24 Kasım 2018 Cumartesi

KÖYLÜ KAFASI


İnsan benliğini meydana getiren maddi ve manevi unsurlar, aile ve sosyal çevre ile bütünleşerek kuvvetlenir. İbnu Haldun, coğrafyanın ve sosyal çevrenin insan benliği üzerindeki tesirinden bahseder. İnsan benliğini tamamen toplum oluşturmaz. Bu yüzden topluma mahkum olmak da, topluma düşman olup onu tamamen yok saymak da şahsiyet bozukluğunun ifadesidir. Ahlak öğrenilerek kazanılır. Bu öğrenme sürecinin de mutlaka insan üzerinde tesiri vardır.
Bu girişten sonra yukarıdaki başlığa bir açıklama getirmek durumundayız. Köylü kafası derken bir sosyolojik tespit yapmaya çalışıyoruz. Yoksa bir insanı yaşadığı çevreden dolayı suçlu ilan etmek gibi bir niyet taşımıyoruz. Zaten hepimiz bir şekilde köylerle bağlantısı olan insanlarız.
Köy yerleşimi kapalı bir toplum olup dış dünyayla ilişkileri sınırlı bir yerleşimi ifade ediyor. Dış dünyayla olan sınırlı bağlantı köy toplumunu daha içe dönük hale getiriyor. Bu toplumlarda yardımlaşma, özveri, diğerkâm olmak öne çıkıyor. Bunlar elbette insanlık için önemli kriterler.
İnsanın ferdi vicdanı ile toplum vicdanı arasındaki fark bir noktada şahsiyetimizi yansıtır. Vicdan dediğimiz şey duygulardan ibarettir. Vicdan insan davranışlarını iyi ve kötü yargılarına göre değerlendiren bir kabiliyettir. İyi, kötü yargıları ahlaki yargılardır. Bunların değer olarak kişiliği etkilemesi ise toplumun birey üzerindeki tesiriyle meydana gelir. Yukarıda söylediğimiz iyi özelliklerin yanında küçük çevrelerde yaşayan insanlarda görülen bazı özellikler vardır ki bunlar toplum hayatında insan için eksiklik olarak kabul edilmelidir.
Köylü kafası sadece geçim derdinde olacağından sanata dair hiçbir fikri yoktur. Köylü kafası bencildir. Kendisinden başkasını düşünmez. Toplumsal alana dair, kamuya dair fikir serdetmez. Böyle bir düşünceye sahip olmaz. Bu durum, yukarıda da söylediğimiz gibi köylülük bir yaşayış biçimidir ve bulunduğu ortam için geçerli mazeret ve sebepleri vardır. Ancak köylü kafasını şehirde yürütmeye kalkarsanız yanlış burada başlar.
Şehirde inek beslemek böyle bir kafanın kabul edebileceği bir gerçekliktir. Balkondan sofra bezini kaldırıma veya caddeye silkelemek böyle kafaların yapabileceği iştir. Sinyalsiz araba kullanmak böyle bir kafanın eylemidir. Kamuya ait alanları pisletirken kendi evini temiz tutmak alışkanlığı böyle kafaların işidir. Sokağa tükürmek, sokakta küfürlü konuşmak… Bunlardan daha kötüsü ise köylü kafasıyla şehirleri yönetmek ve tasarıma çalışmaktır. Bu tür fiilleri istediğiniz kadar artırabilirsiniz.
Türkiye sosyolojisinde şehirlerin büyük çoğunluğu göç alarak oluşturulur. Bu gün Türkiye’deki şehirlerin hemen hepsi köyden, kırsal alandan hızlı ve yoğun bir şekilde göç alarak genişlemekte ve gelişmekte. Bu hızlı gelişim ister istemez yukarıda saydığımız olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir.
Yapılacak iş şehre gelen insanları topluma adapte etmektir. Belediyelerin, yerel yönetimlerin yapacağı en önemli iş ise bu adaptasyonu sağlamaktır. Köylü kalmak bir problem olarak devam ettiği müddetçe şehirlerimizde gereken değişim oluşmayacaktır. Şehirlerimiz büyük köyler olarak kalmaya devam edecektir.

23 Kasım 2018 Cuma

ÖĞRETMENLER GÜNÜ(MÜZ)


Son zamanlarda dillendirdiğimiz müşterek dertlerden birisi de saygı eksikliği. Saygısız insanlar trafikte, kaldırımlarda, iş ortamlarında, sosyal medyada. Günlük hayatımızın her ânında ve alanında. Son zamanların moda kelimesi kanıksamak. Artık toplum tarafından kanıksanmış bir durum.
Saygısızlığın en kötüsü ise talebenin öğretmene yaptığı olsa gerek. Bizim medeniyetimiz Hazreti Ali’nin şu sözü üzerine kurulmuştur. “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Artık bu düşüncenin kabul görmediği öğretim mekânlarının elemanlarıyız. Öğrencinin özgürlüğünün öğretmenden fazla olduğu bir sistemde farklı bir şey beklemektir yanlış olan.
Öğrencilerime şunu söylerim: “Beni sevmek zorunda değilsiniz fakat saygı göstermek zorundasınız. Hemen söyleyelim: Saygı, sevgiden önce gelir. Sevgide kusur olur, saygıda olmaz. Ama maalesef ne sevgi ne de saygı bizim eğitim sisteminde kendisine yer bulamıyor. İfrat ve tefrit noktalarında yaşıyoruz hep. Geçmişin öğretmeniyle şimdinin öğrencisi hep uç noktaların örnekleri.
Disiplinsiz eğitim olmaz. Disiplin deyince şiddet anlayanları ayrı bir kategoride değerlendirelim. Selçuklu medreselerinde eğitim başladı mı medrese kapıları kapatılırmış. Bu gün böyle düşünmek bile öğretime engel kabul edilebilir. Ancak şunu itiraf etmeliyiz ki eğitim adına bir şey yok çağımızda. Öğretime odaklandık. Bu ise Yunus’un şu dörtlüğünü hatırlatıyor bize.
İlim ilim bilmektir /İlim kendini bilmektir /Sen kendini bilmezsen /Ya nice okumaktır
Saygı, insan olduğumuzun farkında olmaktır. İnsana saygı bir anlamda kendimize saygıdır.  Sadece bizim hayatımız ve haysiyetimiz yok. Herkesin bir hayatı ve haysiyeti var. İnsan eşrefi mahlukat. Hele öğretmen onun görevi öğretmek ve eğitmek. Bu mesleğin ilahi bir tarafının olduğunu söylemeye gerek var mı?
Uzak durduğumuz, hoşlanmadığımız insanlara bile saygı göstermek zorundayız. Saygı, herkesin hakkını ve hukukunu gözetmektir. Ortak buluşma noktasıdır. Herkesi sevmek zorunda değiliz ama herkese saygı göstermek zorundayız.
Bencilliğin tavan yaptığı bir süreç yaşıyoruz. Sadece kendini düşünenlerin var olduğu bir dünyada yaşıyoruz. İlim entelektüeldir, sahibi de öyle. Bu yüzden ehl-i ilim olana saygı mecburidir. Kağıt parçalarını yerden alıp duvar deliklerine sokan nineme neden böyle yaptığını sormuştum. Oğlum dedi, ilim malzemesine saygı gerekir. İlme, ilim malzemesine, öğretmene saygı olmayan bir yerde eğitimden söz edilebilir mi?
Birisi dervişin birine dedi ki:” Burada seni kimse bilmiyor”. Derviş; “Yabancıyım bilmeyebilir. Fakat ben kim olduğumu biliyorum ya. Ya durum tersine olsaydı da ben kim olduğumu bilmeyip kör olsaydım o zaman ne yapardım.”  (Mesnevi 1. Cilt)
Bilmenin başlangıcı insanın kendini bilmesidir. Kendini bilmek bireyin nasıl hareket edeceğini bilebilmesi anlamına gelmektedir. Sosyal hayatta bu durum önem arzetmektedir. Her ne kadar bilim ve yeteneğe sahip olsa da kişi kendini bilmedikten sonra doğru davranış sergileyemeyeceğini hayat tecrübemiz bize gösterdi.
Öğretmenler günü ile ilgili bir yazı yazmak istediğimde aklıma bunlar geldi.

18 Kasım 2018 Pazar

KÂĞIT MENDİL


Mendil bizim kültürümüzde önemli bir öğedir. Mendil üzerine türküler yakılmıştır. Bir çok deyim vardır içinde mendil kelimesi geçen. Dini bayramlarda, büyükler çocukları sevindirmek için, mendil içine şeker ve harçlık koyarak hediye ederlerdi. Okula başlayan öğrencilere, her yıl mendil verilirdi. Kırsal kesimde düğünlerde keşkek dövenler, gelin ve damat sağdıçları ile kınayı getiren erkeklerin sağ omuzlarına halen mendil iliştirilir, damat tarafının hazırladığı hediye sepetine gelin mendilleri konur, düğünlerde oyun oynayan kızlara parlak mendil verilir, sünnet düğünü çağrıları sağdıçlara mendille yapılır. Ayrıca hacıya gideceklere mendil hediye olarak götürülür. Halk arasında mendil, büyüklere, küçüklere, misafirlere, sevilen ve sayılan kişiler ile sevgiliye hediye olarak verilirdi.

Mendil, günlük yaşantımızda ve folklorumuzda, gelenekselleşmiştir. Mendil bu yüzden Türk Halk Edebiyatı, Türk Halk Müziği, Türk Halk Oyunlarının ana malzemesidir. Özellikle çocuk oyunlarında da çok sık kullanılmaktadır. Bu bağlamda mendil kapmaca, körebe, mendil saklama, değnekli mendil gibi oyunlar, mendilsiz oynanmaz. “Mendilimde gül oya”, “Mendilimin al yanı”, “Sallasana sallasana mendilini”, “Üsküdar’a giderken bir mendil buldum, Mendilimin içine lokum doldurdum”, “Mendilim yudum, arıttım”, “Göndersene göndersene mendilini…” “İpek mendil dane dane”, “Mendilimde tuz taşı”, bu türküleri hayatımızın hangi çekmecesine koyalım.

Modern hayat  hayatımızı kolaylaştırırken kültürümüzü yok ediyor. Özenle katlayıp cebimizde sakladığımız mendillerin yerini kâğıt mendiller aldı. Yukarıda saydıklarımızın artık bir karşılığı yok hayatımızda.

Kâğıt mendilin hayatımızı nasıl etkilediğini hiç düşündünüz mü? Kâğıt mendilin icadı, piyasaya sürülmesi bizim hayatımızda önemli bir dönüm noktasıdır. Kâğıt mendilin hayatımıza girişini milad olarak almalıyız. Bizdeki düşünce değişimi beklide kâğıt mendil işe başladı. Her şeyi hızlı bir şekilde tüketme alışkanlığı. Değerlerimiz kâğıt mendil gibi buruşturulup atılıyor bir tarafa…

Modern zamanların toplumu tüketim toplumu. Hatta gelişmişliğin ölçüsü ne kadar çok tükettiğinizle doğru orantılı olarak algılanıyor. Tüketim bir ihtiyaçtan değil dayatmadan kaynaklanıyor. Kapitalist sistem önce bizi ihtiyaçlı olduğumuza inandırıyor, sonrada ürünlerini reklâm aracılığıyla pazarlıyor. Hâlbuki bizim kültürümüzde reklâm abes. Yiyeceklerin teşhir edilmesi gayri insani. Ancak kapitalist toplumun bunları düşünecek kültürü yok. Evde televizyonun bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyoruz.  Son model telefonlar, lüks arabalar, halılar… Bunlar bir dayatmanın sonucu gelip hayatımıza yerleşiyor.

Evde zaid olarak gördüğümüz atadan deden kalma eşyaları önce tavan arasına attık, sonra sokaktan geçen bir eskiciye teslim ettik. Kimin evinde ata yadigârı bir eşya kaldı? Peki, eşyadan öte geçmişin hayat tarzından, ahlak anlayışından, töresinden, geleneğinden… Heyhat hepsi eriyen karlar misali yok olup gittiler. Evet, kâğıt mendil gibi bir kez kullanıp atıyoruz her şeyi. Kâğıt mendilin hayatımıza girmesiyle değerini yitirdi her şey. Artık her nesne bir kâğıt mendil kıymetinde. Maddi değerlerinden öte manevi hiçbir değerleri yok.

Evet kağıt mendilin hayatımıza girişi çok önemlidir. Milad sayılacak kadar. Bir kültürü de kâğıt mendillerle çöp kutusuna attığımızın farkında mıyız? Bütün bu kültürü kağıt mendile feda ettik. Ne dersiniz?

14 Kasım 2018 Çarşamba

ATEŞ ÜZERİNE


Ateş, bulunuşundan bu tarafa, bütün dünya kavimlerinin hayatlarını etkilemiş; belli kavramların sembolü olmuştur.
Promete, Yunan mitolojisinde, göğe yükselip ateş cevherini çalarak yeryüzüne indiren, bu yüzden tanrıların gazabına uğrayarak bir kartal tarafından bağrı ebediyen deşilmeye mahkûm edilen kahraman.
Eski Türkler de ateşi kutsal saymışlardır. Altaylılarda, “ocak ateşi” aileyi koruyan bir ilahedir. Ona “Otana” ismi verilmiştir.
Mecusilerse işi ateşe tapınmaya kadar götürmüşlerdir. Bu ateş karşısında aczin dışa vurumu mudur acaba?
Neron Romayı ateşe vermiştir. Bu da ateşin gücü olarak karşımıza çıkar. Böyle gereksiz ve dağınık bir girişten sonra, ateşle ilgili bazı düşünceleri dile getirmeye geçelim.
“Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.” diyor Cahit Sıtkı Tarancı. Ateşin faydası yanında zararının olduğundan bahis açıyor bu dizelerde. Ateş kelimesinin, barış zamanı ayrı, savaş zamanı ayrı anlamı vardır. Ne olursa olsun, ateş dikkatle ve rikkatle yaklaşılması gereken kelimedir. Ateşin bizzat kendisi de dikkat edilmeye layıktır. Kelimenin de ötesinde değişik anlamlar içeren bir zenginliktir.
“Ateş pahası” en sık kullandığımız deyimlerimizden. Bir eşyanın çok pahalı olduğunu anlatmak için kullanıyoruz bu deyimi. Eskiden ateş yakacak kibrit her evde bulunmaz idi. Sık sık komşular birbirlerinden ateş almak zorunda kalırdı. “Ateş almaya mı geldin.” deyimi belki de dilimize o günler de yerleşmiştir. Hatta türkülerimizde bile, “ateş alma” figürü söze dökülmüştür. “Elinde maşa, gider ataşa Menşure gelin.”gibi. Her neyse bu fasıl uzatılabildiği kadar uzar gider...
“Ocağın yansın.” dersiniz, hayır dua unsurudur ateş. “Ocağın sönsün.”dersiniz beddua unsuru olur. Ateş hayatımızın bir parçası, su gibi. Onsuz olmuyor.
Tıpkı su gibi, ateşin olmadığı yerde uygarlık da olmaz.
İnsanoğlu, ateş, su, hava, toprak dörtlüsü arasında uygarlıklar kurar, yıkar. Anasırı erbaadan sayar ateşi.
Ateş sayesinde, vasıtaları yürütür, hasretleri mutluluğa, vuslata dönüştürürüz. Santralleri çalıştırır, dünyayı aydınlatır insanoğlu.
Ateş ve su sayesinde, çiçeklerin özsuyu imbikten geçirilir. Hoş kokular nice güzelliklere güzellik katar. Cama şekil verilir. Çeşmibülbüller arzı endam eder. Bu güzellikler hep ateşin türküsüdür.
Bakarsın ateş yüreklere düşer kor misali, köz misali de sinelerde göz göz olur yaralar. Yüreğe düşen bu ateşin dumanını görebilen görür. O ateş ki tüm bedeni sarar, sarar da türkü olur, koşma olur, destan olur. Kerem yanar, Aslı yanar, öykü olur, ağıt olur, yıllara meydan okur ateş.
Ve gün gelir öğüt olur güllerin en güzelinin dilinde bize aktarılır.”Bir hurma tanesiyle de olsa, ateşten korununuz” diye. Ama kaçımız bu öğüte kulak asarız.
Hasılı biz ateşten yakamızı kolay kolay kurtaramayız. "Ateşe ve suya yiğitlik olmaz demiş atalarımız." Biz de Allah yüreklerimizi gönüllerimizi sevgi ateşinden yoksun bırakmasın diye dua edelim ve bir hurma parçasıyla da olsa yakıcı ateşten korunalım.

SEVGİ İLE…


Sevmek bencillikten kurtulmaktır.
Neye yarar can sevgiliye sunulmadıktan sonra…

Göz yaşlarımda vatansız çocukların görüntüsü…
Sevgi ile erguvanlar yola koku saldı, çiçekler arza saçıldı, rüzgâr öptü bütün yanakları…
Kitre üzerine düştü boya bir lale büyüdü sevgi ile…
Anneler çocuklarına merhamet etti sevgi ile…
Bir sülüs yazı meşk edildi sevgi ile…
Güneş toprağı yardı, filizler sürgün oldu, yaprak yeşerdi, dallar meyveye durdu sevgi ile…

Ateş,  gülistana,  çöller vahaya döndü… Çilelerde huzur buldu insanlar sevgi ile…

Çöller vatan oldu, zindanlar tahta çıktı, kuyular saraylara açıldı sevgi ile…
Gömlekler sırtından yırtıldı. Gömlekler gözlerden ağları kaldırdı sevgi ile.

Ben ölürken Rasulullah’ın ayağına diken batmasına gönlüm razı değildir dedi bir sahabe sevgi ile…
Gönül aynasına düştü hasret sevgi ile.

Ateşten denizler mumdan gemilerle geçildi sevgi ile…
Kısır koyunlar süt verdi, güvercinler yuva yaptı, örümcekler ağ gerdi sevgi ile…

Ölümler şeb-i arus oldu sevgi ile. Ya rab vücudumu o kadar büyük yap ki cehennemi doldurayım da başkası girmesin denildi sevgi ile.

Zerreler ve kürreler döndü sevgi ile, yıldızlar göz kırptı, güneş ısıttı sevgi ile…

Yaratandan ötürü yaratılmışlar hoş görüldü sevgi ile…

Gelin tanış olalım,
İşin kolay kılalım
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz

BİRDEN OLDU HERŞEY


Bir yüreğimiz vardı bizim ötelere bağlı, bir ruhumuz vardı her dem öteleri özleyen. Bir yüreğimiz vardı diğergam… Sevdası rahmet olup yağardı insanların üzerine. Bir selsebildi yüreğimiz. Menfaate endekslenmeyen bir yüreğimiz vardı. Merhamete bulanmış, tevekküle sarılmış, itminan bulmuş bir yüreğimiz vardı.
Bir yüreğimiz vardı içinde kor ateşler yanan, merhamet ateşi, vicdan ateşi… Şefkat ve merhamet ağaçları meyve verirdi her mevsim. Tevekkülümüz vardı dağlar gibi… Birden oldu her şey.
Vardımki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar sikeşt olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı
Gülzar olan gönüllerimiz harabeye döndü birden. Madde medeniyetinde sevgi yolunu şaşırdı, ten ülkesine tutsak düştü, süveydası büyüdü gönlümüzün. Bir hoyrat rüzgar esti, bir samyeli güzellik adına ne varsa süpürdü içimizden. Alıp uzaklara götürdü, taa uzaklara… Muhacir olduk uzak diyarlara. Tılsım mıydı, nazar mıydı yüreklerimize dokunan? Sihir miydi, büyü müydü yüreğimizin süveydasını büyüten?
Karardıkça karardı gönül aynamız. Hırçın denizlerde kalakaldık bir başına. Gemilerimiz alabora. İpliğimiz kaşla göz arasında ekonomi pazarına çıkarıldı ansızın. Pırıltısını kaybetti şefkat, gücünü yitirdi merhamet. Derunumuzu baştanbaşa gam ve elem bürüdü. Fıtrat pınarını terk ettik suni içeceklere, tevekkül bırakmış ellerimizi, ovada kaybettik rehberimizi. Çelik kapılar bir bir kapanıyor yüzümüze, naylon pencerelerden ışık sızmıyor kalbimize, karalar bağlamışız, odalar ısıtmıyor bedenlerimizi, birer mezarlık apartman katlarımız.
Hoyrat düşünceler yordu düşlerimizi, çaldı yüreğimizin tılsımını. Suni dilberlere kurban verdik kalplerimizi. Kalbimiz sürgündür artık kendimizden, sürgün olmuştur tenha mekanlara… Kalp gözümüz kapandı. Şimdi kendimizin zindanında bir hayatı adımlıyoruz her nefeste. Yüreğimizin süveydasında kaldı soluklarımız. Bütün güzelliklerin her yanından zincirler sarkmakta. Zincir sesleri bastırdı vicdanlarımızın sesini.
Gözlerimizden yaşlar kayboldu ilkin. Yaşlar gidince uzak illere taşlar doldu gönlümüze. Taşlaştı kalplerimiz. Gülzara meftun olan gönlümüz hâra konmuştu bir kere. Yüreğimiz kanlar içinde. Kan kaybetti yokuşlarda. Menzil seraba döndü böylece. Kederimiz saçlarımızı beyaza yoruyor.
Derdimiz büyüdü, kahrımız büyüdü, hüznümüz büyüdü, yüreğimizin süveydası büyüdü. Elem, keder, ızdırap konuk oldu yüreklerimize… Obamız dağıldı, hanemiz harap oldu, dört yanımız serap oldu, çadırlarımız tarumar… Kervanlarımız kayboldu yollarda, “Göçtü kervan kaldık dağlar başında.”  Akça tahtasında sayıldı diyetlerimiz. Parazitlendi gönül aynamız.
Sözler anlamını yitirdi. Türkülerimizi unuttuk. Gönül sazımız sustu. Bütün güzellikleri unuttuk. Kendimizi unuttuk. Bir zindanda bıraktık kendimizi. Kırılmış kanatla pervaz vurmaya kalktık mavi göklere… Yırtık yelkenlerle açıldık ummanlara. Panzehir yerine ağular sunuldu bize.
Şimdi hasretler doludur defteri âmalimiz, ahlar salmışız bulutlara. Hicran yaraları göz göz gönlümüzde. Tebessüm kaynağı olan şebnem ağ üzerimize. Ağustosta soğuk bir pınar, efil efil meltem… Bulutların çiçekleri yağmur bombardımanına tuttuğu bir güneşli günde ebe kuşağının bütün renkleri gibi düş gönlümüze. Oklarınla hedef al gönlümüzü. Ey sevgili! Bizi bize bırakma.

SAYFALARIMDA HEP KAHIR…


Gör zahidi kim sahibi irşad olayım der.
Dün mektebe vardı bugün üstad olayım der
(Ruhi)

Baş olma sevdasının ehil, na-ehil herkesi bir salgın hastalık gibi sardığı günümüzde, her koşulda, hiçbir dünyevi çıkar uğruna eğilip bükülmeyen kahramanların var olduğunu bilmek bile yetiyor ümitvar olmak için. Aydınlık karanlığı boğacaktır.

Kendi kendime sorduğum sorulara cevap vermeye gücüm yok. Eylemde Firavun gibi davranıp sonra Musa(as) muamelesi beklemek çağımız insanının aymazlığı. Ama böyle düşünen insanların zevi’l-ukul olmalarına ne demeli. Hakk, hukuk ihlali hangi akla, hangi mantığa ve hangi izana sığar? Hangi İslam’a sığar demeye dilim varmıyor. Evet, soru bu. Cevap vermek güç.

İnsan vücudunun en önemli organı baş; bu yüzden Allahu teala başı en üste yerleştirdi. Diğer organlar da âlâ merâtib bu sıralamayı takip etti. Bu yüzden baş olmak demek, bir nevi mertebe olarak yükselmek demek. “Baş olda soğan başı ol.” sözü sıkça kullanılıyor dilimizde. Bunun için de baş olmak için insanlar akla hayale gelmedik yöntemlere başvuruyor.

Elbette terakki etmek için çaba göstereceğiz. Değişim ve gelişim için çalışacağız. Bütün bunlar ehli olmadığımız işlere talip olmamız anlamına gelmiyor. Ortamlar kendi insanlarını yetiştiriyor şüphesiz. Materyalist bir bakış açısıyla yetiştirilen insanlar, her makam ve mevkinin maddi bir karşılığının olduğunu zannediyor. Ve bu karşılık ödenerek makamlar satın alınıyor. Aynı perspektiften hayata bakan, ulufe dağıtıcıların işine de geliyor bu durum.

Nerede imanın halavetini tattığımız eski günler, acaba hangi zamanda boğuldu düşüncelerimiz. Maddenin çarkları arasında ezilen insanlığın, ezilmemek için ezmek psikozuna bürünmesinin bir neticesi olarak okuyabilir miyiz bu tür davranışları. Ya da bir mantık sapması, inanç zafiyeti…

Efsanevi müzik topluluğu Beatles üyelerinden Paul McCartney, Uluslararası Uzay İstasyonu’ndaki (ISS) astronotlara özel olarak verdiği konser gibi sessizliğimi saldığım yankısız uzaya inat; olanca sesiyle bağırıyor içimin asi benliği. Yine suskun yine çaresiz ve yine geçen zamana kızıp kendi içine dönme seansları ile hayatı durağan bir şekilde izleyen zavallı insanlar kafilesine katıldım. “Toplum sana uymuyorsa sen topluma uy.” sözüne katılmamama rağmen işin realitesi bu.

Başlangıçlar, dönüşler, bitişler. Sonu hiç gelmeyecek bir hikâyenin içinde tek başına dolaşmak, kendi hikâyeme kahraman olmak. İnsanın digergâmlık gibi hasletleri bırakıp egoizme teslim olduğu beşeri ideolojilerin geldiği noktada yazılmaya başlanan bu hikâyenin kahramanı olmak istemediğim bir gerçek.  Beni tanıyanlar beklide kendi kendimi tekrar olan bu tür yazılarımdan rahatsız oluyordur.

Sayfalarımda hep aynı kahır, hep aynı kahır…

KALEME VE YAZDIKLARINA AND OLSUN


"Kaleme ve yazdıklarına and olsun." And olsun ki o, doğruyu yazar. Zamanı sorgular, olaylar üzerinde düşünür. Devrin haysiyetini muhafaza eder, hassasiyetini korur. Doğrudur, doğrudan yanadır. O her zaman doğruyu yazar. Böyle olmayan kaleme yazıklar olsun, veyl olsun, kırılsın o kalem, kurusun onu tutan eller.

         Zalimin zulmünü ifşa eden kaleme ve onu tutan faziletli ele selam olsun. Sükût hikmettir, sükût ahlaki fiillerin efendisidir. Ancak; "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır." Haksızlık karşısında susmayan dile, eğilmeyen başa, yan çizmeyen kaleme selam olsun...

         Kalem doğruyu yazmalı, kalemi tutan el sağlam olmalı, doğru olmalı. Kalem boyun eğmemeli haksızlığa. Kalem demagojiden uzak durmalı, uzak kalmalı. Kalem sadık olmalı. Ona yön veren lisan sadık olmalı. Lisanını sadık kılan, kalbini selim kılar. Kalbini selim kılan iflah olur. Selim ve salim olan, lisanın sıdkını belgeleyen, O'nu hatırlatan kaleme selam olsun.
        
Kalem vardır yanlışları yazar. Onu tutan el ne kötü eldir, ne kötü kalemdir o kalem. Şairin diliyle;
         “Kalem olsun eli ol katib-i bed tahririn
         Ki fesadı rakamı sûrumuzu şûr eyler.
         Gah bir harf sukutuyla kılar nadiri nar
         Gah bir nokta kusuruyla gözü kör eyler.

Yanlışları bile bile doğru gibi gösteren, insanları aldatmayı meslek edinen kaleme yazıklar olsun. Düdük gibi herkesin istediği havadan çalmaya alışmış olan kalem olmaz olsun. “Parayı veren düdüğü çalar.” Misali yalpalayan kaleme ve onu tutan ele yazıklar olsun. Yazarın elinde keskin kılıç gibi duran kalem ne iyi kalemdir. O kalem ki iki tarafı keskin kılıç. Gerektiğinde yazar aleyhinde de yazmasını bilmeli kalem. Kalem doğrudan ayrılacaksa yazmamayı yeğlemelidir. Gerektiğinde susmasını bilmelidir kalem. Bazen susmak en iyi cevaptır kalem için.

Kalem yazdıkça daha aşağıya çeker kendini. İlmin önünde tevazu gösterir. Çünkü kalem sihirbaz sopası değil, kendisine yemin edilendir. Eğilmesini hiç bilmez kalem, gerektiğinde kırılmasını bilendir kalem… Akifin diliyle.
“Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum
Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.” diyebilendir ehli kalem.
Üstad Necip Fazılın deyimiyle, ciğerden kan çekerek yazmalı kalem. Kalem gerçeği yazmada pervasız olmalı. Kalemin bu özelliğini ketmeden elin sahibinin yazarlık iddiası batıldır.