16 Şubat 2022 Çarşamba

PLEBYENİZ!

 

Plebyen, kabaca “halk” anlamına geliyor; ama biraz daha incesi “sıradan”, “alelade” insan demek oluyor. “Plebisit” sözcüğü buradan türüyor: Herhangi bir meselenin halkın oyuna sunulması… “Plebyen” sözcüğü ise bir sıfat olarak “halka ait”, “sıradan insanın yaptığı gibi” vb. anlamına geliyor.

Roma’da plebyenler devletin en alt sınıfını oluşturuyor. Aristokratlar ise seçkin grup bir de Kral ve sülalesinin dahil olduğu soylular.

Rivayet olunur ki savaşa çağrılan plebyenler kendilerinin öldüğünü fakat kaymağı aristokratların yediğine itiraz edince aristokratlar plebyenlerden seçilen bazılarının yönetime katılması için karar alırlar ve seçilen plebyenler bir süre sonra geldikleri yeri unutarak aristokrat tavır sergilerler.

Plebyenler bakarlar ki kendi aralarından seçilenler Aristokrat olmuşlar. Sonuçta plebyenler yine ezilen sınıf olmaktan kurtulamazlar.

Bir akademisyen arkadaşımla sohbet ediyorduk. Söylediklerini şöyle özetleyeyim. Ülkelerde iki sınıf vardır yönetenler ve yönetilenler. Bunu iki katlı bir binaya benzetebiliriz. İkinci kata çıkanlar birinci kattakilere asla iyi gözle bakmazlar. Ortama uyarlar veya uydurulurlar. İkinci kattakilerin birinci kattakilerle irtibatları ve iltisakları kesilir.

Bu anlatılan plebyenleri ve alttaki benzetmeyi dünya ölçeğinde örnekleyebilirsiniz, ülkeler ölçeğinde örnekleyebilirsiniz ve yaşadığınız yer ölçeğinde örnekleyebilirsiniz. Size tanıdık geldi mi? Bana çok tanıdık geldi.

Hindistandaki kast sistemini hepimiz biliriz. Orada da piramitin en alt kısmında paryalar vardır.

Üstad Necip Fazıl “parya” kelimesini dağarcığımıza kazandırmıştı.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya

Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya

Stockholm Sendromu, adını 1973’te İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir olaydan alıyor. 23 Ağustos 1973’te Jan Erik Olsson önderliğinde hapisten kaçan iki soyguncu, Kreditbanken isimli bankada dört banka çalışanını 131 saat boyunca rehin alır. Olsson, rehinelere o kadar iyi davranır ki, rehineler ile arasında duygusal bir bağ gelişmeye başlar. Hatta rehineler polisin bankaya operasyon düzenleyeceğini öğrenip Olsson’a haber verirler. Daha sonrasında da mahkemede Olsson aleyhine ifade vermek istemezler ve hatta savunma ücreti için para toplarlar. İşler bununla sınırlı kalmaz. Olsson, bankadan belki parayı çalamadı ama rehinelerin kalbini çaldı. Rehin alınan Kristin Enmark isimli bir görevli, Olsson’un hapisten çıkmasını bekledi ve içerden çıktığında onunla evlendi.

Ağaca balta vurmuşlar sapı bedenimden demiş atasözü. Bu atasözü  TDK'da şöyle açıklanmış: "Bazen bizim yakın gördüklerimiz veya yetiştirdiğimiz, emek verdiğimiz insanlardan kötülük görürüz. Hâlbuki onlardan bu kötülüğü beklemeyiz."

Sosyal medya profillerinde aristokrat paylaşanları gördükçe gönüllü plebyenler olduğumuzu düşünüyorum.

4 Şubat 2022 Cuma

‘AYNEN’

Batı düşüncesinin insana biçtiği değer homo economicus. Değerli olan ürettiği ve tükettiği, kendisi değil. Bu düşüncenin yeşerdiği toplumlarda erdem lükstür. İçe dönük konuşma lükstür. Maddenin egemen olduğu toplumlarda insan para ve şehvetten başka ne düşünebilir ki. İdeal, fikir, ülkü geçersiz akçedir böyle toplumlarda… İdealist insanlara yapıştırılan en masum yafta ‘enayi’dir.

 Kültür yozlaşması mı diyelim, yoksa kültür erozyonumu. Nesiller arasındaki uçurum gittikçe açılıyor. Bırakın Fuzuli’yi, Baki’yi, Nedim’i Atatürk’ün Nutuk’unu veya Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ını okuyup anlayacak kaç lise mezunu var.

 Yeni bir dil peydahlandı. Bu yeni dil internet sayesinde yaygın bir biçimde kullanılıyor. ‘Aynen’den başka bir yorum yapamayan Z kuşağı geliyor. Olaylar hakkında hiçbir düşüncesi olmayan, kendinden başkasını düşünmeyen narsist bir kuşak. Bir AYFON’a ailesini satabilecek kadar bencil. Vatan, millet gibi kelimeler değerler dünyasında bir şey ifade etmiyor.

 Vefa kelimesine uzak, sorumluluk bilinci yok. Annesine, babasına dahi vefa göstermeyen bir kuşağa şahit oluyoruz. Böyle bir toplumda nasihat anlamını yitiriyor, yazmak konuşmak anlamsız. Ama elimizden geleni yapmak zorunluluğumuz var. Hayata karşı, bu vatana, bu millete karşı sorumluluğumuz var. Bu yüzden hiç kimse yazdığımızı okumasa da devam. Çünkü tarihe not düşüyoruz.

 Bu topraklarda dik duran insanlar her zaman isyankâr damgasını alınlarında kara bir leke gibi taşımıştır. “İstisnalar kaideyi bozmaz” ama… Tarihin akışını değiştirenler müstesna kişiler olmuştur.

 Elimizde kılıcımız kirmani

Taşı deler mızrağımız temreni

Devlet vermiş hakkımızda fermanı

Ferman padişahın, dağlar bizimdir.

Sinirleri alınmış olanlar ise hayat hakkı bulmuşlar bu topraklarda. Gelen ağam, giden paşam deyimi de bu düşüncenin bize hediyesi. Ancak bu düşünceler genlerimizi istila ederek toptan bir dönemin yaşam biçimi olmuştur. “Dünyayı sen mi kurtaracaksın Selo…” artık damarlarımızda dolaşan sıvı kadar bize yakın bir düşünce.

 Gününü kurtaran, paranın ve şehvetin peşinde koşan insanlar IN düşünen, üreten, ülküsü olan insanlar OUT. Kısaca toplumun değer yargıları değişti. Değerler piramidimizin en üst sıralarını maddi şeyler oluşturuyor. Seküler bir hayatın iflah olmaz köleleri gibiyiz. Hayatımızı eşyalar ipotek ediyoruz.

 Şunu mutlulukla ifade eydim ki OUT dediğimiz gençlerin sayısı da azımsanmayacak kadar var. Bu durum geleceğe olan umutlarımızı diri tutuyor. Işık karanlığı alt edecek yapıdadır. Dünyanın kaderini ülküsü, ideali olan insanlar belirleyecektir. Sayının çok olması başarı için elzem değildir. Aslında başarı da takdire bağlıdır. Bizim için önemli olan yaptığımız işlerin gayesinin ne olduğudur.

 

ENTELİM ENTELSİN ENTELİZ

İnsanoğlunun zaaflarındandır; kendini olduğundan farklı göstermek. Mevlana’nın ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol sözü bu bağlamda en güzel tavsiye.

Kendini olduğundan farklı göstermek isteyen, çok şey bildiğini hissettirmeye çalışan insanlara şahit oluruz çevremizde.

Bir gazetecinin her şeyi biliyorum, elimde nice belgeler var tavrı…

Mistifakasyon, kasten muğlak dil kullanımı da yazar taifesinde görülen bir durum.

Bilimsel jargonu bilimle alakası olmayan kimselerin yanında veya ekranlarda kullanmak da böyledir. Burada bilime karşı olduğumuz gibi bir düşünceye kapılmasın okuyucu bizim ki entelektüel akıl karıştırıcılığa karşı bir tavırdır sadece.

Burada hiçbir şahsı hedef almıyoruz. Kötülemeye çalıştığımız şey fiildir. Bu fiilin kimden meydana geldiği hiç önemli değil.

Bilimperestlik konusunu bir hikayeyle açalım. Sokal adında bir kişi Amerikan kültür araştırmaları dergisi Social Text’e bir yazı gönderdi. Sınırların Aşımı: Kuantum Yerçekiminin Dönüşümsel Betimlemesine Doğru başlıklı yazı. Baştan sona saçmalıklarla doluydu. Sokal hilesini 1996’da kendisi açıkladı. Bu durum New York Times ve International Herald Tribune’nin ilk sayfalarında yer aldı.

Aynı şekilde Türkiye’den bir gazetecinin ‘kuru fasulyenin faydaları’ başlığıyla bir makaleyi para vererek yabancı bir bilimsel dergide yayınlattığını bir gazetede okumuştum.

Köylünün sobası ile ilgili bir fıkra vardır. Fizikçi, matematikçi, kimyacı, jeolog ve antropologdan oluşan bir heyet bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Hemen yakındaki bir köy evine sığınırlar.

Ev sahibi onlara bir şeyler ikram etmek için biraz ayrılınca hepsinin dikkati soba üzerinde toplanır. Soba yerden 1 metre kadar yukarda, altındaki dizili taşların üzerindedir. Sobanın niçin böyle kurulmuş olabileceğine dair aralarında bir tartışma başlar.

Kimyacı, “Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış.” der.

Fizikçi, “Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiş.” der.

Jeolog, “Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış.” der.

Matematikçi, “Sobayı odanın geometrik merkezine kurmuş, böylece de odanın düzgün bir şekilde ısınmasını sağlamış.” der.

Antropolog, “Adam ilkel topluluklarda görülen ateşe tapmanın daha hafif biçimi olan ateşe saygı nedeniyle sobayı yukarıya kurmuş.” der.

Bu sırada ev sahibi içeri girer ve ona sobanın yukarda olmasının nedenini sorarlar.

Köylü cevap verir: “Boru yetmedi ağam!”

Mevlana ile bitirelim. Tevazuda toprak gibi ol.

MİMAR SİNAN VE NARSİZM

Önce narsizm kelimesi üzerinde biraz durmak lazım. Narsizm bir, kişilik bozukluğu hastalığı olarak görülüyor. Büyüklenme, narsisizmin tanımlayıcı özelliğidir. Kibir veya kibirden daha fazlası, büyüklenme gerçekçi olmayan bir üstünlük duygusu olarak tarif ediliyor. Öncelikle narsisizmin ne olduğuyla başlamak gerek. Türk Dil Kurumu'na göre, narsisizmin karşılığı özseverlik. TDK, özseverlik kelimesini "kişinin kendi bedensel ve ruhsal benliğine karşı duyduğu hayranlık ve bağlılık, narsistlik, narsisizm" olarak tanımlıyor.

 

Özellikle "selfie nesli" olarak bilinen genç kuşakta gözlemlediğimiz bu duygu maalesef toplumun bütün katmanlarına hızla yayıldı. Hepimizde bir kendini beğenme hastalığı ve kendimizi başkalarına beğendirme telaşı hakim. Sosyal medyada beğeni almak için yapmadığımız lüzumsuzluk yok. Birde bunu normalimiz haline getirmişiz. Narsistler, kendini başkalarının yerine koymak, karşısındakilerin duygularını anlamaya çalışmak gibi empati duygularından yoksun.

 

Maalesef bu hastalık, topluma önderlik yapan insanlarda da görülüyor. Bir üst geçir mi yaptınız; hemen üstüne kocaman bir yazı. Hatta yazmak yetmiyor resmini de asıyor. Adam yoldan geçenlerin içmesi için çeşme yaptırıyor üzerinde kocaman bir yazı Falancının hayratıdır, diye. Minare yaptıran, köprü yaptıran, okul yaptıran… Listeyi uzatabilirsiniz.

 

Mimar Sinan dünya çapında eserler yapmış, mevsimlik, dönemlik ömrü olan eserler de değil. Mesela Edirne Selimiye camiinin bir yerinde Mimar Sinan’ın ismini görebilir misiniz. İstanbul'da Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı ile Ayasofya arasında yaptırılan Türk sanatının en güzel örneklerinden olan çeşmenin mimarının ismini çeşmenin bir tarafında gözünüze sokulacak şekilde göremezsiniz.

 

Yapılan eseri reklam aracı olarak kullanmak belki modern dünyanın normali olarak savunanlar çıkabilir. Peki, yaptığı iyiliği, fakire verdiği bir tas çorbayı reklam aracı olarak kullananlara ne demeli. Bizim kültürümüzde yapılan iyiliklerin gizlenmesi esastır. Hatta sağ elin verdiğini sol el görmeyecek diye bir deyimimiz var. Kadim kültürümüzde sanatçılar eserlerine imza atmazlardı. Kitapların yazarını satırların arasında bulmanız için epey zahmet çekerdiniz. Yazılan hatt yazılarında ketebe dediğimiz eser sahibinin ismi o kadar küçük yazılır ki okumak için merceğe ihtiyaç duyarsınız.

 

Mimar Sinan, günümüzde yaşasaydı İstanbul Süleymaniye camisinin minareleri arasına bir pankart yazdırıp resmini de bastırır mıydı.  Sultan Ahmet camisinin mimarı Sedefkar Mehmet Ağa böyle bir aymazlığa rıza gösterir miydi. Fatih Camisinin mimarı Atik Sinan Mehmet Tahir Ağa günümüzde yaşasaydı cami önünde resim çektirip bu benim eserim diye paylaşır mıydı. Örnekleri artırabiliriz.

 

Bu saydığım eserler de öyle sıradan eserler değil yani. Yolun kenarına üç-beş taş üst üste koyup bir musluk takarak yapılan çeşme cinsinden değil. Sanat açısından kulübe bile diyemeyeceğimiz yapıların kendinden büyük panoları gördükçe içim kararıyor. O panolardaki resimler hadi neyse; o imza hangi gelenekten geliyor.

 

Bu tür narsist uygulamaları görünce kadim eserlerin banilerine saygı duyuyorum, onları rahmetle anıyorum. Yaptığı iyiliği gecenin karanlığında kimseye göstermeden gerçekleştirenlere selam olsun diyorum. Artık gençlerin selfi çılgınlığını daha iyi anlıyorum ve anlamlandırıyorum.

KADERİN ÜSTÜNDE BİR KADER VARDIR

Sezai Karakoç’un ‘Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır,’ mısraı aslında bizim göremediğimiz arka plana işaret ediyor. Hayatın akışı içerisinde fark edemediğimiz bu arka plan bazen insan ömrünün sınırlarını aşan bir sürede gerçekleştiğinden fark edilmesi daha da zor oluyor.

Biz insanlar aceleci olduğumuz için her şeyin çabuk gerçekleşmesini bekliyoruz ama kader dediğimiz olgu kendi ağlarını örüyor.

Bir misal vermek istiyorum: 19 yüzyılda Avrupa’daki mum üreticileri mum ticareti üzerinden büyük hesaplar yaparken Amerikalı mucit ve iş adamı olan Edison 1879 yılında ampulü icat etmesi ile Elektrik enerjisinin 1880'lerde kullanımına başlanmasıyla mum tüccarlarının hesapları suya düştü. Benzer şekilde Türkiye’nin yaptığı İHA ve SİHA’lar silah tüccarlarına büyük darbe vurdu. Karabağ’ın işgalden kurtarılması sırasında İngiliz The Guardian, "Selçuk Bayraktar'ın dünya savunma sanayisine verdiği zarar 16 trilyon dolar" ifadesine yer verdi.

Rahmetli Erbakan bunları yıllar önce söylerken belirli odaklar Erbakan’ı karikatürize ederek itibarsızlaştırıyorlardı. Ama kader ağlarını örüyor.

Atilla İlhan, 3 Ocak 1975’te ise, Yeni Ulus gazetesinde şöyle diyor: “Gittikçe güçlenen bir Türkiye’nin petrol bölgesi ülkeleri üzerindeki ‘İslamın kılıcı’ rolü bölgede nüfuz kavgası yapanların işine gelir mi gelmez mi? Bir şartla gelir, ancak Türkler emperyalizmin sadık ve gözü bağlı kulu olursa! En ufak bir bağımsızlık belirtisi gördüler mi, hem önlemeye çalışırlar, hem de araya başkalarını sokarlar.” Atilla İlhan’ın öngörüsüne ne demeli. Yıl:1975…

Bu gün Türkiye’nin kuşatılmaya çalışılmasını şöyle anlamalıyız. Türkiye, günahları üç kademede işlemiş oluyor. Birincisi kafayı sanayileşmeye takmakla işliyor, İkincisi Rusya’ya yakınlaşmakla(S-400 meselesi), üçüncüsü ulusal çıkarlarını emperyalizmin çıkarları önüne koyup Akdeniz’de başına buyruk işler çevirmekle! Amerikan aklı, galiba bu tavrın bir hükümet tavrı olduğunu sanmakta, bunun için de Erdoğan’ın gitmesini yeterli görmektedir. Ortalığın karışması, iktidarların yıpratılması, otoriteler ve söz dinler bir iktidarla işlerin daha iyi yürüyeceğine inanmaktadır.

Maalesef gözlemlediğim şu durum var. Türkiye de bakar görmezlerin sayısı çoktur. Bu bakar görmezleri ikiye ayırmak gerekir, bir kısmı olaylara derinliğine bakamadığı için masum sayılabilir, sosyal medya, kanaat önderi gibi bir takım aparatlarla kolaylıkla yönlendirilebilirler. Bir kısmı ise bilerek olayları çarpıtır, vatan onlar için önemli değildir. Önemli olan kendi ikballeridir. Eskiden sağcı dediklerimiz Amerika’nın himmetiyle ülkenin kalkınacağına inanırdı. Şimdi ise solcu bildiklerimiz de onlara serenat düzüp dostlarımız diyor. Hakikaten ilginç bir ülkeyiz.

Nurettin Topçu'nun Paris'de 1934'de Conformisme et Revolte ismi ile basılan (1995'de İstanbul'da İsyan Ahlakı ismi ile yayınlandı) doktora tezinde: "Anadolu bin yıllık tarihinden beri 'sadece sınırlarda değil hem de devlet merkezinde ve aynı zamanda kendi kalblerinin derinliğinde kutsal cihad ilan ederek' cemaatın selameti için kendilerini feda eden kahramanlardan ve şehitlerden mahrum kalmadı. Kendi mistik geleneğine yeniden sarılacak olan Anadolu Çocukları, hem kendi nefislerinin zorbalığına hem de despotların zulmüne karşı her zaman kutsal cihad ilan edecekler ve kendi darağaçlarının önünde cesaret ve gururla cihadlarının tam anlamıyla şuurunda olarak: Ben Hakikatim, diyebileceklerdir." diye yazar. Bunu da bir not olarak aktarmış olalım.

AH ŞU ŞAİRLER

 Bu günkü yazımı şairlerin nüktelerine ayırdım. Beraber okuyalım.

Şeyhülislâm Yahya Efendi, ince, derin ve zeki dokundurmalarla dönemin hiciv ustası şair Nef’i Efendi’ye “kâfir” diyor.

“Şimdi hayli sühan-verûn içre,

Nef’î mânendi var mı bir şair?..

Sözleri Seba-i Muallâka’dır,

İmrülkays kendidir kâfir!”

 

Günümüz Türkçesiyle: Şairler içinde Nef’i’nin bir eşi yoktur. Şiirleri, cahiliye devrinde Kâbe’nin duvarlarına asılan şiirler gibi güzeldir. Sanki o kâfir (Nef’i), İmrülkays’ın ta kendisidir! 

Nef’i bu sözün altında kalır mı? Cevabı hiciv şairine yakışır şekilde:

“Bize kâfir demiş Mütfî Efendi,

Tutayım ben ana diyem Müselmân,

Vardıkda yarın Rûz-i Cezâ’ya,

İkimiz de çıkarız anda yalan!”


Tahir Efendi, nasıl bir gaflette bulunduysa Nefi’ye “köpek” demiş. Nefi bu, cevabı şairliğine yakışır şekilde vermiş:

“Tâhir Efendi bana kelp demiş,
İltifâtı, bu sözde zâhirdir.
Mâlikî, benim mezhebim zirâ…
İtikâdımca kelp, tâhirdir.”

Abdülhak Hâmid’in cenazesi bir büyük bir törenle kaldırılıp Zincirlikuyu'ya defnedildi ve yine o senelerde gayet yeni olan bir modaya uyularak mezarının üzerine çelenkler kondu.
O devrin edebiyat âlimi ve şairi Tâhirü'l-Mevlevî'nin Hâmid'in vefatından sonra yazdığı bir dörtlük şöyledir:

Cismini bar-ı diyâset (deyyusluk yükü)ezerek

Akibet girdi mezara peze…..

Sığmadı boynuzları lakin kabre

Attılar üstüne bir hayli çelenk

 

Dönemin Maarif Nazırı Emrullah Efendi, Tevfik Fikret’in Galatasaray Sultanisi Müdürlüğü görevine son verince şöyle bir dörtlük yazar:

 

Vakıa insan hata eyler fakat bir şaire

Gelmemişti aklına hiç kimsenin cahil demek.

Başka olsa ne amma doğrusu bir nazıra

Pek revadır böyle haddinden ziyade … yemek!

 

Eski kitapçılardan Arif Polat’ın dükkânına gelen bir tanıdığı, çeşitli kitapları inceleyip:

– “Bazı kitaplara bakıyorum da; bunları kim okur, diye merak ediyorum” deyince, Arif Polat başını kaldırmadan şu cevap vermiş:

– Ben de bazı insanlara bakıyorum da, bunlar hangi kitapları okur, diye merak ediyorum.

 

Gazeteci, Bernard Shaw’a ''Siz sürekli basın özgürlüğünün yetersizliğinden yakınmaktasınız. Oysa imparatorluğumuz batsın bile diyebiliyorsunuz. Nasıl olur da hâlâ basın özgürlüğü yok diyebilirsiniz?'' Shaw gülümser: ''Siz benim neleri söylediğimi biliyorsunuz ama neleri söyleyemediğimi bilmiyorsunuz...''

 

Ne demişler: Ehl-i dilin yanında gönlünü, ehl-i kalemin yanında dilini sıkı tut.

HEDEF ODAKLI DÜŞÜNMEK

Ahlaklı olmak nasıl diye bir soru sorsak yalandan uzak durmak, doğru sözlü olmak, gıybet yapmamak gibi şeyler sıralayabiliriz. Ahlaklı dediğimizde kimsenin hakkını yemeyen, hakka hukuka riayet eden, hayâ sahibi kimse akla geliyor. Hayâ sahibi olmak çok önemli; çünkü haya imandandır.

Ben ahlaksızlığın yaygın olan başka bir boyutundan bahsetmek istiyorum. Toplumu öyle sarmış bir hastalık haline geldi ki bu durum bir çoğumuzu etkisi altına aldı. Nedir diye sorarsanız hedef odaklı düşünmek diyorum. İlk önce biraz garip gelebilir. Onun için konuyu açmamız gerek.

Hedef odaklı düşünmek insanı ahlaksız yapar. Çünkü hedefe ulaşmak için bütün yolları ve eylemleri meşru görürsünüz. Hedefiniz sınıfı geçmek ise kopya çekmeyi meşrulaştırırsınız mesela.

Bütün bu hedefe kilitlenme hastalıklarının “kişisel gelişim” adı altında hayatımıza girdiğini düşünüyorum. Bir zamanlar popüler olan kişisel gelişim kitapları elden ele dolaşıyordu. Hedefiniz için her yolu meşru gösteren hikâyeler içeren kitaplar.

Örnekleri çoğaltalım. Tüccar, helal kazanmak değil de çok kazanmak hedefine kilitlenirse ölçüde tartıda hile yapmayı meşru görür. Müteahhit çok kazanmayı hedeflemişse malzemeden çalacaktır.

Akademisyenin hedefi ilim öğrenmek değil de bir an önce kariyer yapmak olursa intihali meşru görecektir. Nitekim bunun örnekleri de çoktur.

Memurun hedefi makam olunca işini düzgün yapmaktan çok kariyer basamaklarını nasıl tırmanacağına odaklanırsa hem işini düzgün yapmaz hem de kendi altında bulunanlara zulmeder.

Toplumun her kesimi için bu durum geçerlidir. Hangi konumda olursanız olun hedefe kilitlenmenin mahzurları vardır. Halbuki ilk hedefimiz Allah rızası olmalı, bu konudaki samimiyetimize göre Allahu Teâlâ bizi makamla, parayla nimetlendirirse ne ala. Allahın kullarına yardımcı olmak niyeti ne güzel bir niyettir. Çünkü insanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Eğer siyasetçi iseniz ve iktidar nimeti size verilmişse bu nimeti insanlara hizmet yolunda kullanmak yerine orada sürekli kalmak gibi bir hedefe kilitlenirseniz bu sizi ahlaksız yapar. Haksızlıkları görmezsiniz, hakka hukuka riayet etmezsiniz. Ehliyet ve liyakat kelimeleri sizin için bir anlam ifade etmez. Eğer muhalefette iseniz iktidarı ele geçirme hedefine kilitlenirseniz bu da sizi ahlaksız yapar. Çünkü iktidarın yaptığı güzel şeyleri görmezsiniz. Çünkü hedefiniz iktidarı kötüleyerek iktidar olmaktır.

Eğer gazetece iseniz ve hedefiniz bu alanda yükselmek ise yalan haber, asparagas haber yaparsınız. Gazetenizi hakkın hakikatin sesi yapmak hiç aklınıza gelmez.

Toplumun birçok kesiminden örnekler vererek hedefe odaklı düşünmenin mahsurlarından bahsettik. O zaman hayallerimiz olmayacak mı? Elbette olacak, ilerlemek, iki günü birbirine eşit olmamak bizim şiarımız. Hayalimizi geniş tutacağız ama hayalperest olmadan. Burada “Perest” kelimesine bir parantez açmak istiyorum. Perest; tapınan, iman eden demektir. Misal putperest, puta tapan demektir.

Aynı şekilde gruplar, topluluklar, dernekler için de söylediğim geçerlidir. Velhasıl hayatta bulunma hedefimizi kulluğa, ayni hakkın rızasına ayarlamamışsak başka başka hedefler belirlemişsek durum farklı değildir. Bütün yaptığımız iş ve eylemler Allahın rızasına matuf olmalıdır. Yoksa ahlaksız bir kimse olduğumuzun farkına varmadan ahlaksız bir hayat yaşarız. En büyük ahlaksızlığın, gayri meşru yollardan elde edilen makam, mevki, para… olduğunu unutmadan meşru zemin içerisinde kalmanın günümüz dünyasında ateşten gömlek olduğunu da söyleyerek bitirelim.

DEĞİŞMEYEN ANLAYIŞ

Bürokrasi ile siyaset arasına sıkışmak yöneticilerin en büyük handikabıdır. Bürokrasi işlerin mevzuata uygun yürümesini ister, inisiyatif almaz. Siyaset ise sorumluluğu olmadan her şeye hakim olmak ister.

Kasabanın birinde kaymakam köy gezileri sırasında bir vatandaşın köprünün alt kısmını çekiçle kırmaya çalıştığını görür. Arabasını durdurur, adama sorar. Amca ne yapıyorsun. Evladım, der köylü, eşeğim buradan geçerken kulakları betona alıyor ve eşek ürküyor. Onun için biraz kırıyorum, der. Kaymakam, amca köprüyü kıracağına alt kısmını eşmek daha iyi olmaz mı diye sorar. Bu olayı dinlediğim kişi bürokrasinin durumunu bu köylü amcaya benzetti. Bürokrasinin işleri mevzuata uydurmak gibi bir geleneği vardır, dedi. Bu bir…

Bir yerde mi okudum, birinden mi dinledim, hatırlamıyorum. Olayın gerçekliği konusunda da bir araştırma yapmış değilim. Ancak kıssadan hisse kabilinden aktarılmasını faydalı buluyorum. Rahmetli Enver Paşa Sarıkamış harekatı öncesi Erzurum’a gelir, birlikleri denetlemek ister. Gideceği birliklere önceden haber verilir, hatta bir önce denetlediği birlikten malzemeler bir sonraki birliğe gizlice aktarılır. Enver Paşa’ya askerin eksiksiz olduğu izlenimi verilir. Bu iki…

Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu yerleşik sistemi değiştirmek için destansı mücadeleler vermiş; fakat ne yazık ki bu çıkışını canıyla ödemiştir. Sistemin işleyişine sık sık ağır eleştiriler getiren Yazıcıoğlu halkın sistemin içerisinde olmadığını bundan dolayı bürokrasinin hantallaştığı ve bu yüzden yerinden yönetim sisteminin uygulanması gerektiğini dile getirmiştir. Ondan bir hatıra.

Aydın Valiliği’ne atandığında, henüz üç dört günlük valiydi. Nazilli SSK Hastanesi ile ilgili bir şikayet kulağına geldi… Kalkıp hastaneye gitti. Başhekimin odasına girdi. Tam o sırada başhekim geldi ve “Buyurun ne istiyorsunuz?” diye sordu. Yazıcıoğlu, rahatsız olduğunu, tedavi olmak istediğini ama parası olmadığını söyledi. Başhekim “Burası hayır kurumu değil, paran yoksa tedavi olamazsın” cevabını verdi. Yazıcıoğlu, “Devletin görevi vatandaşına bakmak değil mi doktor bey?” diye sorunca odadan kovuldu.

Ertesi gün bu sefer resmi giyimli, kravatlı, takım elbiseli olarak elinde bir kağıtla hastaneye gitti… Valinin geldiğini duyan herkes şaşkındı… Hiç vakit kaybetmeden başhekimin odasına çıktı, içeri girdi. Yazıcıoğlu, “Bugün itibariyle başhekimlik unvanından azledilmiş bulunmaktasınız” dedi ve elindeki görev azli belgesini uzattı.

Peki, sonra ne mi oldu? Yeni görev yeri Erzincan’a gönderildi. Sonra merkez valiliği, sonra Denizli. 2003’te Eskişehir-Ankara yolunda trafik kazası geçirdi, bitkisel hayata girdi ve vefat etti.

Erzincan valisi iken söylediği, iktidar partisinin il başkanını vali, ilçe başkanlarını kaymakam yapın, bu kadar kişiye masraf etmeyin çıkışı hala kulaklarımdadır. Allah rahmet eylesin… 

Not: Çin imparatoruna treni anlatmışlar. Pekin’den Şangay’a olan otuz günlük yolu bir günde gider demişler. İmparator, kalan 29 günde ne yapacağız demiş.

TARİHTEN İKİ OLAY…

 

19. yüzyılın 2. yarısında görev yapmış olan Yusuf Kamil Paşa, sadrazamlığı sırasında, devletin önde gelen kişileriyle bir yemekte birlikte olmuş. Yemekten sonra, masaya buzlu çilekler gelmiş. Yusuf Kamil Paşa, çatalını sapladığı iri bir çileği kazara masadaki tuzun içine düşürmüş. Ama ziyan olmasın diye tuza bulaşmış çileği alıp tuzlu tuzlu yemiş. Berbat bir tat verdiği halde bozuntuya vermemiş ve masada bulunanlara:

— Arkadaşlar, tuzlu çilek hiç de fena olmuyormuş, isteyen deneyebilir, diye tavsiyede bulunmuş. Bunun üzerine birkaç kişi denemiş. Bunlar:

— Paşam gerçekten nefis oluyor...

— Bundan sonra çileği hep tuzlu yemek isterim.

— Tuzlu çileğin lezzetini keşfetmekte geç bile kalmışız, gibi asılsız, paşaya yaranma hedefi güden açıklamalarda bulunmuş. Kamil Paşa, o esnada masada bulunan, dönemin aydınlarından, yeri geldiğinde sözünü esirgememekle tanınan, Ermeni asıllı Minas Efendiye de:

— Arkadaşların görüşleri için sen ne dersin Minas Efendi, diye fikrini sormuş. Minas Efendi kendisinden beklendiği şekilde cevap vermiş:

— Paşam, bu adamlar özel hayatlarında bu düşüncelerini söyleseler üzerinde durulmaya değmezdi. Fakat devlet hayatında da böyle ikiyüzlü davrandıkları için, ülkede işler bu yüzden kötüye gidiyor.

……

Tanzimat dönemi devlet adamlarından olan, Hüsrev Paşa (öl. 1854), seraskerlik mevkiindeyken, genç bir adam, padişah tarafından tophanede ehliyet gerektiren bir göreve atanmış. Adam, görevine başlamadan önce Hüsrev Paşa’yı ziyaret etmiş. Paşa, padişahın doğrudan atama yapması dolayısıyla adamın ehliyetinden şüphelenmiş ve ufaktan yoklamaya kalkışmış:

— Efendi evlâdım, topçuluk gibi çok önemli bir göreve atanmışsın. Herhalde topla ilgili derin bilgi ve tecrübe sahibisindir?

Adam gayet pişkin cevap vermiş:

— Elbette paşam! Bendeniz Bebek’te oturmam hasebiyle, her yıl Ramazan ayında, iftar ve sahurda patlatılmak için Rumelihisarı’na getirilen topu yakından gördüm, elledim ve yüzlerce defa sesini işittim.

Hüsrev Paşa, yalnızca:

— Maşallah, top hakkında sandığımdan da fazla bilgi sahibiymişsin evladım, demekle yetinmiş.

DİJİTAL TASMA

 

Teknolojinin eriştiği noktaya bakarak yakın gelecekte daha nelerin ortaya çıkacağını kestirmek zor. Yeni teknolojiler baş edebileceğimizden emin olamadığımız hızla ilerliyor. 

Yapay zekâ son yılların en bilinmez, en anlaşılmaz ama en çok merak edilen konusu. Zalim bir gücün elindeki bu teknolojiyi insanlığın geleceği için tehlikeli görmek artık kehanet olmaktan çıkmış. Ben gelecekte değil bu gün kullandığımız teknolojinin nasıl bizi köleleştirdiğinden bahsetmek istiyorum. Evlerinde gençlerin bulunduğu aileler bunu yakından gözlemliyor. Artık çocuklarımız birer teknoloji bağımlısı.

 Küçük bebeklerini ancak reklam izleterek yediren anneler türedi. Çocuklarımızı artık youtuberler şekillendiriyor. Çocuklarla bizler arasında yaşanan değişimin mimarı teknoloji… Z kuşağı dediğimiz çocuklar aslında elimizden uçup gidiyor. Daha doğrusu mankurtlaştırılan, köleleştirilen çocuklarımızın tasmaları sanal aktörlerin, yapay zekaların elinde.

 Dijitalin devleri artık para kazanmaktan ziyade insanlığı yönetmenin derdinde. Bunun ilk denemesi Arap baharı diye bilinen süreç içerisinde denendi. Sosyal medyanın marifetiyle toplumlar yönlendirildi. Sonuçta gördük ki değişen bir şey yok. Sadece küresel sermayeye hizmet eden yönetimler işbaşına gelmiş veya yerini sağlamlaştırmış. Sosyal medya ve medya üzerinden bütün dünyaya demokrasi hareketi gibi gösterilen olaylar sadece göz boyamaktan ibaret.

 Bizde ise Gezi olayları prova edildi. Oldukça da başarılı olunduğunu söyleyebilirim. Sosyal medya üzerinden insanların nasıl yönlendirilebileceğine şahit olduk. Bir çok iyi niyetli kişinin de bu yönlendirmeyle olaylara dahil olduğunu biliyoruz. Son olarak Amerika Birleşik devletlerinde gördüğümüz olaylar sosyal medya devlerinin yani küresel sermayenin neler yapabileceğini gösterdi. Dünyanın jandarmalığını yaptığını düşünen bir ülkede bile medya devleri kendilerine muhalif yönetim istemiyor.

 Çeşitli kanallarla davranış kodlarımızı çözen dijital akıl istediğinde bizi nasıl yönlendireceğinin ipuçlarını demiyorum, örnek uygulamalarını ortaya koydu. Artık sosyal davranış haritamız, psikolojik davranış kodlarımız birilerinin elinde. Whatsapp’ın son atağı bunun resmen açıktan söylenmesi.

 ir arkadaş toplantısında telefonlar kapalı olduğu halde yapılan sohbet esnasında bahsedilen konuyla ilgili biraz sonra girdiğiniz sosyal medyada karşınıza reklam çıkıyorsa işin hangi boyutlarda olduğunu kavramamız gerekir. Google earth gibi uygulamalarla uzaydan ensemizde kaç kıl olduğunu dahi sayabilen bir teknolojiye sahip bir güç var.

 

Bütün bu anlattıklarımız bizim elimiz kolumuzun bağlı olduğu anlamına gelmiyor. Yapılacak iş basit ülke olarak kendi sosyal ağımızı oluşturmak. En azından resmi kurumların tamamen yerli bir iletişim ağı üzerinden haberleşmesi. Bunun zor olduğunu düşünmüyorum. Vatandaşın hangi platformu kullanacağı kendi tercihi olabilir. Ancak yeni bir gezi olayının yaşanması durumunda yapılacak iş bu tür kanalların kapatılması. İşin bumerang gibi resmi kurumları etkilememesi için de yerli ağın bir an önce hayata geçirilmesi.

 

Yoksa herhangi bir uygulamayı bırakıp başka bir uygulamaya geçmek. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak gibi bir şey olur. Yetkili ve ilgililerin bu konuda kafa yorduklarını düşünüyorum. Öyle değil ise ateş bacayı sardı.