diye atar. Paranın yanında şöhrete, riyasete, makama ve mevkiye de taparlar.
Mehmet Akif şöyle der:
Ey, hayâ nâmında bir hissin vücûdundan bile,
Pek haberdâr olmayan, yüzsüz, hayâsız! Bak hele!
Arkasından takla attın en denî bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mâhiyyetin!
Bir külâh kapmaksa şâyet bunca hırsın gâyesi;
Kendi nâmûsun olur, ergeç onun sermâyesi.
Yoksa, nâmûsuyla, vicdânıyla halkın oynama…
Sonra kat kat nâsiyenden sarkacak birçok yama!
Bir kızarmaz çehre bulmuşsun ya, ey cânî, bürün;
Hem bütün dünyâyı ifsâd eyle, hem muslih görün!
Maalesef başkalarının madde bağımlılığından bahsederken kendi madde bağımlılığımızın farkında değiliz. Fanî dünya hayatında lüks, konfor, gösteriş, aşırı tüketim, kibir ve ihtişam içinde yaşamak Müslümanlar için sıradanlaştı. Hz. Ömer (ra), bir gün Allah Resûlü‘nün huzuruna girdi. Efendimiz, yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına hasır iz yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de, içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Resûlü’nün odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (ra), bu manzara karşısında rikkate geldi ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da Ömer (ra):
- Ya Resûlullah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, (kâinat, yüzü suyu hürmetine yaratılmış olan) Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir. Bunun üzerine Allah Resûlü, Ömer’e (ra) şu karşılıkta bulunur:
- İstemez misin ya Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun. (Buharî, Tefsir)
Yaşamak demek, imtihan edilmek demektir. İçinden geçtiğimiz hayat imtihanı çok yamandır.