25 Şubat 2017 Cumartesi

LAF, SÖZ, KELAM…

Konuştuğumuz her kelime ya da cümle söz olarak bilinir. Eğer sözler bir faydaya matuf değil ise laf, bir gayeye matuf ve fayda hâsıl oluyorsa kelam olarak değer bulur. Söz nötr, kelam artı, laf eksidir. Konuşma melekesi ilahi bir lütuftur. Kişilere düşen bu nimeti en güzel şekilde kullanmaktır.
Hepimizin dilinden düşürmediği ‘ne olacak bu memleketin hali?' muhabbetine düşkünlük, ister istemez hepimizi gerekli gereksiz konuşmalara sevk ediyor. Akşam sohbetlerinde, dost meclislerinde konuşmaya başladık mı bizi susturana aşk olsun. Hani derler ya “dilin kemiği yok.”
Dostlarla bir araya geldiğimizde söz uzar gider. Proje üretme konusunda oldukça mahir arkadaşlarımız var. İşin bu tarafını fikir jimnastiği olarak görebiliriz; ancak bazen hepimizin içine düştüğü boş söz söyleme durumundan kurtulamadığımız görülüyor. Zaman zaman gıybet ve iftiraya varan konuşmalardan uzak durmak erdem. Sözlerimiz laf derekesine değil, kelam derecesine yükselmeli.
Ben bir sözün ya bir insanın derdine çare ya da bir üretime muharriki evvel olması gerektiğini; eyleme dönüşmeyen her sözün “kavl ez-zur” olduğunu düşünürüm. Çünkü söylem konusunda eksiğimiz yok fazlamız var. Asıl eylem noktasında eksikliğimiz vardır. Eylem önemlidir, çünkü insanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.
Bazı konularda kendilerine karşı -nezaket gereği-, hep susulduğu için, ‘sükûtun sadece ikrardan geleceği' düşüncesiyle akla gelebilecek her hususta mutlaka haklı ve doğru olduklarını zannedenler, kendi işleri olmayan konulara da ahkâm kesmekten kaçınmıyor ve sanırım hiç de iyi yapmıyorlar…
Herkesin kendi işini yaptığı ve başkalarının işine karışmadığı bir ortam mümkün müdür, bilinmez. Ancak anlaşılıyor ki, bu vasat sağlanmadığı sürece tartışmaların sonuçlanması pek mümkün olmayacak…
Günümüzde sözün değer bulduğu mekânlara, meclislere ne çok ihtiyacımız var. İnsanın ağzından çıkanı kulağının duyduğu ortamları ne çok özledik. İnsan dilinin altındadır, buyrulmuştur. Üslub-ı beyan, ayniyle insan, denilmiştir. Kelâmın kibârı, kibârın kelâmıdır. Bütün bunlardan şu sonuca varabiliriz: Ağzımızdan çıkanlar kelam mertebesine eriştiği müddetçe insanlığımızın farkına varırız.
Şimdi sözü olanların sözü kelam seviyesine çıkarmak gibi bir zorunlulukları vardır. Kalitesizliğin pirim yaptığı yerlerde, ya da kelamın geçerli akçe olmadığı mekânlarda bulunmak bir Müslüman davranışı değil.  “Boş sözü işittikleri vakit ondan yüz çevirirler ve “Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz de size. Selâm olsun size (bizden size zarar gelmez). Biz cahilleri istemeyiz” derler.” (Kasas, 55)
Kelam’la kalem arasında sıkı bir ilişki bulunuyor. Kalem kelamın taşıyıcısı bu yüzden kalem erbabının da kaleminden çıkan kelimeler dikkat etmesi gerekiyor.
Yûnus Emre’nin şiirine kulak verelim:
“Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz.
Kişi bile söz demini
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini

Sekiz uçmağ ede bir söz.” 

ÜRETİM HATALARI

Doğduğumuz andan itibaren,  içinde bulunduğumuz toplum (ebeveynlerimiz, akrabalar, din ve devlet adamları) bir takım öğretiler, kurallar, çoğu zamanda dayatmayla bazen aktif, bazen de pasif bir şekilde bize neyin iyi, nelerin kötü, hangisinin doğru veya yanlış olduğunu kimlere veya nelere inanmamız ve inanmamız gerektiği vb konularda bize sınırlar çizer; bizi biz yapan inançlarımızın şeklini ve kişiliğimizi belirlemeye çalışırlar. Çoğunlukla bunda da başarılı olurlar.
Adına ne dersek diyelim yaşadığımız dönemdeki resmi prosedür de aynı şekilde işledi. Hepimiz aynı okullarda aynı müfredatları okuyarak büyüdük. Hepimiz bu sistemin ürünüyüz. Bazı üretim hataları çıksa da hepimizin birleştiği noktalar aynı. Bizim yetiştiğimiz kültürde devlet kutsanıyor mesela. Bireyin çok değeri yoktur bizde.
İkinci Mahmut’tan bu yana yüzünü batıya dönen toplumumuzun yaşadığı sıkıntılar belki de başka toplumlarda olmayacak cinsten. Maalesef bireyi arka plana atarak kurumları ve devleti önceleyen bir sitemin tezgâhlarında dokunduk biz. Osmanlının kuruluş felsefesindeki bireyi yaşat ki devlet yaşasın düsturundan oldukça uzak bir mecrada ilerledi tarihimiz.
Sistem insanını aşağılarken, insanı ikinci plana iterken kendisine muhalif olanları da şekillendirdi aslında. Kendisini muhalif olarak konumlayan da sistemin çarklarında bir dişli vazifesi görüyor. Geniş perspektiften baktığımızda sistemin hem muhalif olana, hem de yandaş olana eşsiz zulümler reva gördüğünün farkında olabiliyoruz. Farkındalık bir seviyedir; ancak muhalif olarak gördüğümüz insanlar daha çok bu sistemin savunucuları. Muhalifliğini bir temele dayandıranlara ise hayat hakkı tanınmıyor.
Yönetmenliğini Carmen Losmann’ın yaptığı “Öğün, Çalış, Güven” (Work Hard, Play Hard) adlı belgeselde, Batı hizmet toplumunun George Orwell’in hayal ettiği karanlık bir geleceğe nasıl ilerlediği gösteriliyor.
Lossman ilk uzun metrajlı belgeselinde, “Yetenek yönetimi”, “kültürel dönüşüm”, “güven temelli” gibi ilk başta çalışanın iyiliğine yönelik gibi gözüken kavramların, film ilerledikçe insanın aleyhine veriler olarak nasıl kullanıldığını gösteriyor.
Bu belgeselden hareketle şunu söyleyebiliriz: Batı toplumundaki bazı aydınlar gidişatın iyi olmadığını gördüler. Bu konuda ayakları yere basan analizler de yapıyorlar. Kısaca sistemin iyi gitmediğini, demokrasinin de insanı mutlu etmeye yetmediğini üst perdeden dile getiriyorlar.
Foulcault’a göre toplumu var eden sistemler, insan zihninin dışa ittiği sınırlardır. Aklın başladığı sınır, deliliktir. Bu bağlamda ona göre aklın sınırını deliler çizer.
Bu alıntılarla kafa karışıklığı hedeflemiyorum. Kendi düşüncemi net olarak söylemek istersem: Ben insanı sınırlayacak sitemin Onun yaratıcısı dışında hiçbir kimsenin hakkı olmadığını düşünüyorum. Benden önce yaşayan insanların bana sınır koymasını, benim de benden sonra yaşayacak insanlar için hudut koymamı hak ve hukukla bağdaştıramıyorum.

Batı sisteminin üretim hataları belki bizim için umut kaynağı olabilir. Yüzünü batıya dönmüş olan toplumumuzun aydınları batıdaki üretim hatalarını örnek alarak yeni bakış açıları geliştirebilirse buradan hayırlı bir sonuç çıkabilir diye umut ediyorum.

TAVAN ARASINDA KALANLAR

Eğitim okullara bırakılmayacak kadar önemlidir. Modern zamanlarda aileler çocuklarını okullara göndererek işlerinin bittiğini zannediyorlar. Toplumun insanı eğiten tarafının da çağımızda olumsuz bir yöne evrildiğini maalesef görüyoruz.
Okul boyutu eğitimin sadece bir yönünü oluşturur. Eğitimin aile boyutu ve toplum boyutunu göz ardı etmemeliyiz. Özellikle değerler eğitimi okulda değil ailede verilir. Toplum bu değerleri destekler.
İslam coğrafyasında sivil bir inisiyatif olarak “Emr-i bil maruf nehyi anil münker” vardır. Referanslarını dinden alan bu kurum, modern dönemlerde yok oldu. İşte bu gün geldiğimiz noktada değerler eğitimini okullardan bekliyoruz.  
Değerlerimiz yok olmuş, insan öyle bir duruma gelinmiştir ki: maddiyat insanın elinde olmaktan çıkmış, insan maddenin elinde olma durumuna “düşmüş”tür. Toplumun büyük bir kısmı cinnet geçirdi diğerlerde sırasını bekliyor.  Değerlerimizin tepetaklak olduğu bir dünyada olmayan mutluluğu arıyoruz. Mutluluk içimizde diyenlere muhalefet ederek mutluluğu yakalamak için “Anadolu irfanı”na acilen dönmesinin gerekliliğini düşünüyorum.
Anadolu irfanı nedir? Sorusuna verilecek cevap: Anadolu irfanının kaynağı milletin gönlüdür. İnsanımızın en beklenmedik anlarda isabetli refleksler göstermesi de bundandır. Anadolu irfanının iki önemli ayağı vardır: Vefa ve sorumluluk. 
Vefa insani duyguların en önemlilerinden. İnsan, anne babasına, öğretmenine ve diğer insanlara vefa gösterirse kemal yolunda ilerliyordur. Vefası olmayan insandan her şey beklenebilir. Vefa duygusuna sahip insan sorumluluk taşır. Sorumlu kişi önce kendini yaratanına karşı, sonra yaratanın kullarına karşı sorumluluklarını yerine getirir.
Anadolu irfanı, yaşam boyu eğitimin muhatabı olan insanlara iyiyi, güzeli insani olanı götürme uğraşıdır. Anadolu irfanı adam yetiştirme projesidir. En önemli özelliği de vefa ve sorumluluk duygusuna sahip olmasıdır.
Sanayi devriminin neticesinde şekillenen ve insanları devasa üretim-tüketim makinesine birer dişli çark olarak yetiştirmek üzere kurgulanmış, eğitim sistemimiz Anadolu irfanına dönmediği sürece vefasız ve sorumsuz insanlar yetiştirmeye devam edecektir.
Kendi çağımızı olsun geçmiş dönemleri olsun, kavramak ve açıklamak/yorumlamak istediğimizde, değerlerden hareket ederiz. Anadolu irfanı dediğimizde bir değerler manzumesinden bahsediyoruz demektir.
Anadolu irfanı;
*“Eline, diline, beline sahip olmak”
*“Komşusu açken tok yatmamak”
* “Hakkı ve hakikati diri tutmak”
*“Adaleti mülkün temeli kılmak”
*“Cenneti anaların ayakları altında aramak”
*“Yaratılanı yaratandan ötürü sevmek”
Gibi değerlere bağlı vefalı ve sorumlu kimselerdir.

Arzumuz Anadolu irfanının yeniden irşad merkezlerinin temel tezi olmasıdır. Aksi takdirde din adına iş görenler, İslam dünyasının insan kaynaklarını heba etmeye devam edecek.

SİSİFOS

Yunan mitolojisinde Korint kralı Sisifos suçları nedeniyle tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlayarak çıkarmakla cezalandırılır. Her seferinde tam tepenin doruğuna ulaştığında kaya elinden kayar ve Sisifos her şeye yeniden başlamak zorunda kalır.
Albert Camus, ünlü denemesi Sisyphe Efsanesi’nde yaşamın saçmalığı kuramını kral Sisifos’un kayayı taşıyıp durması ve bir türlü olayı sonlandıramaması üzerine inşa eder.
Bazen dünyayı bu Sisifos efsanesine benzetirim. Bütün mal, mülk, makamlar, mevkiler… Aniden çıkıverir ellerinizden ve yuvarlanır yokluğun rampalarından.
Çırpınışlarınızı umutsuz bulduğunuz olur mu? İşte o anlar dünyanın bir oyun ve eğlence mekânı olduğunu daha iyi kavramış oluruz.
Sisifos efsanesinde olduğu gibidir bazen hayat. Bütün yaşadıklarının sonunda elde sıfır kaldığını fark edersin. Yabancı bir ülkede parasız pulsuz kalmış gibi. Allah uyarıyor. Dikkat! Bu eğlence süslü aldatıcı bir eğlencedir. Oyunda aldatıcıdır. Süreklilik arz etmez. Ve sakın aldanmayın. “Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.” (Ankebut, 64)
Gerçekten bu yönüyle şu dünya hayatı bir anlık bir lezzetten ibarettir. Öyle gaddardır ki, bir lezzet verse bin elem takar çektirir, bir üzüm yedirse yüz tokat vurur. Böyle düşüncelere zaman zaman yelken açar dururuz. Hayatın anlamsızlığı çok defa dolanır beynimizin kıvrımları arasında. Eğer menzili maksud yoksa anlamsızdır hayat.
Bazen bir şahin kadar özgür olmak istediğimiz dünyayı boş vermişliğimiz bizi yelkensiz bir gemi gibi akıntıyla sürükler. Hayat hedefsiz, gayesiz olmamalı. Öyleyse nedir yaşama sebebimiz?
Adamın biri hayatın anlamını merak etmiş. Bulduğu hiçbir yanıt ona yeterli gelmemiş tam umudunu yitirmişken bir köyde ona. –“Şu karşıki dağlarda yaşlı bir bilge yaşar istersen ona git. Belki o sana aradığın cevabı verebilir” demişler. Zorlu bir yolculuk sonunda bilgenin yaşadığı yere ulaşmış ve bilgeye hayatın anlamını sormuş. Bilge “Sana bunun cevabını söylemeden önce bir sınavdan geçmen gerek” demiş.
Adam kabul etmiş. Bilge adamın eline bir çay kaşığı vermiş ve içine silme zeytinyağı doldurmuş. Şimdi çık ve bahçede bir tur at ve tekrar buraya gel. Yalnız dikkat et kaşıktaki zeytinyağı eksilmesin eğer eksilirse kaybedersin. Adam gözü çay kaşığında bahçeyi turlayıp gelmiş.
Bilge bakmış: “Güzel! Kaşıkta yağ eksilmemiş, peki bahçe nasıldı?”  Adam şaşkın: “Ama demiş, ben kaşıktan başka bir yere bakmadım ki.”  “Şimdi tekrar bahçeyi dolaş, kaşık yine elinde olacak ama bahçeyi inceleyip de gel” demiş bilge…
Adam tekrar bahçeye çıkmış gördüğü güzellikler karşısında büyülenmiş; döndüğünde bilge adama “Bahçe nasıldı?” diye sormuş. Adam gördüğü güzellikler karşısında büyülendiğini heyecanla anlatmış.
Bilge gülümsemiş, “Ama kaşıkta hiç yağ kalmamış!” demiş ve eklemiş; “Hayat ancak senin bakışınla anlam kazanır ya sadece bir noktayı görürsün ve hayatın akıp gider sen farkına varmazsın. Ya da görebileceğin tüm güzelliklerin tam ortasında hayatı yaşarsın ve zamanın anlam kazanır.

“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 2)

ZEVK PEŞİNDE

Aileler neden daha kolay parçalanıyor, çocuklar neden mutsuz, uyuşturucu neden yaygınlaşmış, şiddet neden artıyor soruları, zihnimizi meşgul ediyor. Boşanma oranlarının artışı, polisiye olayların tırmanması toplumun içten içe bozulduğunun göstergesi. Televizyondaki haber programını sonuna kadar izleyebilirseniz geldiğimiz noktayı daha iyi tespit etmiş oluruz.
Eskilerin “şöhret, servet, şehvet” şeklinde ifade ettiği üç cazibeli psikolojik tuzak, diziler sayesinde sosyal virüs gibi yayılıyor. Bazı yarışma programları sayesinde kolaydan para kazanmak teşvik ediliyor.
İnsanın kalıcı belleğine; işittikleri, yaptıkları, söyledikleri değil, hissettikleri yazılıyor ve bu unutulmuyor. Maalesef televizyonlarda bize sunulan hayat hiçbir zaman ulaşamayacağımız ama ruhumuzu da içten içe kemiren bir kurt olarak her gün bize empoze ediliyor. Bu nedenle, hayat yolunda ilerlerken, his dünyamızı karabasanlar istila ediyor.
Sıradan insanlar gücünü kollarından alırlar, ortalama insanlar akıllarından alırlar, yüksek insanlar ise kalplerinden alırlar. İnsanımız artık bu üç unsuru devre dışı bırakmış durumda. Çalışmadan kazanmanın, emeksiz yemenin, kısa yoldan köşe dönmenin peşinde.
Duygusal yatırımımızı neye yaptığımız, bizi ve hayatımızı, dolayısıyla çocuklarımızın hayatının tamamını etkileyecek öneme sahiptir. İnternette karşılaştığım şu söz iç dünyamızı özetliyor. “Eskiden insanlara değer verir, eşyaları kullanırdık. Şimdi ise eşyalara değer verip insanları kullanıyoruz.”
Aile kültürüne ve bütünlüğüne zarar veren diziler toplumda ne tür tahribat yapıyor bunu düşünen yok. Bozulan ailede sağlam karekterli şahsiyetler yetişemiyor maalesef. Artık şöhret, servet, aşk, eğlence ve makam sevgisinin sadece bireysel egoları tatmin için birer argüman olduğu biliniyor. Bunlar somut zevklerdir ve somut zevk tutkulularının yalnızlaştığı ve mutsuz olduğu anlaşıldı. İçimizdeki şöhret, servet, şehvet, hırs, ihtiras bizi esir almış durumda. Kötü bir sona doğru gidiyoruz. Akıllı insan ise yaptığı işin sonunu düşünür.
Haz ve hız modern dünyayı özetleyecek iki kelime. Bu duyguların büyüsüne kapılmadan doğru durabilmek, modern yaşamda çok zorlaştı. “Nasıl yaşarsam mutlu olurum” diyenimiz yok; “ne kadar kazanırsam mutlu olurum” diyen insanlara dönüştük.
İnsan eğer yüksek ideallere sahipse, hayatta birçok engeller ve tuzaklar olduğunu görebilir. İçimizdeki ve dışımızdaki şeytanı ancak böyle gemleyebiliriz. Hayatın derin anlamlarını anlamak için fakülteler bitirmeye, akademik kariyer yapmaya gerek yok. Arif olmak yeterli. O halde hayatımızdaki olaylar bizi değil, biz olayları kontrol etmeliyiz.
Olayları kontrol edebilmek için önce kendimizi kontrol etmeliyiz. Buna şimdilerde otokontrol diyorlar. Nefs muhasebesi, muhasebe…
Medeniyet bir değerler bütünüdür. Hayatın iki kaynağı vardır metafizik ve ilim. Vicdan denen melekeyi bize sunan metafiziktir. Vicdan denen bu nüvenin içimizde saklı olduğunu biliyoruz. Entelektüel ve ruhi gelişmemiz bu öğelere bağlıdır. Önemli olan bunu açığa çıkarmak ve beslemek.

“Sizden önceki devirlerden bakıyye sahipleri (kitap ehli) yeryüzünde bozgunculuktan vazgeçirmeye çalışsalardı ne iyi olurdu. Fakat onların içinden kurtardığımız pek az kimse bunu yaptı. O zulmedenler ise şımartıldıkları refahın peşine düştüler ve hepsi de suçlu oldular.” (Hud, 116)

ŞİMDİ REKLAMLAR

Materyalist felsefe insanları ikiye ayırır. Malzeme ve mimar. Malzeme tüketici halk, mimar ise tüketimi yönetenlerdir. Bunlar hayat anlayışında Hedonist, mantıkta pragmatist ve ruhi alanda pesimisttirler. Bunlar kitle üretimi ve kitle tüketimi mantığına dayanan bir hayat savunur. Ucuz iş gücü olan yerde üreteceksin. Üçüncü dünya ülkeleri bunun için biçilmiş kaftandır. Emeği sömürmek oldukça kolaydır ama buna bir kılıf geçirmek gerekir: küreselleşme. Mazlum insanları sömürerek ürettiğin eşyayı özgürce tüketeceksin, işte küreselleşmenin ana mantığı budur. Hâlbuki İslamda emeğe saygı vardır. İşçinin alın teri kurumadan hakkının ödenmesi gerekir.
Küresel sermayenin öncü birliği reklâmcılık şeklinde evlerimizi işgal eder. Sözünü ettiğim sektörde sonuna kadar haz var. Bütün hazları sonuna kadar yaşayacaksın, tüketeceksin. Amentüsü tükettiğin kadar insansın şeklinde özetlenebilir. Reklâmcılık, küresel emperyalizmin en büyük misyoneri. Görsel medya üzerinden reklamlarla ihtiyacımız olmayan her şey ihtiyaç olarak bize kabul ettiriliyor.
Maalesef, modern dünyada insanlar, modern medya araçlarının egemenliğindedir. Seyredenlerin duygularını dumura uğratan sığ ve gayri insanileştiren eğlencenin olumsuz etkilerinden öte reklâmların yalancı muhakemeleri ve zekâ seviyesi (ki araştırmalar TV’nin 12 yaş zekâ seviyesine hitap ettiğini söylemektedir) daha da tehlikelidir.
Dilsel sınırları hızla ve kolayca geçebilen, tüm dillerde anında konuşan görüntünün hanelerimizi nasıl istila ettiğini kabul etmek zorundayız. Televizyonun ve diğer medya araçlarının sayesinde, görüntünün, görselleşmenin ve reklâmcılığının dayattığı yeni bir kültürün etkisi altındayız.
Oluşturulan tüketim ekonomisi kimin veya kimlerin işine yaramaktadır; sömürülen taraf kimdir? Bu konularda kafa yormak bizi reklam denilen olgunun daha iyi anlaşılmasına götürecektir.
Tarih, zulme ve baskıya dayanan egemenlik sistemlerinin kalıcı olmadığı konusundaki sayısız derslerle doludur. Zulüm ile abad olunamayacağını bilmemize rağmen ‘enformasyon’ yanıltması ile sömüren zalimleri dev aynasında görme yanılgımız devam etmekte. Küresel ideoloji kitleleri sürüklemek ve bir ihtirası gerçekleştirmek için her şeyi mübah görmekte, daha doğrusu helal ve haram gibi kavramların uzağında bulunmaktadır.
Batı kaynaklı kültürel kimlik aslında hayli merkezi, oldukça dışlayıcı bir kültürel kimlik biçimi olarak kendini göstermekte; kendinden olmayan insanları ötekileştirmektedir. Coğrafyayı ve ekonomiyi kendine göre tasarlamaktadır. “Üçüncü dünya ülkeleri”, “Ortadoğu”, “Uzakdoğu” gibi tabirler bu kültürün ürünüdür. Ve ötekini dışlamak, başkalaştırmak için kullanmaktadır.
Küresel kitle kültürünün çeşitli karakteristikleri vardır ama ben reklam üzerinde durdum. Bu anlamda, küresel kitle kültürü Batı merkezlidir ve daima İngilizce konuşur ve Eski Ahit’i referans alır. Küresel kitle kültürünün bu biçiminin ikinci en önemli karakteristiği, tuhaf homojenleştirme biçimidir. Bu kültür, homojenleştirici bir kültürel temsil biçimidir, eskiden de olduğu gibi müthiş derecede içine alıcıdır. İçine alırken deniz gibi davranır sizi boğar öldürür. Sonra dışarı atar.

Tüketim ekonomisini ayakta tutan reklamlar her yerde. Hayatımıza reklamlar hükmediyor. Bu konuda ne direnç gösterebiliyoruz ne de alternatif bir felsefe üretebiliyoruz. 

ŞAN ŞEREF

Erdem kelimesi günümüzde onur kelimesiyle karşılanıyor. Şeref kelimesi de hemen hemen aynı manada kullanılıyor. Bilinen kelimeler olmalarından dolayı açıklamalarına girmeden direk konuya girmek istiyorum.
Onur herkese doğuştan verilir. Ancak kişi onurunu korur ya da koruyamaz. İnsan olmak başlı başına bir onurdur. Onur, esas olarak, ahlaki karekterlerin değişmezliğine dayanır. Herhangi bir kötü fiil karşı çıkılması gereken bir fiilse hangi şartta olursa olsun buna karşı çıkmak erdemdir. İnsan başkalarına yapılan şeyin kendisine geldiğinde karşısında duruyorsa bunun bir anlam ifade etmediğini, bu karşı duruşun erdem sayılmayacağını söylememiz gerekir.
Bir kötü fiil, zulme karşı durmamak, haksızlıklar karşısında sessiz kalmak insan onurunu zedeleyen davranış biçimidir. Onuruna sahip çıkmak şiddetle çözümlenecek bir durum da değildir. Şiddet fikir bazında yapılan mücadeleyi yetersiz sayıp yerine fiziksel güç kullanmaktır. Bu fiil çeşidi hayvani güdüler içerir. Fiziksel kuvvetlerin öne çıkarılması daha çok hayvanlar dünyasında görülen bir iletişim biçimidir.
Sokrates’e yaptığı tartışmalarda fiziksel saldırılar olur, o bunlara aldırmaz, kayıtsız davranırdı. Bir defasında kendisine bir tekme atılmış, bunu görünce şaşıranlara da şöyle cevap vermişti: “Beni bir eşek çifteleseydi, onu dava mı edecektim.” (Diog. Laert., II,21)
Onur eğitimle aktarılamaz sadece var olur. Ün ölümlü, erdem ölümsüzdür. Erdem insan için önemli bir sıfat olması hasebiyle herkes kendisine erdem atfeder. Bunu şöyle bir misalle daha anlaşılır hale getirebiliriz. “Denizli'de, şoförlük yapan Cevdet Demirtaş, aldığı milli piyango biletinin üzerine 60 milyonluk biletin rakamlarını yapıştırıp sosyal medyada paylaşınca, 2,5 yıldır küs kaynanası bile kendisini arayıp tebrik etti.” Sahte erdem böyledir maalesef bu tür insanların sayısı günümüzde çoktur.
Bir odadaki termometrenin derecesini yükseltmek için üzerine nefesimizle hohlayarak ısıyı yüksek gösterebiliriz. Ancak odada bulunanlar odanın ortam sıcaklığını anlayamayacak kadar geri zekalı olamazlar. Erdemli olmadığı halde kendisine böyle bir rol biçenlerin durumu böyledir. Günümüzde bu tür algıların oluşturulması elde edilen makamlar üzerinden yapılmaktadır.
Makamların insana bir şey katmadığını, insanların makamlara katkı yapacağını söylememe gerek yok sanırım. Bu tür insanların fiillerinde en göze çarpan özellik yapıp ettiği her şeyde başkalarının ne dediği önemlidir. Şan dediğimiz şeyin geçici olduğunu yukarıda söylemiştik, erdem ise duruşu olan insanlardan ayrılamayan bir sıfat. Şan ve şöhret ise deniz suyuna benzer. Ne kadar çok içilirse o kadar çok su içmek ihtiyacı hissedersiniz. Bu da sonuçta insanın helakidir.
Voltaire’nin söylediği güzel bir söz var: “Sadece iki günümüz var yaşamak için: Bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez.” Maalesef bu tür aşağılıkların bol miktarda bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz.

Kendi çıkarları ve menfaatleri uğruna dünyayı yakabilecek insanlar görüyorum, sayıları hiçte azımsanmayacak düzeyde olan bu insanlar, vaatlerle, yalanlarla, parayla, iftirayla ve en kötüsüyse dürüst ve asil görünerek yüzlerinde maskeyle ve bu maskenin örtmeye yetmediği korkunç gerçek yüzleriyle ortalıkta dolaşmaktalar. Kimi zaman makam ve mevkii sahibi olarak, kimi zaman sıradan vatandaş olarak karşımıza çıkmaktalar.

24 Şubat 2017 Cuma

KURTARICIMIZ KİM OLACAK

Modern çağ üç kesimi öne çıkartmıştır. Aydınlar, yüksek bürokratlar ve iş dünyasının yöneticileri. Toplumun yönlendirilmesinde bu üç gurubun etkisi en üst seviyededir. Biz düşüncelerimizi aydın üzerinde yoğunlaştıracağız.
Aydın kavramı fikirlerin üretilmesine, iletilmesine ve eleştirilmesine katkıda bulunan dar bir kesimi içine almaktadır. Peki, entelektüel ile aydın kavramları aynı mıdır? Batı basınında “intellectual” kelimesi ile ifade edilen kavram, Türk matbuatına “aydın” kelimesi şeklinde geçmiştir. Eskiden buna “münevver” denilirdi. Tenvir edilmiş, nurlandırılmış, aydınlatılmış, ışıklı.
Günümüzde kullanılan bir kelime var ki münevver kelimesini karşılamaz. Bu kelime entelektüel kelimesidir. Entelektüellerin fikir üreten kişiler olmadıkları, yeni düşünceler ortaya koymaktan çok, duyarlılık uyandırmaya çalıştıkları kabul edilir. Entelektüellerin yani dilimizde aydın olarak karşılanan kimselerin en büyük yanlışı manevi değerleri inkâr ederek kendilerini ifade etmeleridir. Vahye dayalı bilgiyi saf dışı ederek, evren hakkında sağlıklı, mantıklı fikirler üretmek ve varlığı kavramak mümkün değildir.
Merhum Cemil Meriç, Türk aydınından “Türkçe konuşan Fransız” diye bahseder. Çünkü Türk aydını kendi öz kaynaklarından beslenmeyen kökü dışarıda bir zihniyetle yetişmiştir. Aydın dediklerimizin ortaya koydukları düşünceler başka coğrafyalar açısından kabul edilebilir, tatbik edilebilir olsalar bile bu toplumun genetiği ile taban tabana uyumsuzdur. Hatta toplumu aşağılamak, “bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam” gibi vasıflandırmalarla tahkir etmek alameti farikalarıdır. Aydın olarak isimlendirdiğimiz bu tipleri toplum olarak bu yüzden dışlamışız, bizden biri olarak görmemişiz.
Pozitivist bir anlayışla yetişen Türk aydını genel özellik olarak; kafa karışıklığına sahiptir. Batı uygarlığının gelişmiş olması aydınımızı etkilemiş, teknolojik üstünlüğün erdem olduğu vehmine kapılmışlardır. Hakikatte; olayları, olguları doğru bir şekilde analiz etmemizi mümkün kılan düşünce ve kültürdür. Kendi kültüründen ve tefekkür kodlarından uzaklaşmış aydından bunu bekleyemeyiz.
Rasim Özdenören “Entelektüalizm, büyük ölçüde soyutlanmaya dayanan tehlikeli bir düşünme tarzı olduğu için, bu düşünme tarzı, insanı bütünü ile kurgusal bir dünyaya ulaştırabilir.” diyerek entelektüelimize bakış açımız konusunda bizleri uyarmaktadır.
İlim fark edilir bir yapıya sahiptir. Ancak ilimle kendini fark edilir kılmak bizdeki entel kelimesiyle karşılanabilir. Kuranı Kerim “kitap yüklü merkep” tabirini kullanılmaktadır. Bu tabir ilminin fiillerine bir katkısı olmayan insanlar için kullanılmıştır.
Her şeyden önce insan, gerçek anlamda kendini tanımak zorundadır. Daha farklı bir anlatımla insan haddini bilmelidir. Bu da ancak insanın kendi yerinin farkında olmasıyla sağlanabilir. Kulluk kelimesi yerimizi belirleyen bir anlayışı bize kazandırabilir. Günümüzdeki sıkıntıların temelinde, aklıyla ve bilgisiyle inancını barıştırabilen gerçek münevverlerin istenilen düzeyde olmayışı vardır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, toplumun en büyük sorunu toplumu yönlendirecek münevver sorunudur. Sorunların çözülebilmesi için ise ilk önce entelektüel sermayeye yatırım yapılmalıdır. Bunun için de düşünceye değer verilmelidir.

Toplumunun genç nüfusunu, günübirlik davranmaktan ve slogancılıktan korumalı, onlara tefekkür ortamı sağlanmalı. Geleceğin liderlerini de oluşacak bu ortamda aramalıdır. Hemşehrimiz Prof.Dr. Necmettin Tozlu bunu “dehanın merkezi” tamlamasıyla ifade ediyor.

MÜNEVVER ARIYORUZ

Aydın problemi ya da aydın yabancılaşması tanzimattan beri yaşadığımız en önemli problemlerden biridir. Osmanlı son dönem aydını Batı’yı analiz ederken Osmanlı coğrafyasındaki geri kalmışlığın verdiği eziklikle olaya bakıyorlardı. Bu sebeple iki kültür ya da toplum arasındaki farkı yanlış okudular. Oldukça yüzeysel bir bakış açısıyla batıyı taklit etmekle bütün problemlerin hallolacağı vehmine kapıldılar. Kendi kültür kodlarına dair bilgileri de yüzeysel olan bu rical belirli bir sabiteden yoksundular. Kendi kültürünü anlayamayanların başka kültür ve uygarlıkları anlamaları yeni bir medeniyet tasavvuru geliştirmeleri elbette beklenemezdi.
İnsanın zihniyetini kavramlar belirler. Medeniyet bir anlamda kavramların hayat bulmasından ibaret. Kendi kavramlarına yabancı olan aydınların başka uygarlıkları kavramaları mümkün olmaz. Bu durum aydınımızda seçicilik kabiliyetinin yok olması sonucunu doğurdu. Bu hastalık kendini küçük görmekle başlayan ve hayranlıkla devam eden ve taklide kadar varan bir süreci izledi.
Estetikten çok gösterişin hâkim olduğu, batı kültürü bizim aydınımızı büyülemişti. Batının sömürgeci tarafını göremeden modern kentleşmeyi uygarlık olarak algılayan aydınımız bizim de batıyı taklitle ilerleyeceğimizi düşündü. Olayların görünen kısmının arka planında batının sömürgeci zihniyeti vardı. Coğrafi keşifler sonrasında İspanya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler tüccar devletler haline geldi. Gittikleri her coğrafyayı sömürdüler. Gittikleri her yerin zenginliklerini kendi ülkelerine taşıdılar. Görünen ihtişamın arkasında kan, gözyaşı, kölelik ve sömürü bulunuyordu.
Aslında batıdan alacağımız bir medeniyet veya kültür yoktu. Sadece teknolojik gelişmeler, uygarlık diye tanımlayacağımız şeyler. Batı kültürü teknolojiyi putlaştırmıştı. Bizim aydınımız bu durumu fark edemedi. Uygarlık dediğimiz şey eser ve üründen ibaretti. Medeniyet ise inançların beslediği bir ahlak nizamı. Bizler sahip olduğumuz bu hazineyi teknolojik ürünlerle değişmeye karar verdik.
Aydınımızın batının tekniğine olan hayranlığı önce sanat ve edebiyata, sonra yaşayış ve düşünceye sıçradı. Müzik bizde manevi bir duygulanma biçimi iken batıda hayattan kaçma eylemi olarak görülüyordu. Bütün değerlerin maddeyle ölçülebileceği bir anlayışları vardı.
Muharref Hıristiyanlık ile Roma ve Yunan’dan intikal eden pagan kültürün Hümanizme dönüşmesi bize “hürriyet, musâvât, adalet” şeklinde ihraç edildi. Ziya Gökalp’in tanımladığı gibi “karşı konulmaz bir medeniyet” telakkisi ile batı uygarlığı kurtarıcı olarak görüldü.
Çocuk bakmayıp, köpek besleyerek bir hayvana köle olan, sokaklardan hayvan pisliği toplamayı ilericilik kabul eden, evlerinde mutfak bulunmayan batı kültürü nasıl bizim medeniyetimize galebe çalabilirdi. Ancak işin bu vechesini görecek derinlikte aydınımız yoktu. Bu aydın tipine “müstağrip aydın” diyebiliriz. İşte bu aydın tipi günümüze kadar zihin dünyamızı şekillendiren aydın tipidir.
Bu gün de Batı denilince ağzı açık kalan, batı kaynaklı her şeye kurtarıcı gibi sarılan, onlarda bir fevkaladelik gören, yeri geldiğinde kendi ülkesini, milletini, medeniyetini yerden yere vuran aydınımız yok değil. Olaylara bir mütefekkir gözüyle bakamayan bu sığ kafalı taşra aydınlarını her yerde görmemiz mümkün.

Münevver mi dediniz? Onu her yerde mumla arıyoruz. Bulanlar haber versin.

KAHT-I RİCAL

Modern zamanlarda insanın iç acıtan yalnızlığı üzerine, modern yaşamın sürükleyip içimize yığdığı çer/çöpün insanda oluşturduğu dereke üzerine kafa yoran ve bizi uyandırmaya çalışan seslerden yoksunuz. Sadece Türkiye’de değil, dünyada da içimizi ferahlatan, insanın varlık yarasına bir merhem sunan sesler, şov dünyasının kalabalığında epey cılızlaştı. Hâlbuki iç dünyamızı aydınlatacak, bir nevi tezyin edecek Mevlana’dan Nizamülmülk’e Batı/doğu ekseni boyunca insanlığa sunacak ufku olan, sürekli yenilenmenin şaşırtan hazzını bize tattıracak nice büyüğümüz var.
Günümüzde de bu tür insanlar mevcut olabilir. İnsani değerlere sahip derinlikli bir altyapı sunan erdemli insanların sesi maalesef modern çağın gürültüleri arasında kaybolup gidiyor. Böylece ahlak ve özgürlük, erdem ve hukuk, değer ve ahlak üzerine kurulu medeniyetimizden tevarüs ettiğimiz irfan mektebinin işlevini kaybetmesi bizi farklı izleklere taşıyor ve aklımızın bizi yönetemez hale geldiğini görüyoruz.
Mevlana’nın pergel misaline bir atıf yaparak şunu tekrar etmem gerekiyor. Bir ayağı kendi değerlerinde; diğer ayağı onun çevresinde olan bir pergel metaforu bizim uzun uzadıya anlatmak istediğimiz düşünceyi özetliyor.
Aydın olmayı bilgiye indirgeyen ve bilimi ilahlaştıran pozitivist bakışla bu pergel metaforunu anlamamıza imkan yok.  Allahu Tealanın akılla donatarak yarattığı canlı olan insanın tekamül edip gelişebileceği en temel zemin olan tefekkür vasatının oluşturulması ile medeniyet üretilebilir.
Hikâye şöyledir: Ulu bir çınar ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki, çınar ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse çınar ağacıyla aynı boya gelmiş. Bir gün dayanamayıp sormuş çınara: "Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?" "50 yılda" demiş çınar. "50 yılda mı?" "Ben iki aylığım seninle aynı boya geldim bak!" "Doğru" demiş ağaç. Mevsim sonbahara dönünce kabak önce üşümeye sonra yapraklarını dökmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle çınara; "Neler oluyor bana ağaç?" "Ölüyorsun" demiş çınar... "Peki niçin? " diye sormuş kabak. "Benim elli yılda geldiğim yere, sen iki ayda gelmeye çalıştığın için."

Meseleye böyle bakınca, tarih boyunca tecrübeler arşivleyen toplum, milyonlarca insanın sonsuz sayıda bakış, söz ve hayali ile oluşan tefekkür, insanlığın ortak üretimi medeniyet, girift ve zamanın içinde ileriye ve geriye doğru bizleri sarmalayan irfan bizi pişirmemişse münevverden söz açamayız.
Yukarıda sözünü ettiğimiz büyük kültür zemini ile irtibatımızı koparan, düşünüş ve yaşayış olarak köksüz bir varoluşa sürükleyen hatta düşünceye uyuz it muamelesi yapan anlayış, bunun sonucu olarak ufuksuz bir toplum yapısı vücuda getirmiş oldu. Merkeze erdemi koymayan, bunun yerine popüler kaynaklı bilgi, devamında üretim, reklam, tüketim ve diğer modern saçmalıkları koyan bakış açısı ve onun oluşturduğu felsefe, medeniyet kuran değil, günübirlik yaşayan toplumlar derin değil sığ bir dünya önermekte.
Cemil Meriç, Kırk Ambar’ında şöyle der: “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan, uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs”tür.

Bu girdaptan çıkışın tek yolu kendi münevverimizi yetiştirmekten geçiyor elbette. 

DİLİM DİLİMİZ

Düşüncenin taşıyıcısı dildir. Kültürün taşıyıcısı da dildir hakeza… Dil Medeniyet inşasında en önemli yapı taşıdır. Dilimizde son bir asırdır meydana gelen yozlaşma millet olma bilincimizi erozyona uğratan en büyük etken.
Milletlerin maddi ve manevi yaşayış düzeyi, dilinin düzen ve yetkinliğiyle doğru orantılıdır. Bir milletin dil gururu, gelişmiş ve kültür, bilim, eğitim, sanat alanlarında kullanılmasıyla sağlanabilir. Dil bilinci vahdeti sağlayan bilinçlerin başında gelir. Bizim bugün için böyle bir bilince sahip olduğumuzu söylemek güçtür.
Atalarının yazdığını okuyamayan nesillerin tarihle olan bağlantıları kesilir. Anadilinin imkânlarını iyice bilmeyen nesiller edebiyat üretemezler. Bu tür toplumların siyasal, kültürel, ekonomik bağımsızlıklarını uzun süre koruyamayacağı tarihi verilerle sabittir. Dillerine özenen milletler kendi bilimsel mefhumlarını, kendi anadillerine uygun biçimde oluşturabilmişlerdir. Bir milletin fertlerinin özellikle okuyan, yazan kesimin başka milletlerin dil yayılmacılığını gönüllü olarak kabul etmesi bir mankurtlaşma sürecidir. Bu tür olaylar tarih boyunca sık gözlenmiş olaylardır. Biz de bugün bunu yaşıyoruz.
Tarih geçmişi değil, geleceği okumamıza yardımcı olursa bir işe yarar. Bunun için tarihin bilinmesine ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç toplumun tamamı için geçerlidir. Yoksa bir takım akademisyenlerin ya da toplumun bir kesiminin bunu bilmesi bir şeyi değiştirmez.
Kültür yayılmacılığının pompaladığı yabancı dil hayranlığının dilimizdeki tahribatını görmezden gelen bir aydın kesimi var. Hatta bunu bilinçli olarak yapan bir kesim. Yetmiş milyon Türk halkına günün yirmi dört saati Türkçe yayın yapan televizyonlarda konuşulanların birçoğunu halk anlamamakta.  İşyerleri ve eğlence mekanlarının adları yabancı dilde yazılırken, hiç kimseden tepki görmemesi, belediyelerin bu konularda duyarlı davranmaması milli dil bilincinin yitirildiğini gösteren en açık delil.
Bu gün Gümüşhane gibi bir küçük Anadolu şehrinde bile tabelalara bakınız kaç tanesinin yabancı kelimeler olduğunu göreceksiniz.
Küreselleşmenin teknik ve ekonomik hegemonyası kültürel ve dil alanındaki yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. İnsanların dil bilinci köreltilmiş, yabancı dil hayranlığı oluşturulmuştur. Yabancı dilde eğitim ve diploma; işyerlerine yabancı sözcüklü adlar vermek moda olmuştur. “Şarküteri” yazan bir dükkân sahibine bunu “domuz eti satılan yer” manasına geldiğini söylediğimde şaşırmıştı.
Velhasıl bütün alanlarda kullanılan Türkçe tanınmaz duruma gelmiştir. Sosyal medya dediğimiz alanda yazılanlara bakınız. Maalesef anlaşılmayacak Afrika kabile dillerine benzeyen bir dil kullanılıyor. 
Sanal dünyada yaşananlar derin bir patolojiye işaret eder. Şiiri, muhabbeti ve dili sanal dünyanın dumura uğratmasından, çürütmesinden dolayı gelecek nesillere karşı sorumlu olacağımız için kafamızı ellerimiz arasına alıp ikinci kez düşünmenin zamanıdır.
Para, maddi şeyleri değerlendirmekte kullanılan bir araçtır. Manevi değerlerin parayla değerlendirildiği ortamlarda söylenecek fazla sözün kalmadığı dile getirilebilir. Ancak derununda irfan ve vicdan kırıntıları kalanlara Cemil Meriç’in kelimeleriyle seslenmek gerek.

Cemil Meriç öyle diyor: “Kamus, namustur.”      

KAOSDAN DOĞAN İMKAN

İslam Dünyası'nın içinde bulunduğu durum maalesef kaos olarak ifade edilebilir. Ancak kaos yeni bir çıkışın işaret fişeği olabilir. Bizi umutlandıran İslam dünyasındaki uyanışın hiçte yabana atılacak cinsten olmadığıdır. Batı bu uyanışı “terrorism”, “Fundamentalism” gibi kelimelerle aktarmaya kalkışsa da bir uyanışın olduğu kesin. Bu durumu manipüle etmek için dünyanın her yerinde yeni stratejiler üretilebilir. Nitekim “Arap Baharı” diye sunulan olaylar böyle bir arkaplana sahip. Son günlerde Türkiye üzerine oynanan oyunlar, Batılı devletlerin Türkiye’ye karşı teröristlere verdiği destek bu açıdan değerlendirilebilir.
Mısır'da yaşanan darbe ve katliamlara Batı'nın ses çıkarmaması, Suriye ve Irakta terör örgütlerine ağır silah temin etmeleri demokrasi diye tutturdukları anlayışa kendilerinin de inanmadığını gösteriyor. Aslında dünya kamuoyunda algı oluşturmalarının sebebi İslamın insanlarla buluşmasının önünü kesmek. Dışarıda bırakmak istedikleri İslam.
Sonuçta kendi inandıkları demokrasinin işlevini yitirdiği, siyasal alanın tamamen manipülasyona evrildiği ve ahlaki tüm iddiaların güncel stratejilere kurban gittiği bir kaos ortamı istiyorlar. Teknolojik olarak İslam dünyasının ileri seviyede olmaması Allahtan başka bir umudunun kalmadığı bir imkanı da içinde saklıyor.
Batı düşüncesinin insanlığa vereceği bir hedef yok. İnsan vicdanına seslenmiyor batının uygarlığı. Sadece insanları sömürmenin kamufle aracı olarak demokrasi denen şeyi dillerinden düşürmüyorlar. Üretilen stratejilerle gerçekliğin önüne çekilen perdeler hem Müslüman ülkelerdeki dindar olamayan kesimlerin hem de batıda arayış içerisinde olup İslamı araştırma safhasında olan kesimlerin İslamla aralarına engel konulmasıyla sonuçlanıyor.
Zulüm, gerçeğin değiştirilmesi, hak olmayanın tahakkukudur. Dualarımızda her zaman besmele ve hamdeleden sonra, “düşmanlık sadece zalimleredir” sözünü tekrarlarız. Hakkın hatırı için haktan yana olmalı değil midir Müslüman? Batının zalim tarafını yüzlerine karşı söyleyecek duruma geldiğimiz için özellikle Türkiye’den hiç hazzetmiyorlar. Bu sebeple canilere, hapis kaçkınlarına, teröristlere en üst seviyede kucak açıyorlar. Bu şekilde Türkiye’den intikam aldıklarını düşünüyorlar.
Gerçekliği sınırlamaya dair her söz, arizîdir, gerçeği örten her şey batıldır. Tevhid, bir ikrardır ve kendimizi bütünlüklü hale getirmek için vardır. Türkçe karşılığı da “birlik”tir tevhidin. Batı karşısında başarılı olabilmek için, insanlar arasında adaletin ve özgürlüğün gerçek anlamda varlık kazanabilmesi için, önce kendimizin parçalılıktan kurtulması gerekir. Medeniyetimizi yeniden üretebilmek siyasal sınırlar, tüm tarihi angajmanlar, tüm tarihsel kimlikler, tüm mezhepsel fetişizmler, ekonomik kaygılardan uzaklaşmamızla mümkün. Düşüncelerimiz pozitivist bir yaklaşımla şekilleniyorsa Müslüman duruşumuzu yeniden sorgulamak durumundayız.
Yeniden medeniyetimizi küllerinden inşa etmenin yolu, bizi belirli bir coğrafyaya hapseden, küçük farklılıkları arkaya iterek genel adalet perspektifinden bakmakla mümkündür. Pozitivist felsefeyle oluşan düşüncelerimiz bazen hakikati yakalamada birer maniadır. Dolayısıyla insani karar verebilmek; islami perspektiften bakmakla mümkündür.
Sözü şöyle bağlamak istiyorum. İslam coğrafyasının içinde bulunduğu kaos durumu bende bir umut ışığının habercisi. Çünkü karanlığın en koyu olduğu demler fecre en yakın demlerdir. 

FİRAVUN DAVRANIŞI

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o bozgunculardandı. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım. Yeryüzünde onları kudret sahibi kılalım ve onların eliyle Firavun'a, Hâmân'a ve ordularına, çekine geldikleri şeyleri gösterelim. (Kasas, 4–6)
…Ve Firavunlar iyi bildikleri şeyi icra ettiler. Öldürmeyi seçtiler. Çünkü onların bundan başka bildikleri bir şey yok.  Firavun da öyle yapmıştı, erkekleri öldürüp kızları bırakmıştı. Böyle yaparak saltanatının daim olacağını zannetmişti. Bu sebeple hep öldürdü. Ama zannettiği gibi olmadı. Biz bulunduğumuz konumdan bunu çok iyi görüyoruz. Firavunlar ise görmemekte ve anlamamakta direndiler. Anlamadığı anlamak istemediği, bilmediği, bilmek istemediği o sonla karşılaştı. Kendi eliyle yetiştirdiği, büyüttüğü Musa onun saltanatına da zulmüne de son verdi.
Firavun ve yandaşlarının onca tecrübeye rağmen bildikleri tek şeyden vazgeçemediklerini tekrar gördük. Adeviyye’de hortlayan Firavun ve yandaş dünya yine öldürdü, bilmek istemedikleri o sonu unutarak. Binlerce şehit ve yaralı. Kadın çocuk demeden öldürdüler. Halkının üzerine ölüm kusan bir ordu. Bir batılı yazar şöyle demişti: “İslam ülkeleri kendi ordularının işgali altındadır. Mısırda bu söz doğrulandı. Adeviyyede olanlar, onursuzca yaşamaktansa onurluca ölmeyi tercih ettiler.
Hz. Ömer: “Dicle kenarında kaparsa bir kurt koyunu/ Gelir de adli ilahi Ömerden sorar onu” diyerek müslümanın örnek davranışını gösterdi. Bizim Mısırla ne ilgimiz var diyenlere söylenecek söz, nerede insan varsa ve zulme uğramışsa orada müslüman olmalı'dır.
Maalesef tavrımızı haktan yana değil de güçlüden yana koyuyoruz. Alkış tutuyoruz zalimlere. Zulme rıza gösteriyoruz çoğu zaman. Mazlumların yanında yer almaya cesaret edemiyoruz. Prensiplerimiz yok, duruşumuz yok. Flu bir resim çiziyoruz. Hayatımızın anlamı olacak temel mesnetten, istinatgâhtan yoksunuz.
Batı'nın mısırda verdiği sınav çok kötüdür. Müslüman karşıtı olmak için darbeyi desteklemek, militarist görüntü vermek umurlarında bile değil. Biz batının bu ikiyüzlülüğünü her zaman gördük. Artık şunu iyice anladık ki bunların insanlığa kandan gözyaşından başka verecek hiçbir şeyleri yok. Adaletmiş, özgürlükmüş, demokrasiymiş hepsi palavra. Tavırlarını zalimden, hırsızdan, gaddardan, hainden, zorbadan, Tirandan, Nemruttan, Şeytandan yana koyuyorlar.
Tekrar Musa kıssasına dönecek olursak, Firavunlar Musa’larını kendileri yetiştirirler demiştik. Bugünkü Firavun ve yandaşları da öyle yapıyorlar.
Firavun ve yandaşları anlamak istemese de bu böyledir. Bunu anladıklarında çok geç olacağını bilmelidirler. Tıpkı Firavun anladığında geç olduğu gibi.
‘’İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, "İsrailoğulları'nın iman ettiğinden başka, hiçbir ilah olmadığına inandım. Ben de Müslümanlardanım" dedi. Şimdi mi? Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.’’ (Yunus, 90–91)

‘’Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler." (Yunus, 88)

ANILARA SAHİP ÇIKALIM

Çocukluğumda; iki göz bir evimiz vardı. Birde dedemin kaldığı bir oda. Sonradan birkaç ekleme yapıldıysa da mütevazı bir köy evinde geçti çocukluğum.
Hayatın inceliklerini keder ve elemini öğrendiğim; bana okuma zevki aşılayan dedem, her yemek sonrası ellerini açar Rabbine verdiği nimetler için şükrederdi.
Onun şükrüne değişik vesilelerle tanık idik. Mesela sobanın üstünde kaynayan bir çaydanlık, kızarmış ekmek kokusu. Sebzelerin büyümesi, yağmurun yağması…
Dedem hayatı derinden yaşardı. Derinden yaşamak dediğim şey; eldeki nimetin kıymetini bilmekten gelen ağız tadı, gönül huzuru ve büyüklerin hep anlatacak bir hikâyelerinin olması.
Duygularımızı ifade etme biçimini de aile içinde öğreniyoruz. Ama öğrendiğimizi dile getirme biçimimiz; yaşadığımız muhitin, aldığımız eğitimin ve elbette meşrebimizin ortak izleğinde değişip dönüşüyor.
Sözü getirmek istediğim yer şurası. Biz evimizi bir yuva olarak görür, orada huzur bulurduk. Günümüzün gençleri ve çocukları ailelerinden, mal, mülk biriktirme hikâyesi dinliyor en fazla.
Hayatı şikâyet üzere yaşayıp, maddi durumumuzun başkalarınınkinden daha kötü olduğunu çocuklara anlatırken şükürsüz bir nesli yetiştiriyoruz farkında olmadan. Oysa gençler didaktik bir tonda anlattığımız özel tarihimizin değil, her gün hayat sloganı olarak tekrarladığımız cümlelerimizin etkisinde kalıyor daha ziyade.
Biz şükrümüzü kaybettik, çocuklarımızdan ne bekleyebiliriz. Onlarda bizden gördüğünün daha ötesini istiyor. Daha… Daha denilen şey hayatımızı cehenneme çeviriyor. Daha modelli araba, daha hızlı bilgisayar, daha modern ev eşyaları, daha fonksiyonlu telefon… Bir anaforun içinde kaybolup gidiyoruz.
Eskiden çok şeyimiz yoktu; ama huzurumuz vardı. Mahalle bizim evimizdi. Nohut oda bakla sofalara değil, mahallenin genişliğine kanat çırpan özgürlüğümüz vardı. Bir mahalleyi, bir köyü kucaklayacak gönlümüz. Şimdi lüks hapishanelerde ömür tüketiyoruz.
Şimdilerde toplu konutlar, rezidanslar, yalılar, köşkler, villalar, lüks daireler... Durmadan yenileri yapılıyor. Herkesin kalacak yeri oluyor. Ama hiç birisinde bir yuva sıcaklığı bulamıyoruz. Taşındığımız her evden ve mahalleden anılarımızı terk ederek taşınıyoruz.
Galiba hiç kimsenin 'yuva'sı yok. Yuva vatan duygusunun gelişmesi için lüzumludur. Yuva, mesken aidiyeti bizi mahalle, şehir aidiyetine o da vatan aidiyetine götürür. Anılarla bizi kendisine bağlayan zemine vatan diyoruz. Şair şöyle diyor: Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.
Sahillerden, tabiattan vazgeçtik. Gümüşhane’de bile gökyüzünü göremeyeceğiz. Tabiattan uzak yuvasız nesiller aidiyet duygusunu da kaybediyor. Mahallesini kaybeden her şeyini kaybediyor çünkü. İlk başta hafızasını, huzurunu, şükrünü…

'Hafıza' gidince... Kaybettiklerimizi fark etmemiz, idrak etmemiz mümkün olmuyor doğal olarak. Vatan duygusunu kaybedenlerin vatanını kaybetmeleri mukadderdir. 

DUALARIMIZ DEĞİŞSİN

Biz eskiden kanaat toplumu idik. Şimdilerde ise kanaat kelimesi uzağımıza düştü. Satın alma fetişizmi. Taksitle ya… Kredi kartımız da var. Hem de puan veriyorlar. Evdeki televizyonun bir üst modeli çıkınca hemen mağazada alıyoruz soluğu. Cep telefonunun yeni modelini aramak için fellik fellik internet sitelerinde dolaşıyoruz.
Hiçbir ilâhi emir insanı mahrum etmek için değildir. Aksine dünya ve ahiret saadetine erdirmek içindir. Zaten Allahu Teâlâ dünyayı da ahireti de insan için yaratmış; âlemi insanın hizmetine vermiştir. İnsanın gıdası, giysisi, barınması, bilumum ihtiyaçları karşılansın diye âlemi yaratan O’dur. Yarattığı nizamla da, ihtiyaçların her zaman karşılanır olmasını sağlamıştır.
Rabbimizin insana lütfu da yalnızca dünya nimetlerinden ibaret değildir. O’nun vaad ettiğinin yanında dünyada olanların kıymeti pek küçüktür. Fakat küçük büyük her nimet şükredilmeyi, gönülden bir teşekkürü hak eder.
Kanaatkârlık İslâmî ve ahlakî bir erdem olup, yüce dinimiz İslâm kanaati ve kanaatkârlığı övmüş; hırs, tamah ve açgözlülüğü ise yasaklamıştır. Yeryüzünde bütün ızdıraplar, aza kanaat etmemekten doğar. Kanaat demek, ihtiyacından fazla kalan kazancını bir yere yığmayıp, İslamiyet’in emrettiği hayırlı yerlere vermek; fakirlere, kimsesizlere, hastalara; cihad edenlere yardım etmek demektir.
Modern devirlerde yaşayan insan ihtiyaçlarının sınırsız olduğuna inandırılmıştır. Daha doğrusu kapitalist anlayış tarafından ayartılmıştır. Bu sebeple modern dünyada yaşayan insanın eline ne kadar para geçerse geçsin kendisi için harcayacaktır. “İhtiyaçtan fazla” diye bir kavram onun lügatında yoktur.
Cenab-ı Mevlâmız: “Allah’ın, kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında, özellikle kıyamet gününde müminlerindir.” buyurarak, kanaat anlayışımızın nasıl olması gerektiğini bildirir. Fakat O, dünyanın temiz ve helâl nimetlerinden istifade etmemizi buyurduktan sonra, israf etmememizi emretmiştir. Çünkü israf, haddi aşmak, bir bakıma asi olmaktır.
Belki de modern zamanlarda şöyle dua etmeliyiz:
Allahım, dijital müsriflikten, tüketim yarışının bir ferdi olmaktan aklımı muhafaza et.
“Bütün komşularda var bende neden yok” düşüncesinden kalbimi halas eyle.
Reklamlara inanmaktan ve tüketim çılgınlığının bir parçası olmaktan beni ve bütün ailemi muhafaza eyle.
Bir canavar edasıyla gözlerini ceplerimize dikmiş, vitrinleriyle bizi ayartmaya çalışan AVM’lerden bizleri uzak eyle.
Kredi kartıyla tüketince 'bonus' biriktirmenin kazanç değil kayıp olduğunun izanına ulaştır. Markanın kariyer sayıldığı ortamlardan bizleri sen koru.
Para ile saadetin olacağını düşünen ve sıkıldığında alış veriş yaparak rahatlayan gafillerden bizleri eyleme.

Sanki yedim diyerek biriktirdiği paralarla cami inşa edenlerin kanaatine bizleri de ulaştır. Âmin...

BATININ OYUNLARI

Batı uygarlığının, dolayısıyla modernleşme/sekülerleşme biçimlerinin, insanın "özgürleşme" çabası olduğu yönünde -oldukça yaygın- bir yanılgı var. Batı düşüncesi insanı maddenin, makinelerin kölesi yapmıştır. Özgür olduğu zannı batı insanının rahat hareket etmesini sağlamakta; oysa bu, büyük bir yanılsama.
Bu gün batı dünyasında insanların özgürlüğünün elinden alındığını dile getiren düşünürler var. Ancak bu insanların sesi makine gürültüleri arasında, medyanın çok sesliliği arasında kaybolup gitmektedir. Hatta bu şekilde düşünen insanların bilinçli bir şekilde itibarsızlaştırılması söz konusu.
Seyyid Hüseyin Nasr'ın şöyle bir tespiti var, diyor ki: “Modern uygarlık eleştirici bir zihin ve nesnel bir eleştiri gücü geliştirmiş olmaktan gurur duyuyor, oysa gerçekte aslî anlamıyla bilinen uygarlıklar arasında Batı uygarlığı eleştiri gücü en az olanıdır; çünkü kendi yapıp etmelerini eleştirecek ve yargılayacak nesnel ölçütlere sahip değildir.” William McNeill, Avrupa Tarihinin Oluşumu isimli kitabında, Avrupa tarihinin "özgürlükler tarihi" olduğu fikrinin, "icat edilmiş bir efsane" olduğunu söyler ve bu gerçeği, çeşitli açılardan tartışarak bütün boyutlarıyla gözler önüne serer.
Tanrı kavramının yerine ilerleme kavramının ikame edilmesi batı insanını modernizmin mahkumu haline getirmiştir. Burada asıl ıskalanan insanın mutluluğudur. İlerlemiş toplumların mutlu toplumlar olduğunu iddia edemeyiz. Batı, maddi uygarlığın daha önce hiç görülmedik bir biçimde gelişmesine neden olmakla birlikte büyük insani ve çevresel ızdıraplara yol açmıştır. Uygarlığın ürettiği silahlar bu gün dünyada mazlumların gözyaşı dökmesinin tek sebebidir. endüstriyel gelişimin zehirlediği tabiat, su kaynakları, hava, emek sömürüsü, yer altı zenginliklerinin yağmalanması modern batının karanlık yüzünü oluşturmaktadır.
Batı felsefesinin sömürülen insanlar tarafından algılanması, batıda ortaya atılan özgürlük, eşitlik, demokrasi gibi kavramların birer aldatmaca olduğu batı değerleri olarak bilinen ya da iddia edilen söylemlerin sadece batılılar için geçerli olduğunun farkına varıldı. Kısaca batı zihniyetinin iki yüzlü tavrı gün ışığına çıktı.
Batı zihin, nihai çöküşün önüne geçmek için, küreselleşme diye yeni bir din icat etti: görünüşte hiçbir dinin, felsefenin, gücün doğrudan düşman olarak konumlandırılmaması; yapılacak mücadelenin dolaylı yollarla, ayartıcı şekillerde sürdürülmesidir. Karşılarına çıkacak her türlü gücün -ki bu İslam’dan başkası değil- bir şekilde direnç noktalarının kırılması ve böylelikle küresel sisteme entegre edilerek itiraz imkânlarının yok edilmesi ana düşüncedir. Müslümanlar arasında ortaya çıkan radikal örgütler bu gaye için batı tarafından kurulup desteklenmektedir.
Freudun tespitleri çok önemlidir: “Uygarlığın eğitimli insanlardan ve beyin emekçilerinden kopması için bir nedeni yoktur. Bu insanlarda uygar davranışa yönelik dini güdüler gürültü patırtı çıkarmadan yerini laik güdülere bırakacaktır. Ama uygarlığa düşman olmak için her türlü nedene sahip olan eğitimsiz, baskı altındaki büyük kitlelerde durum farklıdır… Dolayısıyla ya bu tehlikeli kitlelerin acımasızca baskı altında ve entelektüel uyanıştan özenle uzak tutulması ya da uygarlıkla din arasındaki ilişkide köklü bir değişiklik yapılması gerekir.”

Tüketim toplumlarına dönüşen Batı-dışı toplumların hızla ve hazla sömürülmeleri son aşamadır. Batı dışındaki medeniyet havzalarının toplumları ne kadar çok tüketim toplumlarına dönüşürlerse, o kadar fazla köleleşecekler ve medeniyet iddialarını da yitireceklerdir.

KAPİTALİZMİN KULLARI

Kapitalizmin tarifini genişçe açıklamak mümkün. Konuyu basitçe anlatacak olursak, her şeyin değerinin para ile ölçüldüğü sistem olarak tanımlayabiliriz. Başrolde para olunca kapitalizm her zaman için apolitik insan modelini sever. Kapitalizmin bir ülkedeki en büyük faaliyeti düşünceden uzak kitleler yetiştirmektir. Halk “komformist” bir hale bürünmelidir. Kapitalizm elinde bulunan medya araçları aracılığı ile bu tür hayat tarzını kitlelere empoze eder.
Günümüzde egemen fikirleri, ideolojileri kapitalizmin ön ayağını oluşturan medya yönlendirmektedir. Bu yüzden batı sermayesi bilinçsiz bir toplum öngörüsünü medyayı iyi kullanarak gerçekleştirmektedir. İnsanları bilinçsiz köleler haline getirmek için bütün eforunu sarfeder. Ülkede eğlence, gösteri, yarışma, müzik, izdivaç vs. gibi kültürel yozlaşmanın zirve yaptığı tüm programlara ayrılmış olan süre beyin uyuşturma seansları süresidir. İnsanlar belli ölçüde kazanmayı ve harcamayı; böylece kapitalizmin kucağına kendisini bırakmayı uygun görür.
Dünyada ki ülkelerin birçoğunda insanlar düşünce üretiminde bulunmazlar. Geri kalmış ülkelerde bu oran çok yüksektir. İnsanlar sadece taraf olurlar. Her türlü hak arama pozisyonundan uzaklaştırılmış ve sadece ürettiğinden fazlasını tüketmek için yarış halindedir. Bu şekilde insanların hipnotize edilmesi medya sayesindedir. Bugün aydın sınıfının, bürokrat sınıfının bulunduğu büyük bir küme de bu kapitalist düzen içerisinde anlamsızca ve bilinçsizce ekranlara mahkûmdur. İnsanların ekran karşısındaki pasif konumu beyinlerin uyuşturulması için en uygun zemindir.
Batıda bilim siyasallaştırılmış ve batının sermayesine sermaye katmak amaçlı çalışmaktadır. Subliminal mesajlar beyinlerimizi alışverişe çoktan kodladı. Bir tüketim çılgınlığı, alışveriş fetişizmi... Aldığımız madde karşılığında verdiğimiz bir ömürle beraber ruhumuz. Özellikle de ağırlığı Müslüman bir toplum olan Türkiye’de inançlı insanların geldikleri nokta işin en vahim noktası.
Aile ve toplum kavramları medya aracılığıyla eritilmekte. Sadece batılı bir burjuvazi ve alt tarafta da ona imrenen ama onun gibi olmak için tüm değerlerinden, inançlarından, kültüründen, içinde bulunduğu sosyal yaşamdan bir anda kopacak ve kimliğini kaybedecek bir halk topluluğu üretilmek istenmiştir ve bunda da başarılı olunmuştur.
Fransız aydını Le Martin, Türkler ile ilgili hazırlamış olduğu kitapta şunları dile getiriyor, özetle: “Batılı güçler aynı geçmişteki Roma, Yunan kültüründeki gibi istila ettikleri toplumdaki tüm yerel kültürün, yaşamın, kültürün, edebiyatın, medeniyetin, örflerin üzerinde eritme operasyonuna giderler ve halkı bir anda silahla değil benliksizleştirme ile birlikte yok ederler ve sonra orayı talan ederler.” İşte bugün bizim yaşadıklarımız bundan, ibarettir. Batı bizim benliğimizi söküp almaktadır. Kimliksiz bir halkın sömürgeleştirilmesi de bir o kadar kolaydır.
Medya bizi tüketim ekonomisinin köleleri yapmayı başardığında bu ülkede sadece sermayeye, burjuvaziye, aristokrat elitlere hizmet etmeye devam edeceğiz. Tüketim çılgınlığına ses çıkartamayan bir toplum egemenliğini başkalarına teslim etmeyi peşinen kabul etmiştir.
Kapitalizm size sürekli olarak ihtiyaçlar çıkaracaktır. Bu yaşam tarzı normalleştikçe işler hiçte yolunda gitmeyecek, görünmeyen, zincirler, bukağılar artarak devam edecektir. 

TOLSTOY VE İNSANIN SERÜVENİ

Tolstoy’un “İtiraflarım” isimli kitabını okuyunca insanın serüveniyle ilgili düşüncelerinin nasıl bir ömür boyu kendisini meşgul ettiğini düşündüm. İnsanın hakikati bulması bir ömür boyu devam etmemeli. Hakikati erken dönemde bulup, ömrün kalan kısmını hakikat üzere yaşamak aklın gereği. Bu dünya geçici. Burada olan her şey fani. Dünyanın ve eşyanın faniliğini bilen insan hayatın kurgusunu bunun üzerine yapar. Geçici olana bel bağlamaz ve gönül vermez.
Eşyanın dünyası, yalnızca mülk âlemidir: O yüzden her şeye mâlik olmak, insanı Firavunlaştırır. Karun gibi her şeye sahip olmak ister, melikleşir. Melikleşmek şirkin adıdır. Hâlbuki insanın hedefi menzile varmaktır. Menzil insanı kâmil menzilidir. Oraya ulaşan insan meleklerden üstün hale gelmiştir. Melikleşen insan melekleşmekten ürker. Malik olduğu her şeyin elinden uçup gideceği vehmiyle hareket eder. “O gün onlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. 'Bugün hükümranlık kimindir?' denir; hepsi: 'Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır' derler.” (Mümin, 16)
Aslında doğru hareket tarzı mülk âleminin sunduğu imkânlardan yararlanarak melekût âlemine doğru yol almaktır. İşte bu rota insanın kurtuluşunu, ardından oluşan medeniyet tasavvuruyla da insanlığın kurtuluşunu sağlar. Kamil insan, özü hikmet olduğu için, hakikatin izini sürer. Her işini hikmetle görür. Çünkü yitiği odur, zaten hayat dediğimiz şey yitiğimizi arama ameliyesinden başka bir şey değildir.
İnsanı kâmil olmanın yolu peygamberler tarafından gösterilir. Peygamberler, Rahman'ın rahmet elçileri olarak, insanlığa hakikatin rehberliğini yaparlar. Peygamberler insanı dirilten ve hayata ruh üfleyen, dünyaya ve eşyaya anlam katan bir hakikat şarkısı bestelerler.
İnsanı kâmil yolunda atılan adımlar nebevî şuurla buluşma seanslarıdır. Hak ve hakikatle yoğrulan insan yitiğini bulmak ve hedefe kazasız ulaşmak derdindedir. Ne zaman ki, insan melekleşmek yerine melikleşmeyi tercih etti; nebevî soluk üstümüzden çekildi. İşte böylece biz hakikatin düz yollarından saparak dalaletin patikalarında kendimizi kaybettik.
İnsanın yeniden insanca bir hayata kavuşabilmesi için, insanlığı hakikatin düzlüklerine ulaştırabilmesi için ta derinden nebevî rahmet, adalet ve hakikatin sesine kulak kesilmeye ihtiyacı var. Melekleşme yoluna girmeye ihtiyacı var.
İnsanlığı diriltecek nefesi İsa budur işte. Yoksa çok daha Mehdi bekleyeceğimizi söyleyebilirim. Herkes kendisinin mehdisi olarak hareket edip, başkalarını melekleşmek iklimine çekmeyi dert edindiği gün meseleler hallolacaktır.
Kendimizden başlamalıyız, sonra yakınlarımızdan... İnsanları kendimize değil hakikate ve hikmete davet etmeliyiz. Kendine gelen insan hakikati bulmak konusunda acemi tavır sergileyemez.
Bu gün makama, mevkiye, paraya, pula, her şeye sahip olmak istemekle bir melikleşme sendromu yaşıyoruz. Her şeye sahip olarak daha rahat mesafe katedeceğimizi düşünüyoruz. Sahip olduklarımızın yolculukta bize ağırlık yaptığının farkında değiliz.
Bir İslam âliminin dediği gibi: İnsan için eşya gemi için su gibidir. Suyun fazla olması geminin daha rahat yüzmesi içindir. Su geminin içine dolarsa felaket başlamış demektir.
Melikleşmek ve melekleşmek derken bu ince çizgiyi iyi kavramak gerektiğini düşünüyorum. Seküler dünyada melikleşmenin daha kolay olduğunu ve çeldiricilerle dolu bir yola bizi davet ettiğini, melekleşmenin ise irade gerektirdiğini hatırlatmaya gerek yok sanırım.
Dünya fani, ölüm ani. Dünya kulağımıza melikleşmeyi fısıldarken, ölüm sessiz bir şekilde melekleşmenin kurtuluş olduğunu haykırıyor. Seçim insana kalıyor. Çünkü insan seçebilen bir varlıktır.
KISSADAN HİSSE

Sülün kuşu kekliğin kayalarda sekişine özenmiş ve onun gibi yürümeye karar vermiş. Uzun zaman kekliği taklit etmiş. Öyle bir gün gelmiş ki sülün kendi yürüyüşünü unutmuş; ama kekliğin yürüyüşünü de başaramamış. Onun için sülün kuşunun yürüyüşü çok çirkinmiş. 

KÜLTÜR FIRTINASI

Osmanlının yıkılışı bizim düşünce yapımızda bir dönüm noktasıdır. Batı karşısında yenilgiyi bilinçaltında kabullendik. Batının teknolojik başarısı janjanlı paketlerle bize medeniyet başarısı olarak empoze edildi.
Bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük, vatandaşlarına aşağılık duygusunu aşılamaktır. Böylece o ülke insanlarının zihninde, kendi kültürünün, ana dilinin, yaşam biçiminin işe yaramaz olduğu fikri yerleşir ve dünyanın başka havzalarındaki kültürleri taklit etmeye başlarlar. Bir ülkenin moral ve motivasyonunu yok etmenin en etkili yolu budur. Ne silahla başarabilirsiniz bunu, ne ordularla.
Seyrettiğimiz her film, her dizi, okuduğumuz her haber, her reklâm bu temel fikri işliyor. Gençlerin bilinçaltına senin, müziğin, giyim tarzın, kültürün, hatta dinin işe yaramaz. Yaşam biçimin yanlış. Sen ancak bir batılı gibi olur, onlar gibi davranır, Hıristiyan gibi hareket eder, onlar gibi giyinirsen bir değer ifade edersin. Bunlar olmadan bir “hiç”sin duygusu yerleştiriliyor. Medya vasıtasıyla bu duygular beynimizin içine boca ediliyor.
Dünyanın en güzel dillerinden birisi olan Türkçe, içine abur cubur İngilizce kelimelerin doldurulduğu argo bir anlaşma dili haline geldi. Şu anda bir Türk genci için marifet Türk gibi görünmemek. Amerikalıya, hadi o da olmazsa İtalyan'a, İspanyol'a benzemek. Hatta batıda gayri ahlaki gruplara benzemek, onların düşüncelerine yansıtan tişörtlerde ne yazdığını bilmeden giymek. Vel hasıl kendine yabancılaşmak; işte bir ülke böyle çökertilir.
Kulağına küpe takmayan, saçlarını jöleleyip yukarı dikmeyen genci kimse beğenmiyor, burnunda hızması, pazusunda dövmesi olmayana kimse iltifat etmiyormuş gibi bir algı oluşturuluyor. 
Desem ki, "Bu dünyada babasından, dedesinden utanan başka bir millet var mıdır, dedesinin yazdıklarını okuyamayan başka bir millet var mıdır? Büyük ihtimalle bu sorunun cevabı olumsuzdur. Nasıl bir millet bu hale getirildi? Beyinlere aşağılık duygusu empoze edilerek.
Gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki fark ülkelerin yaşı değildir. Mesela, Hindistan ve Mısır gibi ülkelerin ikibin yıldan fazla geçmişi olmasına rağmen fakirdirler. Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi 150 sene önce isimleri bilinmeyen ülkeler hatta daha ikinci dünya savaşından sonra kurulan İsrail gelişmiş ülkelerdir.
Doğal kaynakların var olup olmaması da zengin ülke fakir ülke arasındaki farkı belirleyici bir etken değildir. Japonya ufacık bir adaya sıkışmış, %80 arazisi tarıma ve hayvancılığa uygun olmayan bir ülkedir ama aynı zamanda dünyanın gelişmiş ekonomileri arasındadır. Ülke dev bir bir yüzer fabrika gibi dünyadan ham madde ithal eder, sonra da bütün dünyaya ürün ihraç eder.
Diğer bir örnek, kakao yetiştiremeyen ancak dünyanın en kaliteli çikolatasını üreten İsviçre’dir. 4 ay kadar kısa süren yaz döneminde toprağı da ekerler, hayvancılık da yaparlar. Bu yetersizlikte ürettikleri süt ürünleri en iyi kalitededir. Bu ufak ülke yansıttığı güvenli, düzenli ve çalışkan ülke imajı sayesinde dünyanın para kasası olmayı da başarmıştır.
Gelişmiş ve fakir ülkelerin yöneticilerini birbirleriyle karşılaştırdığınızda fiziksel olarak aralarında önemli bir fark bulamazsınız; fark, uzun yıllardır kültür ve eğitim yolu ile kafalarımıza işlenen değişik bakış açısıdır. Kalkınmış ülke insanlarının davranışlarını incelediğimizde, şu prensiplere inandıklarını görürüz.

Dürüstlük, sorumluluk, kanun ve kurallara saygı, başkalarının hakkına saygı, çalışkanlık, tasarruf ve yatırıma inanç, irade, dakiklik… Biz, doğal kaynaklarımız olmadığı için değil, yeraltı zenginliklerimiz olmadığı için değil; biz, doğru bakış açısına sahip olmadığımız için gelişmedik.

KÜLTÜREL İSLAM

Din ile kültür arasında bariz bir şekilde farklılıklar vardır. İslam, Allah tarafından gönderilmiş bir dinin adıdır. İslam kültüründen söz edilebilir mi? Dinin kuralları hayatımızın her anını kuşatması böyle isimlendirilebilir mi? Bu sorulara cevap verdiğimiz zaman konuyu kavramış oluruz.
 Müslümanlığın her ülkede birbirinden farklı pratiklerle hayata geçirilmiş olduğu gerçeğinin de göz ardı edilmemesi gerekir. Doğrudur. İslâm’ın gerek mezhep farklılıkları gerekse örfi uygulamalar neticesinde farklılıklar var. Meselâ, İran’daki uygulanmayla Tunus’daki ya da Türkiye’deki uygulama arasında benzerlikler bulunmayabilir. Kültür kelimesinin muhtevası İslam’ın bir kültür olmadığı sonucuna götürür bizi. Ancak İslam medeniyet üreten bir dindir, bunu unutmamak gerekir. Kültürler daha çok millî, medeniyetler evrenseldir. İslam bir medeniyet dinidir.
Aslında insanlar örflerini kültür kategorisinde değerlendirerek bunu İslam’la aynileştirmeye kalkıyorlar. Örfün İslam hukukundaki sıralaması göz önünde bulundurulursa örflerimizi İslam gibi görmenin yanlışlığını da anlamış oluruz.
Evimiz İslam’a uygun değil, ama müslümanız,
Giyinişimiz İslam’a uygun değil, ama müslümanız,
Kazancımız İslam’a uygun değil, ama müslümanız,
Alış verişimiz İslam’a uygun değil, ama müslümanız,
Akitlerimiz, düğünlerimiz, caddelerimiz...
Sohbetlerimiz, fikirlerimiz...

En sonunda bütün evrelerinin İslam’a uygun olmadığı bir hayat yaşıyor ve niyetimizin halis olmasından dem vuruyoruz. İslam kendi pratiğinin yaşanmasıyla kendini var olmuş kabul ediyor. “Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 85)

Niyet İslam’da çok önemlidir. Sabahtan akşama kadar aç duran insanla, oruç tutan insanın arasındaki farkı belirleyen niyettir. Bir fiili ibadete çeviren niyettir elbette. “Ameller niyetlere göredir.”
Ancak İslam dışı bir hayatı niyetle açıklayamayız. İbadet yapmayacaksınız, niyetim halis diyeceksiniz, günah işleyeceksiniz, niyetim halis diyeceksiniz. Buradaki niyet bir niyetsizliğin dışa vurumu.
Farzın yerine getirilmesi mecburidir; yapmaya niyet etmek değil.
İslam’ın, batıdaki Hıristiyan anlayışında olduğu gibi bir kültür olarak, bir aksesuar olarak benimsenmesi gitgide yaygınlaşıyor. İslam bir yaşam modelinin adıdır; niyetlerin değil. İslam bir hayat dinidir, vicdan dini değil.
Kültürel İslam derken kastettiğimiz; halkın çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu toplumlarda doğmuş ve yetişmiş olan insanların, kişiliklerini oluşturan unsurlarda, kültürel anlamda müslümanlığa ait izler taşıması ve İslam’ın hiçbir gereğini yerine getirmediği halde kendisini dört dörtlük Müslüman olarak görmesidir.
Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran, 102)
Son olarak şunu söyleyelim:

Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir.

EYLEM VE SÖYLEM

Kamil Müslümanlar, Allah dostları, hakiki mü’minler yaşayan İslamlardır. Onlara bakan onlarda İslam’ı görür. Yaşanan İslamın dışımızdan içimize sirayet etmediğini esefle belirtmeliyim.
Halk tabakası müşahhas (somut) örneklerden çok etkilenir ve ders alır. Onun için kal (söz) önemli değil hal (eylem) önemlidir denilmiştir. Kişinin yapmadığı bir eylemi başkasına tavsiye etmesinin karşıdaki muhataba hiçbir etkisi olmayacaktır.
Söz, sohbet yoluyla eğitmek, halka edep ve terbiye kazandırmak bizim gelenek kodlarımızda mevcut. Ancak sözde kalan İslam, kişiye kemâlât kazandırmaz. Uygulama alanına taşınmayan İslam kuru bir iddiadan ibarettir.
Din sadece kuru nazariyeden ibaret değildir. Din imanla birlikte eylem bütünlüğünü öngörür. Din “yaşanan” bir şeydir. Hıristiyanlığa benzeterek vicdanlara hapsetmeye çalıştığımız İslam bizi terakki ettiremez. Başkasına ise asla faydamız olmaz. “İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır.” Buyuruyor Allahın elçisi.
İslam’ı yaşayarak tebliğ eden Müslümanların etkisi yüzlerce sohbetten, vaazdan daha etkilidir. Eskiden din görevlilerine hademe-i hayrat deniliyordu. Din görevlisi renksiz, donuk, ucuz bir söz. Hademe-i hayrat, hayırlara hizmet edenler demek. Hademe-i hayrat olmak için İslam’ı yaşamak yeterli. Çünkü eylemlerin verdiği mesaj daha etkilidir. Mutlaka insanlara vaz ü nasihatta bulunmaya gerek yok.
İslam’ı içselleştiren insanların sohbetleri dinleyenleri cezbeder, asla yormaz, bıktırmaz, ruhlarda huzur meydana getirir. Gönüllere ferahlık verir. Ancak bu şekilde İslam’ın yaşanması yüzlerce sohbetten daha etkilidir, kanaatindeyim.
Zamanımızda faydalı kitap okuma, bu kıraatten bilgilenme alışkanlığı maalesef azaldı. Daha çok medyanın şekillendirdiği bir nesille karşı karşıyayız. İnsanlarımızı, bilhassa gençlerimizi faydalı sohbetlerle yetiştirmeye zaman bulamıyoruz. Günlük hengâme içerisinde çocuklarımızı, gençlerimizi kaybediyoruz. Aslında geleceğimizi kaybediyoruz. Vatan, erdem, yardım, şehitlik gibi mefhumların uzağına düştü gençlerimiz. 
Faydalı, rahmanî, hoş bir sohbet hayat kurtarabilir, devamlı uyuyanları uyandırabilir. Nasihatimizi bu yüzden esirgememeliyiz. Kötü alışkanlıklardan, uyuşturucudan, yalandan, hileden kurtardığımız her insan geleceğimizi inşa edecek sağlam bireyler olacaktır. Ancak nasihatten çok söylediklerimizle amil olmaktır esas.
Gelecek binasına bir tuğla da biz koyalım. Bir güzel fiil, bir tatlı söz, bir nasihat… Geleceğimizin güzel olmasını istiyorsak gençlere örnek olmak hepsinden daha önemlidir.
Son olarak şu rivayeti aktaralım:
- Hz. Âişe’ye
-“Bana Rasûlullahın ahlâkından haber ver!” dedim. Hz. Âişe
-“Sen Kur’an okumuyor musun?” dedi.
-“Evet, okuyorum” dedim. Hz. Âişe

-“İşte onun ahlâkı Kur’an’dır” dedi. (Bidaye, VI/35 (Müslim, Sa’d b. Hişam’dan).

İMAJ HER ŞEY

Eskiden zarfın içindeki 'şey'e mazruf denilirdi. Yani zarflanmış olan. Ve bir şeyin zarflanmış olması bir değer olduğu anlamına gelirdi. Kısaca zarflar değer taşırdı. Zarfın değeri mazrufla ölçülürdü. Zarfın içindekinin taşıma ücretini simgeleyen pul ise zarfın dışına yapıştırılırdı. Hiçbir eşyanın taşıma ücreti kendi ücretini geçmezdi doğal olarak. Eğer pulun değeri mazrufun değerinden fazla ise bu işte bir yanlışlığın olduğu kabul edilir.
Günümüzde "imaj her şey" olarak lanse ediliyor. Artık görünür olmayan tarafımızı da görünür kılarak tatmin olmaya çalışıyoruz. Kısaca söylemek istediğim; mazrufun bir mahremiyetinin kalmadığı, mahremiyeti olmayanın da değer ifade etmediği... Zarf işlevini yitirmiş bir halde. Zarfın da, mazrufun da değerini pul belirliyor; yani etiket.
İmaj dünyasında yaşıyoruz. Her şey etiket olarak değer buluyor. 'Pul' kelimesi Türkçemizde bir değersizliği ifade etmek için kullanılırken artık bütün değerleri pula yükleyen bir anlayışın kuşatması altındayız. Pul işlevi gören etiket unsurları artık popüler.
İnsan onurlu bir varlık. Yaratıcımız insanı yaratırken ona ruhundan nefha üfürmüştür. İnsan onurunu Şeref, haysiyet, itibar, izzet, saygınlık gibi kelimelerle de ifade edebiliriz.  İnsana verilen akıl ve kalp insan onurunun kaynağıdır. İmaj olarak kabul ettiğimiz şey ise insan onurunu zedeleyen bir davranış.
Her şeyin tepetaklak edildiği bir görüntü dünyası karşımızdaki. Değerler skalası yer değiştirmiş. Allahu Teâlâ aklımızı başımıza, başımızı da vücudumuzun en üst noktasına yerleştirmiş. Değerli olanın yerini üst kısım olarak belirlemiş. Diğer unsurları da sırayla (ala meratib) yerleştirmiş. Değerler dünyamızı tepetaklak hale getirenler insanı amuda kaldırma çabasında. Bu konuda başarılı olduklarını söyleyebiliriz.
Değerler dünyamızda değer atfettiğimiz şeylerin çağdaş insanın değerler skalasında ya yeri yok, ya da çok aşağılarda. Çalışkanlık, dürüstlük, helal kazanmak, vefa, sorumluluk, doğruluk birer değerdi; şimdilerde birer uyuz it muamelesi görüyorlar.
Sözünde durmak, borcuna sadık olmak, tevazu gibi hasletler birer değerdi; şimdilerde yalan söylemek, aldatmak, borcunu geciktirmek, vefasızlık, sorumsuzluk değer olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bu tür aymazlıkların adı da uyanıklık olarak lanse ediliyor.
Bütün peygamberlerin gönderiliş gayesi insana onuru hatırlatmaktır. İman olmasa da Allah'ın özenerek yarattığı bir varlık. Bir diğer ifadeyle insan olarak doğan her insan bu şerefe, bu haysiyete sahiptir. İnsan iman ettiği zaman Allah katında değer ve izzet kazanır. Bu değer onun ruhen yücelmesidir. Bunun dışındaki durumlar sapma halidir ve geçicidir.
Zarf, mazruf ve pul üzerine bir benzetme yapmak istiyorum. Zarf elbise, mazruf vicdan, pul etiket... Elbiseleri vicdanlarından, etiketleri elbiselerinden değerli olan insanların dünyasında değerler sistemi, değerler eğitimi, değerler skalası anlamsızlaşıyor.
Mevlana şöyle diyor:
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbise yok

Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok

AÇMAZLARIMIZ

Pozitivizm bilinebilir olanın sadece olgular olduğunu varsayan bir felsefi akım. Pozitivist düşünce maalesef bizi de en çok etkileyen akımlardan biri. Olaylara ve evrene bu açıdan baktığımız için Müslüman zihni bulanıklaşmıştır. Kısaca; “Müslüman zihni Müslümanca işlemiyor.” Bu tespit Yusuf Kaplan’a ait ancak benim de kabullerim arasında.
Pozitivist bakış açısı zihnimizi körleştiriyor. Evet, hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya başladığımızdan beri zihin dünyamızı inşa eden argümanlar İslami değil. Gayri İslamî bir mantık ve diyalektikle İslam’ı anlamaya çalışıyoruz. Seküler bir yanımız mevcut.
Bir yüzleşme yaşamamız gerekiyor. Müslümanın kendisiyle yüzleşmesi… Bu yüzleşmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yüzleşmenin önemli travmalara sebep olacağı aşikâr. Ancak bu kaçınılmaz bir gerçeklik. Yüzleşeceğiz ve adeta yeniden başlayacağız.
Kendimizle yüzleşmek demek; Kur’an’a kendi İslam’ımızı arz etmek demek. Kendi İslam’ımızı, kendi samimiyetimizi, kendi halimizi, sosyal yapımızı, akaid anlayışımızı, Allah tasavvurumuzu, Peygamber, gayb, kader anlayışımızı, evimizi, sokağımızı, şehrimizi vs. tüm bunları yeniden ve yeniden Kur’an üzerinden değerlendirip testten geçirip doğrulatmak zorundayız. Bu yolda yürümenin riskli tarafı ise zihni  altyapımızın izmlerle kurulmuş olması.
İslam’ın ruhunu kaçırmışız. Sade, anlaşılır, görülür bir İslam var orta yerde. Kur’an ve dolayısıyla sahih sünnet böyle bir İslam’ı sunmaya devam ediyor. Ancak felsefi sistemlerle flört eden bir kısım anlayışlar O’nu dolambaçlı hale getirip, zorlaştırıyorlar. Bir taraftan aklı putlaştıran bir ekol vahyi aklın caddesine çekerken diğer bir ekol içine mistisizm katıyor, esrar yüklüyor ve bir kısım yapıları, kişileri yücelterek başka bir forma sokuyor. Şurası aşikâr ki konuşulamayan ve yüzlercesi mevcut putçuluğa benzer anlayışların egemenliği devam ediyor. Bir kısım insanların kutsanması ve anormal derecede yüceltilmesi söz konusu.
Mevlana'nın hikâyesine göre, Hintliler bir fili halka göstermek için getirip karanlık bir ahıra kapattılar. Hayvanı görmek için o karanlık yere bir hayli adam toplandı. File ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumunu geçirdi:
- Fil bir oluğa benziyor, dedi. Başka biri filin kulağını yakaladı:
- Fil, yelpaze gibi bir hayvan, dedi. Filin ayağını yakalayan ise:
- Fil bir direğe benziyor, dedi.
Bir başkası da sırtına dokunmuştu:
- Fil, taht gibi, dedi.
Herkes filin neresine dokunduysa ona göre anlatmaya başladı. Herkesin elinde bir mum olsaydı, sözlerinde aykırılık kalmazdı.

Sözlerini şöyle tamamlıyor Mevlana: “Duyu gözü ele, avuca benzer, avuç bütün fili tutamaz ki. Bu gözü yum da hakiki göz kesil. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine ayrı oldu. Birisi 'dal' dedi, öbürü 'elif'...”
“Kadd-i yare kimisi ar'ar dedi, kimi elif
Cümlenin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif.” (Muhibbi)
Kısaca Müslümanın kendisiyle yüzleşmesi referans olarak Kuran ve Hadisi alması, problemleri rahatlıkla çözmemizi sağlayacaktır. Âlimler ilmin kaynağı değil; aktarıcısıdır. Bu yüzden kaynakları referans almamızdır doğru olan.
Asıl derdimizin zihin körleşmesinden kurtulmak olduğunu söyleyebiliriz. Tamamen taklit düşüncelerle, fikirlerle hatta kelimelerle konuşuyoruz. Bunun için de bir dünya tasavvuru geliştiremiyoruz. Eşya hakkındaki bilgimiz sığ. Eşyayı Kuranî zaviyeden değil materyalist açıdan yorumluyoruz, tanımlıyoruz.
Temel İslami literatürden yoksunuz, temel Kuranî bilgilerden bihaberiz. Mantık örgümüz dünyevi izm’lerle çarpıtılmış; bunun üzerinde İslam hakkında, dünya hakkında fikirler serdediyoruz. Tabii ki hiçbir düşüncemizin ayakları yere basmıyor. Onun için bir medeniyet telakkisi geliştiremiyoruz, bir medeniyet üretemiyoruz.
Zühdü, takvayı, dünyaya meyletmemeyi, nefsi dizginlemeyi, kibirden, ucubdan uzak durmayı Tasavvufa intisap edenlere mahsus hasletlerden sayarak olsa da olur olmasa da kabilinden söylemler geliştiren modern Müslüman, İslam'ın bu tarz emirlerini kulak arkası ederken İslam medeniyetini geliştirebilecek bir çabanın içinde olabilir mi?
‘Bilincin sekülerleşmesi’ ile başlayan modernleşme süreci, gayri İslami bir mecraya toplumu sürükledi. Seküler düşünce yatay ilişkiler dünyasıdır. Bu bakış açısı hayatın içinden Tanrıyı çıkararak, onu Tanrıdan ayırarak yeni bir bakış açısı getirmiştir. Seküler düşünce, aşkın bir gücün varlığını inkar etmese dahi onun etkinliğini ve gücünü sınırlayan düşüncedir. 

Günümüz müslümanı bu akımların tesirinde zihin altyapısını oluşturmuş olduğundan Kurana ve Sünnete dönmesi de problemli olmaktadır. İşte bizim açmazımız burada.