31 Mart 2017 Cuma

ÜMİDİMİZ

Akıntıya kaptırmışız kendimizi, sürükleniyoruz. Modern zamanda insanlar ihtiyacı olmayan şeyleri de ihtiyaçtan sayarak onları elde etmek için efor sarfediyor. Yarın lazım olur, bir gün lazım olur düşüncesiyle olmadık şeyleri biriktiriyor. Evlerimizin ardiyesi, tavan arası hayatta bir defa bile kullanmayacağımız eşyalarla dolu. Teknolojinin getirdiği bir sonuç olarak ise her eşyanın kısa zamanda güncelliğini kaybetmesi.

Zaman durmadan akıp gidiyor. Geçip giden zaman mı, ömür mü? Anlayamıyoruz. Ömür mü bizi, biz mi ömrü tüketiyoruz? Her gün bir zerremiz daha toprağa saplanıyor. Bununla birlikte başka neleri alıp götürüyor bizden zaman. Nezaket ve hoşgörü hicret etmiş bizden uzaklara. Sevgi kelimesi silinmiş lügatlerimizden. Merhamet göç etmiş gönül obamızdan. Saygı, yardım, ikram alıp başını gitmiş. İçimizde otağ kuran o güzelliklerin yerinde yeller esiyor şimdi.

Bir göç başlamış içerimizde, ardı arkası kesilmeyen bir göç. Köylerden kentlere akın eden insanların halini andıran, içimizi harabeye çeviren bir göç. Güzel olan ne varsa iyilik namına ne varsa yüklemişler yükünü, yürütmüşler kervanlarını. Alıp başını gitmişler bizden taa uzaklara. Terkedilmiş, viran olmuş, çadırları sökülmüş, sakinleri uzaklara düşmüş metruk bir obanın görünümü var içimizde; bir kasırgadan artakalan...

Vardımki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar sikeşt olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Kendi kendini öğüten değirmen misali kendi kendimizi yiyip bitirmekteyiz. Yaban olup gitmiş içimiz. Her ne kadar göçten artakalan mayhoş burukluk ve baykuşlara mekan olmaya namzet bir viraneyle karşı karşıya kalmışsak da tek tesellimiz, ümidimizin göç etmediğidir. Küllenen ocaklardan hala dumanlar yükselmektedir. Kardelen çiçekleri gibi çıkıverecektir o güzellikler.

Ancak bunun için hayatımızın bulunduğu noktadan durup geriye bakmamız gerekiyor. Yaptıklarımızın muhasebesini yapmak insan olmamızın gereği. Özeleştiri diye tanımlayacağımız bu durum kendi farkındalığımızı sağlayacaktır.

Müslüman kendisini hesaba çekerken yanlış yaptıklarıyla ve yapması gerekip de yapmadıklarıyla karşılaşır. Böylece “yanlışın neresinden dönülürse kârdır” anlayışıyla tövbeye yönelir. İşte hayatımızı programladığımız günler, haftalar, aylar, kandiller hedefe varmak için yollarımıza dikilen işaret levhaları olarak durmaktadır. Her belirli gün bize geçmişin muhasebesini yapmak için bir imkan vermekte, gelecek için program yapmamıza fırsat tanımaktadır. Doğum günlerimiz, yıldönümlerimiz bunun için önemlidir.

Bizim, insan olarak, şöyle bir durup düşünmeye ihtiyacımız var. Bizi kendimize getirecek öz’ü başka yerlerde aramamız yanlış. O nüve içimizde.
 
“Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın;

Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.”

MUASIR MEDENİYET

Modernliği, galat ifadesi ile çağdaşlığı; Türk çayı içmek yerine, buzlu çay içmek biçiminde algılayan bir toplumun, fikri derinliği konusunda konuşmak havanda su dövmek deyimine tam uyuyor. Bu konudaki laf ebeliğimiz tamamen sathi(yüzeysel), tamamen yapmacık.

En seçkininden, en sade vatandaşına kadar herkesin diline doladığı bu kelime, içeriğinde ne olduğu bilinmeyen bir iksir gibi sunuluyor bizlere. Şifa mı zehir mi olduğu noktası henüz aydınlatılmış değil. Vatandaşa gerçek anlamda anlatılmayan bu efsane, dinleyen herkesin dikkatini cezbediyor. Hani dedik ya, kokusunda davet var... Bir nevi defineci hikâyelerine benziyor. Dinledikçe iştahınız kabarıyor.

Yetkili olanlar öncelikli sorunları askıya alıp, popüler mesajları yeğliyorlar bence. Bir kere bu halkın önüne muasır medeniyet bilmecesinin ne olduğu, en açık şekliyle konulmadan; tabanı aydınlatmadan tavan sağlam kurulamaz. Bu bağlamda aydınlarımıza, entelektüellerimize büyük görev düşüyor. Medeniyet mi, uygarlık ve teknoloji mi önce bunun farkını ortaya koymak gerekiyor.

Muasır medeniyet tamlaması bir hülya. Herkes bir rüyanın, bir hülyanın peşine takılıp giderse, sonumuz nereye varır; varın siz hesap edin... Halk arasında, kulak kabartıp gezdiğiniz zaman; herkesin kendine göre bir beklentisi olduğunu görürsünüz ‘muasır medeniyet’ten. İşsiz iş, aşsız aş; baskı altında olduğunu düşünen özgürlük, en önemlisi de herkes ceplerinin ve kasalarının parayla dolacağını düşünüyor. İşportacılarımız Paris caddelerinde tezgah açmayı düşünürken entelektüellerimiz Nobel rüyaları görüyor.  

Muasır medeniyet denilince çoğumuzun aklına Avrupa gelmiyor mu? Tanzimat’tan beri, cilvesine meftun olduğumuz Avrupa isimli dilberin, bize atmadığı kazık kalmadı. Bizi başkalarıyla aldatmadı mı? Biz hâlâ, acaba? Safdilliği ile hareket ediyoruz. Son olarak Almanya ve Hollanda’nın yaptıkları bize bir fikir vermediyse sokma akılla olayları değerlendiriyoruz demektir.

Muasır medeniyet teranelerinden önce yapılacak işler var. Önce kendimize değer vermeliyiz. İnsanımız birey olduğunun, insan olduğunun farkına varmalı. Özgürlüklerin önü açılmalı. Yolsuzluklar önlenmeli! Hukukun üstünlüğü ilkesi işlerlik kazanmalı. Çalışanlar arasındaki ücret dengesizliği giderilmeli. Resmi kurum ve kuruluşlarda israfa, adam kayırmaya son verilmeli, ehliyet ve liyakat öne çıkarılmalı... Benim medeniyet anlayışımın içinde bunlar var.

Bunların gerçekleşmesi için çok çalışmalıyız çok. Bu gayret bize düşüyor. Kendi özümüze dönersek, bu cevherin içimizde saklı olduğunun farkına varacağız. Biz öyle bir hülyaya kapılıyoruz ki; sanki muasır medeniyet dediğimiz ütopyanın elinde sihirli değneği var; dokundurunca her yer güllük gülistanlık olacak, bütün problemler aşılacak, bütün sıkıntılarımızdan kurtulacağız. Yok böyle bir şey. Bir millet kendi durumunu değiştirmedikçe Allah o milletin durumunu değiştirmeyecektir.

Top yekûn bir silkinişe, kendimize dönmeye, insan olduğumuzu hatırlamaya ihtiyacımız var. Mesnevide okuduğum bir hikâye özetle şöyle: Bir ineğin üzerine sinekler konuyor. İnek kafasını bir sallasa sinekler kaçacak fakat inek kendindeki gücün farkında değil. Biz kendi değerlerimizi terk ettiğimiz için medeni değiliz. Sadaka taşlarını, kuş saraylarını unuttuğumuz için medeni değiliz. Değerlerimizi terk ettiğimiz için medeni değiliz.


Önce kendimizden başlamalı, nefsimizden, evimizin önündeki pislikten… Herkes evinin önünü temizlerse şehir tertemiz olur. Hatta kimse evinin önünü kirletmezse sorun çözülür. Yoksa mesnetsiz muasır medeniyet hülyasının serapla sonuçlanacağı endişesini taşıyorum ben kendi adıma.

HOLLANDANIN KÖPEKLERİ

Avrupa Birliği ülkelerinin Türk düşmanlığı diğer adıyla Müslüman düşmanlığı tarihten geliyor. Bir kaç tarihi bilgi aktaralım. Dans, ilk defa Kanuni zamanında Fransa'da yapılmaya başlanmıştı. O zaman Osmanlı İmparatorluğunun sınırları Avrupa’nın ortalarında idi ve Fransa'ya dayanıyordu. Bu dans denen “melanetin” ilk yapılmaya başlandığını duyan Kanuni, zamanın Fransa Kralına bir mektup yazdı. Kanuni'nin Fransa Kralına yazdığı tarihi mektup aynen şöyledir:
“Ey Fransa Kralı Fransuva! Sefir-i Kebirimden aldığım mazhara göre malumatım oldu ki, memleketinde dans namında Ala Mele-İnnas Fuhşiyyat ve Lubiyat yapıyormuşsun. İş bu Name-i Humayunumun eline vusulünden itibaren bu mel'anet rezalete son vermediğin takdirde, Ordu-yu Humayunumla gelip seni kahretmeye muktedir olurum.” (Joseph von Hammer, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 10 cilt, Sabah Gazetesi C.3, s.29)
Avrupalı asırlarca Türklerden öyle korktu ki, normal vergile­rin dışında Türklerle yapılacak savaşlara harcanmak üzere ayrıca Türk vergisi koydular. Ayrıca Türk Duası ihdas ettiler. Türk Çanı çaldılar. Özel bir ritmi olan bu çan çalınca herkes sokakta ve tarlada nerde olursa olsun durur ve iki dizi üstüne gelecek “Tanrım bizi Türklerden koru” diye dua eder, etmeyen­ler cezalandırılır, çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkutup sustururlardı. (Türk vergisi Leyla Coşan, s. 8.)
Özelde Hollanda genelde bütün Avrupa hatta batı diye tarif ettiğimiz dünyanın Türkiye’ye bakışı konusunda sürekli söylediğimiz şeyleri tekrar etmeyeceğim. Ancak son olaylar göstermiştir ki bütün Hıristiyan dünyası güçlü bir Türkiye’den rahatsız. Avrupa Ülkelerinin parlamentolarında güya Ermeni soykırımı ile ilgili oylamalar yapılması, 15 Temmuz darbe girişimine zımni olarak destek verilmesi Bizden kaçanların devlet törenleriyle ağırlanması Türkiye düşmanlığının dışa vurumu.
Avrupa Birliği rahmetli Erbakan Hocanın deyimiyle Hıristiyan kulübü olduğunu bir kez daha gösterdi. Geçmişte Kıbrıs konusunda PKK ile mücadelemizde Avrupa’yı hep karşımızda bulduk. Eskiden bu işleri biraz gizli yapıyorlardı şimdi aleni yapıyorlar. Uluslar arası hukuku hiçe sayarak.
Demokrasi aldatmacasının beşiği olduğu söylenen Avrupa’da köpeklerin yürüyüş yapan Türklerin üzerine saldırılması sonucu bir vatandaşımız yaralandı. Bu haber Avrupa’nın ne kadar ikiyüzlü olduğunu ortaya koymak bakımından yeterlidir. Ancak bazı kimseler bu haberi de göz ardı edeceklerdir. Hani bir gazeteci söylemi vardır: Köpek insanı ısırınca haber olmaz, insan köpeği ısırınca haber olur. Avrupa basınında yaşanan tam bu anlayıştır.
Konya vilayetimiz büyüklüğündeki Hollanda’ya tarihten bir cevap verebiliriz. Kutsal Roma-Germen İmparatoru Şarlken, Fransa Kralı Fransuva'yı 24 Şubat 1925'te Kuzey İtalya'da Pavia Savaşında yenip, esir aldı. Fransız'lar, Şarlken karşısında aciz kalınca, o dönemde Hıristiyanlığın en büyük düşmanı olarak kabul edilen Osmanlı'lardan yardım istediler. Kanuni yardım çağrısına bir mektupla cevap verdi.

Mektubun giriş kısmı şöyledir: "Ben ki Sultanlar Sultanı, Hakanlar Hakanı, Hükümdarlara taç veren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin Sultanı ve Padişahı Sultan Beyazıd Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman'ım. Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Fransuva'sın.

17 Mart 2017 Cuma

ŞEHRİN HAFIZASI

Geçmişin “bit pazarı”nda, nostaljik fantezi peşinde değilim. Realitenin uzağında durup geçmişe övgü dizmek de değil meramım... Ütopik bir hayal dünyasında yaşamıyorum elbette. Sadece bir şehrin “hafıza mekânları”nın o şehrin sakinleri üzerindeki psikolojik etkisini gündeme taşımak isterim. Bir şehrin kimliği açısından, “hafıza mekânları”nın önemini, bir nebze olsun hissettirmeyi...
“Hafıza Mekânları” tamlaması Pierre Nora’ya aittir. (Noranın, Places of Memory isimli kitabı Hafıza Mekânları ismiyle Türkçeye çevrilip, Dost Yayınları tarafından yayınlanmıştır.) Nora şöyle der: “Tarih nasıl olaylara bağlanıyorsa hafıza da mekânlara bağlanır.” Şehrin hafızası resmi törenlerin soğukluğu, ya da şatafatından farklı olarak içten bir bağlılık, bir anının oluşması gibi samimi duygularla oluşur. Somut karakterdeki mekânın soyut karakterdeki hafızayı beslemesi üzerinden tesis edilen hafıza mekân ilişkisi belli bir zaman dilimine ihtiyaç duyar.  Hafıza, kendini canlı tutmak için mekâna ihtiyaç duyar. Hafızanın gündelik hayattaki karşılığı ise hatıra olarak kayda geçer.
İnsanlar zaman ve mekânla ilişkilerinde kendi konumlandırmalarını iyi bir şekilde yapabilirlerse bir medeniyet gerçekleştirebilirler. Hafıza mekânı iki tür gerçeklik üzerinden anlaşılabilir. Bunlardan birisi fiziki gerçeklik, diğeri ise simgesel gerçeklik. Şehir hafızaları belli mekânlar üzerinden aktarılır. Bu anlamda müzeler, tarihi binalar, kadim ibadethaneler, konaklar ve simgeleşmiş öğeler öne çıkar. Buna gelenek haline gelmiş bazı ritüelleri de ekleyebiliriz. Sosyal yaşantı, mimari üslup, sözcükler, dil, kutlamalar, festivaller…
Gümüşhane’nin modernleşme öyküsüne bulunduğumuz yerden bakarsak elimizde kalan hafıza mekânlarının sayısının bir şehrin hafızasının oluşmasına yetmeyecek derecede az olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun hayatıyla bütünleşen, tecrübeleriyle, anılarıyla içselleştirdiği her mekân ve obje hafızanın oluşmasını sağlar. Gümüşhane bu konuda maalesef ihanete uğramıştır. Resmi kanallar hafızayı aktarmakta pek cömert sayılmaz. Hafıza mekânları resmi evrakın dışarıda bıraktığı unsurları hatırlatmaya yardımcı olur. Aynı zamanda mekânların her insan üzerindeki etkisi farklı olacağından bu tür yerlerin korunması önem arzeder.
Hafıza mekânlarını yok eden, gündemimizden çıkaran en önemli faaliyet kentsel dönüşüm adı altında yapılan çalışmalardır.  Bu tür dönüşümler vasıtasıyla geleneksel formlar bozularak yeni formların içinde yok oldu. Hafıza mekânların baş düşmanı arasında bu faaliyeti sayabiliriz.  İnsanoğlu fıtraten barınma ve yaşama gibi temel ihtiyaçlarla doğar ve bu ihtiyaçların sonucu olarak kendisinin ibate edeceği mekânlar oluşturur. Mekân oluşturma mutlaka bir değişimi beraberinde getirir. Mevcut formları bozma ve onları yeniden gelişen teknolojilere bağlı olarak inşa etme üzerine kurgulanır. Dolayısıyla insan etkisinde gerçekleşen dönüşümün bu sebeple hafızayı diri tutma gibi bir kaygusu yoktur. Burada kamunun tutumu devreye girer. Bu konudaki sorumluluk belediyelere aittir.
Kadim geleneğimizde mekân, kültür ve medeniyetin nesilden nesile aktarımını sağlayan bir aktör idi. Modern dünyada mekân ise bireyin zamanını nasıl çalacağı düşünülerek tasarlanan gösteriş alanlarından oluşuyor. “Kentsel dönüşüm” kötü mekânları güzelleştirebilir. Bize aktarılan tek gerekçe de bu gözüküyor. Bu güzelleştirme fikrinden hareketle faydacı şehircilik anlayışı bir tarafa bırakılarak coğrafyanın dokusuna uygun projeler geliştirilebilir. Site tabir edilen ve mahdud bir ada içinde yer alan yüksek yoğunluklu gökdelenler, sokağı ve mahalleyi ortadan kaldırarak hafızayı adeta yok etmiştir.  Tarihe kayıtsız gökdelenlerin ortasında göz boyamak için yapılan havuzlar ve birkaç metrekarelik yeşil alan, hatırayı muhafaza edemez.
Burada şehir ve kent ayrımı anlam kazanmış oluyor. Mahalle kültürünün içtimai hayatı belirleyen zamanlardan ekonominin bütün hayatımızı dizayn ettiği zamanlara eriştik. Evlerinin saçaklarına “kuş evi” yapan ruh dünyasından yükselmeyi çok katlı apartmanlar ve gökdelenlerde gören bir anlayış bizi esir aldı. Daha çok kazanma hırsı mahalleyi, kardeşliği öldürdü. Karunî bir enaniyet maalesef aramızda dolaşıyor. Sebil, imaret, hamam, kütüphane, medrese, vakıf gibi unsurlar şehirlerimizi terk etti. Bir şehrin hafızasını da bu tür mekânlar oluşturuyor.
Gümüşhane özeline dönecek olursak, Gümüşhane’nin hafızasında önemli bir yere sahip olan Gümüşhanevî’nin doğduğu evin yerine bir külliye yapılması, ders okuduğu caminin çevre düzenlemesinin yapılması, Sultan Mehmet Reşat tarafından I.Dünya Savaşı sırasında ilan edilen Cihad-ı Ekber nedeniyle yaptırılan  Daltaban Çeşmesi’nin daha ön plana çıkarılması, Süleymeniye Mahallesinin(Eski Gümüşhane) alan olarak düzenlenmesi hafıza mekânların oluşması açısından önemli adımlardır.
Buraya kadar fiziki gerçeklik üzerinden konuştuk, simgesel gerçeklik konusunda da söylenecek söz vardır elbette. Toplum hafızası kendiliğinden oluşmaz, bu hafızayı oluşturacak çalışmalara ihtiyaç vardır. Arşiv bunların başında gelir. Gümüşhane’mizin hafızasını gelecek nesillere aktaracak bir arşivden yoksunuz. Daha doğru dürüst bu şehrin tarihi akademik olarak yazılmamıştır. İyi niyetli birkaç ferdi çaba ise imkânsızlıklar yüzünden ya akamete uğramış ya da istenilen sonucu vermemiştir.
Geçmişe ait ortak bilgiyi üretemeyen, ortaya koyamayan şehirlerde hafızadan söz etmek fantezi olacaktır. Gümüşhane’nin hafızasını barındıracak bir ansiklopedinin bu güne kadar yapılamaması bu konuda durduğumuz yeri göstermesi bakımından kayda değerdir. Bu tür çalışmalar yapılırken kamu tarafından desteklenen yetkin bir komisyon tarafından olması en önemli ön şarttır. Aksi takdirde eksik ve yanlış bilgilerle dolu bir yığın doküman arzı endam eder.

Her yeni durum ya da hareket geçmişin içinde büyür. Mekânsal değişmeler içinde aynı gerçeklik söz konusudur. Toplumlar yer değiştirdiğinde, ihtiyaçlar, bakış açıları değişiyor. Bunun böyle olması insanla mekân ilişkisinin niteliklerini belirliyor. Ali Coşkun Hirik’in “Gümüşhaneli Şairlerde Coğrafi İlhamlar” isimli bir çalışmasını hatırlıyorum. İbnu Haldun’un dediği gibi coğrafi şartlar ve mekânlar insanların karekterleri üzerinde tesir meydana getiriyor. Genel bir yaklaşımla, yaşadığımız yerle “kim”liğimiz arasında doğrudan bir ilişkinin varlığından söz edebiliriz. Kimlik dediğimiz şey ise hafıza olmadan oluşmuyor.

MEDENİYET İNŞA ETMEK

Müslümanlar, görkemli başarılar ve insanlık adına dopdolu parlak geçmişlerinde, ortaya koyduğu eserlerle insanlığa ışık saçmış, dünya tarihine yön vermiş bir dönem geçirmiştir. İslam medeniyetinden örnekler gösterme konusunda hiçbir zaman sıkıntı çekilmemiştir. İslam medeniyetinin yetiştirdiği bilginleri, düşünürleri saymaya kalktığımızda elimize oldukça geniş bir müktesebat çıkar.
“İslam medeniyeti" dediğimiz entelektüel kültürün insanlık adına güzellik için gerekli olan yapıtaşlarını ortaya koymuşlardır. Bu bakımdan, İslam’ın altın çağının yıldızlarını birbirinden ayırmak ya da birini diğerine üstün tutmak son derece zorlayıcı bir çaba gerektirir. Ancak kronolojik olarak belli dönemleri mercek altına almanın bir dönemi diğerinden üstün tutmak amacı taşımadığını söylemek gerekir.
İslam medeniyetinin dünya tarihine yön verdiği uzun dönemde göz kamaştırıcı örnekler bulmakta hiçbir araştırmacı zorlanmaz. Biz biraz Osmanlı dönemine fokus yapalım. Osmanlı padişahlarının 33’ü şair. Kaç Osmanlı padişahı var derseniz 36. Başka bir söyleyişle padişahların %92’si şair. Devlet adamlarının birçoğu da sanatta mahir.
Esnafın, zanaatkârların durumu da farklı değil. İstanbul’da mezarlıkları ziyaret etmemiz bile bize bu konuda oldukça geniş bilgi verir. Medeniyet bütün kurumlarıyla var olan bir bütün. Onun altını doldurmak öyle kolay değil. Sadece bir alanda değil; hem maddi hem manevi sahada zirve insanlar bulabiliriz.
Taşa ruh veren mimarlar kadar insanların ruhlarını şekillendiren gönül erleri de bu medeniyetin yapı taşları. Mücellitler, nakkaşlar, mestciler, müzehhipler, hattatlar, dülgerler, zergeran, simkeşhan, kaş-i geran, hakkaklar, şimşirgeran, siperduzan her biri bir sanat dalının erbabı.
Neyzenler, udiler, sedefkârlar, bestekârlar…
Vakıflar, imarethaneler, Bimarhaneler, tabhaneler, zaviyeler…
Kuş sarayları, hanlar, hamamlar, köprüler, kervansaraylar…
Hepsi bir medeniyeti oluşturan unsurlar. Bütün bunlar insan yetiştirmek için, insan-ı kamil yetiştirmek için bir vesile. Gerçekten insan yetiştirmenin, insanlığa hizmet etmenin, faydalı olmanın çalışması. Bu yüzden onların susması tefekkür, bakışı ibret, konuşması hikmet…
Dün başlar seferber, eller seferber;
Kurşun eritildi, mermer çekildi.
Bunlar, bu kubbeler, bu minareler
Akçayla olacak işler değildi.
Mihraplar, kemerler, kubbeler yapmış,
Sultanı, çerisi, piri, veziri,
Nesilden nesile götürsün diye
Kanatlar üstünde şanlı TEKBİRİ.

Nice başbuğların açtığı yerde:
Biri yardan geçmiş, öteki serden,
Yolcular gidiyor yarına doğru,
Kafile kafile bu köprülerden.
Çiniler çiniler taze çiniler:
Boyası göz nuru, fırçası kirpik...
Ey sanat ' Kuruyan dallarımıza
Bir yeşil yaprak ver ' demeye geldik.

Biri hattın; biri mermerin, tuncun,
Kurşunun sırrını aramış bulmuş;
Yesari elinde 'Lafza-i Celal'

Sinan'da kubbeyle minare olmuş. 

ESTETİK ŞEHİR ESTETİK İNSAN

Estetik kavramı; güzel olanı aramak, duyumsamak olarak ifade edebiliriz. Estetik kelimesini, birbirinden bağımsız birçok öznenin karmaşık bir bütünlük oluşturduğu şehirler kelimesiyle yan yana kullandığımızda nasıl bir şey hayalimizde canlanır. “Şehir” ve “estetik” kavramlarının çağrıştırdığı şey yaşanabilir ve güzel. Son zamanlarda sıkça kullandığımız “çarpık kentleşme” ile “şehir estetiği”ni yan yana kullandığımızda bir problemin varlığından bahsediyoruz.
Çok fazla yurt dışı seyahatim olmadı fakat şehir estetiğinin dünyanın her yerinde bizdeki gibi kaybolduğunu sanmıyorum. Televizyonlardan izlediğimiz kadarıyla şehirler geçmişine sahip çıkıyor. Estetik bir kaygıyla yeni inşa alanları oluşturup şehirlerin tarihi dokusunu koruyorlar.
Sanat ve estetik sonuçta duyarlıkla ilgili bir meseledir. Konuyu insan üzerinden değerlendirmek, bu açıdan estetik kavramına yaklaşmak gerekir. Bir sanat eseri doğrudan insana hitap eder. Maddeye feda ettiğimiz bu yanımızın köreldiğini söyleyebiliriz. Bu yüzden kadük kalıyoruz. Varlığın özüne yönelmeyen hiçbir mesaj ya da öğreti esenlik iddiasında olamaz. Varlığın zirve noktası insan ruhuna dokunmayan yeni kent anlayışı ruhsuz şehirleri inşa ederken ruhsuz insanlarda yetiştiriyor.
Müziği duymayabilir, şiiri okumayabilir, resme bakmayabilirsiniz. Ancak şehrin içinde yaşarsınız. Bu şehrin estetiği beni ilgilendirmez diyemezsiniz. Şehirler şiirler, destanlar, resimler, romanlar üretir. Ama aynı zamanda kendileri yaşayan şiirler, resimler, destanlar, romanlardır. Gümüşhane için niçin şiir yazılmıyor, roman yazılmıyor, bir film burada niçin çekilmiyor? Çünkü bu şehrin dokusunu estetikten uzaklaştırıyoruz.
İnsanoğlunun yaşadığı şehir, kültürel ve manevi zenginliğinin en önemli göstergesidir. Şehir estetiği, hayatın içinden neşet eder. Ancak son yıllarda şehircilik serüvenimiz böyle bir kaygımızın olmadığını gösteriyor. Çevreye, doğaya, kültürüne dolayısıyla kendisine yabancılaşan insanın estetik düşünceye pirim vermesi mümkün değil. O sadece işe maddi tarafından bakıyor.
Çevre, canlıları etkileyen ve onlardan etkilenen karşılıklı etkileşimin söz konusu olduğu bir bütünü olarak ifade edilebilir. Bu cümle üzerinden Yeni kentlerin sokaklarındaki görüntü ve insan kirliliğini yeniden değerlendirmek lazım. Maalesef yeni inşa edilen kentlerin estetiğinden medeniyet üretmemiz pek mümkün gözükmüyor.
Sanatı anlamak, estetik düşünce ve olgunluk seviyesini yaşantıya dönüştürmekle mümkün olacaktır.  Kısaca yanlışın değil; doğrunun, kötülüğün değil; iyiliğin, zulmün değil; adaletin, çirkinin değil; güzelin yanında olmak...
Sanat eserine güzellik ve anlam kazandıran ruhtur. Maalesef günümüz insanı büyük ölçüde ruhunu yitirmiştir. Son derece daralmış iç dünyası ve ıvır zıvırların yüceltildiği dış çevresi ile modern insan, estetiği doğal olarak sanatı kavrama yeteneğini büyük ölçüde yitirmiştir. Bunun baş müsebbibi estetik olmayan mekanlardır.

Eserin amacı hatırlayışı, vecd halini, huşuyu insan ruhunda canlı tutarak insanın iç dünyasını da estetize etmektir. Son yıllarda dikilen binaların hangisine baktığımızda bu duyguyu yaşıyoruz. Maalesef estetik olmayan vasatlarda yetişen insanların iç dünyalarında da estetik bulunmuyor. 

ŞEHRE ETİMOLOJİSİNDEN BAKMAK…

Bir toplumun kavramlarını alırsanız o toplumun hafızasını, birikimini bir anda sıfırlarsınız. Toplumların arşivi kavramlarla sağlanır. Toplum hafızası böyle oluşur. Şöyle de diyebiliriz toplumlar kavramlarıyla varlıklarını sürdürür. Kavramların içi boşalınca toplum birbirini anlamayan sağırlar ve dilsizler gibi davranırlar. Kör dövüşü dediğimiz durum işte budur. Toplumumuzun haleti ruhiyesinin son fotoğrafını yukarıda anlattığımız durum yansıtır.
Eskiden münevver dediğimiz, günümüzde aydın veya entelektüel olarak vasıflanan insanları maalesef son yüzyıllarda yetiştiremedik. Toplumu yönlendirecek ve yönetecek, geleceğe dair projeksiyon yapacak akil insanlar bulunmuyor toplumumuzda. Bunun sebebi kavramlarımızın içinin boşaltılması, kamusumuzun olmayışı.
İnsanlar kelimeler ile düşünür, kelimesi olmayan bir duygu, bir düşünce, bir anlam asla başkalarına aktarılamaz. Ağrı, acı, sızı, elem dediğinizde her biri değişik duygulara karşılık gelir. Bunlardan herhangi bir kelimeyi diğerlerinin yerine kullanırsanız kendinizi ifade etmeniz güçleşir.
Medeniyetler kelimelerle kurulur, kültürler kelimelerle aktarılır. Sığ dillerin medeniyet meydana getirdiği görülmemiştir. Bu sebeple "kamus, namustur" sözü kabul görmüştür. Kelimesiz kelam olmayacağı gibi kelamsız medeniyette olmaz.
Bu girişten sonra şehirle ilgili kısa bir sözlük turu yapmak istiyorum. Şehir kelimesi Arapçada 'medine' kelimesiyle ifade edilir. Karye, belde kelimeleri varsa da Medine kelimesi yaygın kullanımıyla ve müştaklarıyla(türev) daha dikkat çekicidir. Şehir kelimesinin İngilizce karşılığı: city. Citizen, aynı kökten ve yurttaş manasına... Türkçede kullanılan 'site' kelimesi de aynı kökten. Civil kelimesi de city kelimesinden bozulma ve nazik, kibar, terbiyeli gibi manalara geliyor. Civilisation uygarlık demek...
Uygar kelimesi Uygurdan geliyor. Medeniyet kelimesinin karşılığı olarak kullanılıyor zaman zaman. Medine kelimesinden türeyen 'medeni' kelimesi city den türeyen civilisation kelimesiyle benzerlik gösteriyor. Bir de şehir kelimesi karşılığı olarak kullanılan kent kelimesi var ki onu city karşılığı olarak almak lazım. 
Şehir kelimesi Arapça ve İngilizcedeki türevlerinden anlaşıldığı üzere bir nezakete, uygarlığa, medeniyete kapı aralayan birim olarak görülüyor. Kısaca şehirli insan demek medeni insan demek. Toplumsal kuralalrın olduğu mekanın adı şehir.
Burada İslamın Medinesiyle Batının kent(city) ini ayıran çok önemli bir fark var. İslam şehrinin merkezinde mescid vardır ve orada herkes bulunur. Ashabın en yoksulu olan ashabı suffa mescidde konaklar. Kent(city)lerin merkezinde meydan vardır. Meydanlar aristokratların mekânıdır, yoksulların mekânı ise varoşlardır.
İslamın ileri dönemlerinde varolan tekke, vakıf gibi unsurlar da şehrin asli unsurlarındandır ve kapısı herkese açıktır. Citylerde yoksulların yeri köprü altlarıdır, sokaklardır. İslam cemiyetçi bir din olması dolayısıyla toplumun bütün kesimlerini kucaklar, batı anlayışı ferdiyetçidir, toplumu katmanlara ayırır ve her birini ayrı mekanlarda tutar.
İslam toplumu bir akit toplumudur. Toplumun temeli olan aile bir akitle (nikah) kurulur. Alışveriş akitle yapılır. Şehremini akitle seçilir. Dinin kendisi bir akittir. Elestü bezminde verilen söze sadık kalınır.

Yaşadığımız şehre bir de bu açıdan bakarak değerlendirirsek nasıl bir sonuca ulaşırız.

OKUNASI BİR KİTAP: ŞEHİR

Şehirler okunmayı, keşfedilmeyi bekleyen kitaplar gibidir. Bir şehri tanımak için sokaklarına adım atmak, yapılarını gözlemlemek, mekânla bütünleşmek gerekir. Şehirler bir toplumun üretim gücünün bir arada bulunduğu yerlerdir. Hayatın çeşitli renklerini içinde barındırır. Medeniyete ait üretimlerin merkezi şehirlerdir. Medeniyetin Arapça şehir anlamına gelen medine kelimesinden türemesi tesadüfi değil.
Her şehrin bir ruhu vardır. Yoksa o coğrafyada insanları bir arada ne tutabilir ki? Hatıraların kaydedildiği, dostlukların neşvü nema bulduğu bir mekân olmaktan öte bir ortak ruhtur memleket dediğimiz. Göçüp gitmek varken doyduğumuz yerin peşinden gitmeyiz de neden doğduğumuz yere hasret duyarız. Neden hemşehrileriyle bir arada durmaktan mutlu olur insanlar? Neden özlem duyarlar memleketlerine? Nasıl olur da meselâ otobüsün buğulu camından memleket ismini yol kenarı levhasından okuyunca insanın içinde tatlı kıpırdanmalar olur? Ömür dediğin zaten iki nefeslik bir şey değil mi? Hangi coğrafyada olsan geçmeyecek mi? Nefes aldıkça hayattan nasibini alırsın. Fani olan dünyanın tamamı değil midir? Her nerede olsan aldığın nefesi senden geri istemez mi hayat? Geride bıraktığın günlerde yaşadığın yıllarda hatıralar biriktirdiğin anlarda hep memleket var.
Medeniyet ve mekân yolculuğunun ilk zihinsel nüveleri yaşadığımız şehirden başlayarak oluşmaya başlar. Medeniyetin zemini şehirlerdir, yani Medine. Şehirler ve medeniyetler arasında doğrudan bir ilişki vardır. Çünkü mekân ve medeniyet ve şehir birbiriyle bütünleşen olgulardır. Şehirlerin insanı cezbeden bir ruhu olduğuna inanıyorum. Şehirler bu ruh atmosferinin içine sizi de alarak şekillendiriyor. Şehirlerin içinde yaşadığı varsayılan bu ruhlar modern zamanlarda artık betonlarla karılarak katledilmekte.
Şehirlerimiz estetikten uzak taş ve beton yığınları haline getiriliyor. Modern mimariden vazgeçemeyiz ama modern mimariyi estetik hale getirebiliriz. Modernleşmeyi apartman dikmekten ibaret zanneden anlayış geleceğimizi ipotek altına alıyor. Yeşilin, çiçeklerin, bulutların ve mezarlıkların şehirden sürgün edildiği modern zamanlarda insanlığa yüzyılların rüyasını gelecek hayalleri içinde sunan, sokak ve caddeler yazılmış birer kitabe olmaktan çıkmış.
Bir şehri gezmek, bir şehri görmek insanlığın uzun macerasını bu kitabeden okuyabilmek demektir. Biz bu şehirde yerden bitme apartmanlar arasında hangi tarihi, hangi geçmişi okuyabiliriz. Toprakla olan ünsiyetimiz kayboluyor. Köylerle irtibatı olan hemşehrilerimiz bu ihtiyacı köy ortamında karşıladıklarından tehlikenin farkında değiller. İnsan fiziki çevre ilişkisi oldukça zayıflamakta.
Nehri, gölü, ormanı görmeden beton yığınları içinde ömrünü tamamlayan insan sayısı giderek artmakta. Çocuklarımız kuş seslerine hasret kalacak. Bir milletin bekası için bu tehlikeli bir durumdur. Bu ortamlarda ne şair ne yazar ne de düşünür yetişir. Belki de imar yasalarına şehir yoğunluğunu sınırlayan tedbirler konulması gerekir.
Okumak ve yazmak konusunda daimi bir yolcuyum... Bu küçük Anadolu şehrinde birkaç dergiyi defnetmenin hüznünü yaşıyorum. Bu konuda şehir olarak neden başarısız olduğumuz tercihlerimizde saklı.  Betonla insan arasında bir tercih yapmalıyız. Ruhumuzu bir şehrin ruhuyla kavuşturmak, susuzluğumuzu o şehrin sularıyla dindirmek için insanca şeyler düşünmek gerek.
İnsanın nesne değil özne olarak ele alındığı, bütün işlerin bunun üzerine bina edildiği bir anlayışı hâkim kılmalıyız. İnsanı yaşat ki devlet yaşasın düsturudur bu. Şehirleri ve dolayısı ile mekânı sosyal olaylardan bağımsız olarak ele almak büyük bir eksiklik olur. Nihayetinde şehrin de, mekânın da, medeniyetlerin de ortak öznesi insandır. Mekânı şereflendiren de… Şöyle denilmiştir: (şereful mekanı bil mekîn) Mekanların şerefi içindekilerle ölçülür.
İnsanların büyük bölümü şehirlerde yaşıyor. Ancak birçok insan yaşadığı şehre herhangi bir katkı sağlamadan geçip gidiyor. Şehrin ruhuna yakın olmayandan şehre katkı beklemek olmaz. Çünkü şehirler sırlarını herkese açmaz. Bir şehrin dünyasına katılabilmek için o şehirle bütünleşmek ve o şehrin ruh derinliğine sahip olmak gerekir.
Şehirler tarih boyunca insanın varlığını anlamlandırdığı ve kendisiyle aidiyet kurduğu mekânlardır. Şehri bir vücut gibi düşünürsek onun aynı zamanda bir ruhunun varlığını da kabul etmiş oluruz. Bir şehrin ruhunu anlayabilmek için yapılaşmasına ve yapılaşmasının oluşturduğu atmosfere bakmak yeterlidir. Modern mimarinin veledi zinası “imaj”, maalesef binalardan ruhu söküp alarak ruhsuz yerleşkeler oluşturmuştur. Mahalle ruhunu kaybeden şehirler buna bağlı olarak ruhsuzlaşmışlardır.
Çok dolaştım adım adım
Bu şehrin sokaklarında
Gerçek bir dost bulamadım
Bu şehrin sokaklarında

Binalar var kışlık yazlık
İçleri dolu kurnazlık
Eskiyen pabuca yazık

Bu şehrin sokaklarında

7 Mart 2017 Salı

BİR KENTİ ŞEHİR YAPABİLMEK


Modernleşmenin kültürel yıkım duygusu eskiye düşmanlık hıncıyla açıklanabilir. Bu hıncın derin derin tartışılması, hepimiz için ufuk açıcı olabilir. Medeniyet ve mekân yolculuğunun ilk zihinsel nüveleri yaşadığımız şehirden başlayarak oluşmaya başlar. Medeniyetin zemini şehirlerdir yani Medine.
Şehirli olmak bir ayrıcalıktır. Çünkü medeniyetin neşvü nema bulduğu mekan Medine yani şehirdir. Ancak şehre sahip olmak, medeniyeti içselleştirmek için şehirde yaşıyor olmak yeterli bir sebep değildir. Modernizmle birlikte kentleşme ve kentlileşme bir muharrik olarak yaşadığımız şehrin değişimini sağladı. Öncelikle taşınan, sonra geçmişinden koparılan bir yeni kent inşa etmek bilinçli ya da bilinçsiz geldiğimiz noktadır. Kültürel olarak burjuvalardan farklı olarak 'kökleriyle övünen' ve yüzyılların dışlanmışlığıyla kent yaşamında kendine bir yer bulabilen insanların kentlere kültürel ağırlığını koymalarıyla kentleşmenin geldiği boyut bu günümüzün fotoğrafıdır.
Beton yığınları halinde, estetikten uzak mekânlarda yetişen insanlardan sanatsal incelik beklemek elbette imkânsız.  Sanatçıları himaye eden, kendi aralarında incelik ve zevk yarıştıran; devlet işlerinden artan zamanlarında sanatla iştigal eden geçmiş zaman devletlûlarını günümüzde bulmak imkânsız. En azından geçmişin estetik şehirlerine, mahallelerine, yapılarına sahip çıkarak estetik zevke aşina insanlar yetiştirebiliriz.
Bu bağlamda restorasyon çalışmaları umut verici birer gelişmedir. Bir şehrin tarihi mekânları, nefes alacak ve aldıracak meydanları olmazsa o şehrin sıradan kentlerden ne farkı olabilir.
Tam bu noktada "şehir" ile "kent"in arasını ayırmak icap eder. Bu ayırım bizim neden şehri İslam'a, kenti Batı'ya, nispet ettiğimizin anlamı ortaya çıkacaktır. "Kent", yerleşim biriminin Sanayi Devrimi'nden sonra ortaya çıkmış formu, modernizmin ve ulus devletin yapılandırdığı yerleşim birimidir. "Şehir" ise, geleneksel yerleşim birimi.
Bu noktada modern kenti tanımlamakta fayda var. Belirtmek gerekir ki "kent", geleneksel yerleşim birimi olan "şehir" değildir. Şehir dediğimizde biraz da milletin yüzyıllar boyunca yaşattığı eserlerin biriktirilmesini anlarız. Şehir dediğimizde içindeki mahalle isimlerinden tutun da yüzyıllara uzanan binalarıyla bize tarihimizi anlatan canlı bir organizmadan söz ediyoruz.
Kent denilince sanki soğuk, hissiz, ruhsuz beton yığınlarından bahsediyoruz gibi gelir bana. Şehir ise; daha naif, insancıl ve nicelikten daha çok nitel özellikleri ağır basan bir sosyalleşme ve ruhsal tekâmül sürecinin adıdır. Şehir kelimesi, bir mahalle, bir sokak, bir mekân, bir yaşayış biçimi olarak canlanır gözümde.
Şehir; doğayı ve yaşamı içinde barındıran bir alandır. Maalesef kentleşelim derken ‘şehir’lerimizi kaybettik. Kentleşmeye kurban edildik. Maddi çıkar uğruna balkonları, pencereleri birbirine bakan iç içe binaların yükseldiğini gördükçe şehirlerin geleceği adına üzülüyorum. Bu mekânlarda yaşayan insanlar hissizleşir ve duyarsızlaşır.

Ahmet Davutoğlu şöyle diyor: “Şehir, sadece değişik inşa malzemeleriyle, bugün beton, geçmişte taş veya başka bir şey, değişik inşa malzemeleriyle rastgele düzenlenmiş bir mekân değildir. “Kevn” ile yani oluş ile “kün” ile ol emriyle o mekânı inşa eden zihnin varoluşsal arka planı arasında bir irtibat yoksa şehir de olmaz.”

5 Mart 2017 Pazar

MAHALLE ÖLDÜ

“Değişik Türk lehçelerinde ev, iv, üw, öy, üy, eb, ep ve öm gibi şekillerde görülen kelimenin sözlük anlamı “barınak, çadır” olup bazı lehçelerde “kadın” ve “aile” mânalarına da gelir (Clauson, s. 3-4; Räsänen, s. 34). Anadolu’nun bazı yörelerinde “ev” anlamında kullanılan dünek/tünek kelimesi ise tüne - mek (gecelemek) fiilinden türemiştir. Buna benzer bir ilişki Arapça’daki bâte (gecelemek) fiiliyle beyt (ev) kelimesi arasında görülür; bâte Türkçe’de olduğu gibi “evlenmek, yuva kurmak” anlamını da taşımaktadır (geniş bilgi için bk. Lane, I, 279-281). Arapça’da dâr ve mesken kelimeleri de “ev” manasında kullanılır. Ev ismi bir mimari yapıdan çok içinde insan, aile, hatta hayvan barındıran mekânı ifade eder; bu basit bir çerge olabileceği gibi bir saray da olabilir.” İslam Ansiklopedisinin ev maddesinde böyle diyor.
Bu yüzden mahremiyeti esas alan beyt/ev önemli bir unsurdur. Beyt kelimesi kapalı olan barınak manasına geliyor. Kapalı bir manayı içeren iki satırlık şiirlere de beyt deniliyor bu yüzden. Arapçadaki “dar” kelimesi ise kapalı olmayan üstü açık evi anlatıyor. Kısaca ev kelimesinin etimolojisinde bir mahremiyet var.
Evlerin bir araya gelmesiyle oluşan birime mahalle diyoruz. Mahalle de mahremiyeti bir şekilde koruyan bir yapıya sahip. Özellikle doğu toplumlarındaki çıkmaz sokaklar mahalleyi yolgeçen hanı olmaktan koruyan bir mahremiyet düşüncesiyle dizayn edilmiştir. Modern kent anlayışı mahalleyi yok etti. Çoğulculuk şehrin tabiatında mündemiç. Modern kentler istilacıdır. Bu istila bahçelerimizi kat karşılığında elimizden alarak bize havada bir mekânı satmaktadır. Kapitalizmin ünlü sihirbaz Hudoniye taş çıkaracak açıkgözlülüğü.
Mahallenin yok oluşu mahalleyi yaşatan insanın yok oluşudur. Komşuluğun yok oluşudur. Komşunun açlığını bilmemeyi kendinden olmamakla eş değer gören bir dinin müminlerinin bu günkü durumu sorgulanmalıdır.
Şehrin sürekli kendini yenilemesi, şehir hafızasının da yok oluşu anlamına gelir. Modern kent insanı kanaat diye bir şey bilmez, doymak bilmeyen bir canavar gibidir. Her şeye sahip olmak ister.
Çok katlı binaların, sitelerin rezidansların medeniyet olduğu dayatılıyor bize. Hâlbuki biz diğerkâmlıktan, komşuluktan, yardımdan, selamdan, helalleşmekten bahis açmaya çalışıyoruz. Birbirine gülümsemenin sadaka olarak kabul edildiği bir medeniyetten söz ediyoruz.
Çimento fabrikaları adeta ağaçları, çiçekleri, böcekleri, kuşları değirmenlerinde öğüterek doğal mekânları beton dikitlere çeviriyor. Evin kültürel değeri yok edilerek ekonomik değeri öne çıkarılıyor. Kentleşmenin öldürdüğü mahalle olgusu evleri otel odalarına dönüştürdü.
Titanic armatürü Bruce Ismay Titanic için “Tanrı bile batıramaz” demişti. İnsanoğlu zaman zaman kibre kapılıyor. Kibir, Firavunlaşmanın bir diğer adı. Gökdelenleri tekebbürün tecessüm hali olarak kabul edebiliriz. Babil Kulesi efsanesi bu gün gökdelenlerle denenmektedir. Hâlbuki kulluk dediğimiz şey haddini bilmektir.
Binaların insansız kalması ürkütücü bir durumdur. İçerisinde ninelerin masal anlattığı, bebeklerin ağladığı evler yok. Konutlar gündüzleri sessizdir. Ölü sessizliği hâkimdir sitelerde. Bunun için hırsızlar buraları mesken edinir. Mahalle yok olalı çeşme başı muhabbetleri, sokaklarda oynayan çocuklar, az katlı bahçeli evler tarihe karışmıştır. Öz bir ifadeyle insanlık yok olmuştur. Komşuluk, dostluk, vefa ve tanış olma uzak iklimlere göç etmiştir.
Artık buralara bizim kültürümüze ait mahalle demek mümkün değildir. Bu sebeple olacak ki “yerleşke” levhalarıyla sık sık karşılaşmaktayız.

Mahalle birbirini tanıyan insanların bir arada yaşadığı mekânlardır. Mahalleli günde beş vakit olmazsa bile birkaç kez mahalle mescidinde bir araya gelir. Mahallenin berberi, bakkalı, fırıncısı, boyacısı, kalaycısı, imamı ve bekçisi olur. Mahalleli birbirine hem kefildir, hem sahiptir. Yerleşkelerde, sitelerde kapı komşusunu tanımayan sakinler vardır. 

BU ŞEHRİN BİR ÇINARI VAR MI?

Estetik kavramını en basit şekliyle güzel olanı aramak, güzel olanı fark etmek olarak ifade edebiliriz. Ancak “güzel olanı”, birbirinden bağımsız birçok öznenin karmaşık bir bütünlük oluşturduğu şehirlerde nasıl sağlayabiliriz?
Şehir estetiğini oluştururken iki konuya dikkat etmek gerekir: materyal ve metod. Bu günün şehirlerinde materyal olarak betonun yoğunlukla kullanıldığını söyleyebiliriz. Metod ise batı kaynaklı çok katlı bir yapılanmayı çıkarıyor karşımıza.
Osmanlı şehirlerine bakarsak topografik veriler doğrultusunda organik gelişim gösteren çevresi ile iyi entegre olmuş, doğa ile bütünleşik, anıtsal yapıları ve külliyeleri ile belli bir estetiğe ve imaja sahip oldukları görülür. Osmanlılar mevcut dokuya zarar vermemiş, arazi yapısı, kültür varlıkları, doğal değerleri korumuşlardır.
Mumford şehri, “medeniyetin en değerli toplumsal icadı” olarak görür. Şehir bir toplum ruhunun elle tutulur hale gelmiş en güzel örneğidir. Estetiğin daha yoğun olduğu sanat dallarına ilgi duymayabilirsiniz fakat şehri görmezlikten gelemezsiniz. Çünkü orası hayatın devam ettiği bir ortamdır. Müziği sevmeyebilir, dinlemeyebiliriz, şiiri okumayabilir, resme bakmayabiliriz. Fakat bir şehre bakarız, çünkü şehrin içinde yaşarız.
Bu açıdan bakıldığında şehirler insanlarını şekillendirir. Şehrin sakinleri biraz şehirlerin ruhunu taşırlar. Şehirler bir şiir, bir roman, bir müzik, bir resim olarak bize etki eder. Şehir estetiği insana birebir etki eden, insanın ruhunda tesir meydana getiren bir olgudur. Şehirlerin doğduğu tabiatın içinde ve onunla birlikte bütünleşik, ahenk içinde olduğu zaman insanını da kendisine benzetir.
Renk şehir estetiğinin en önemli öğelerinden biridir. Şehirlerin tarihi dokularını gözlemlerken renk olgusu sürekliliğin bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Şehir estetiği, mimarinin estetik yoldan üretilmesi, yaşam alanlarının estetik olarak biçimlendirilmesi ve estetik değer olarak geleceğe aktarılmak felsefesini içinde barındırır. Bir şehrin estetiği, bir topluluğun içinde barındırdığı kültürel, ruhsal zenginliğinin en önemli göstergesidir. Renk de bunun önemli parametrelerinden biridir.
Şehir, doğayla bütünleştiği zaman ve bu doku tarih ile nesilden nesile aktarıldığı zaman güçlü bir kimlik kazanır. Yani şehir kendisi olur. Aksi takdirde günümüz şehirleri, siteleri ve yerleşkeleri gibi birbirlerinin kopyası olmaktan başka bir işe yaramaz. Erkek, kadın, çocuk, engelli, yabancı, yaşlı, genç herkese açık bir kültür alanı olan şehir yapay üretilen bir nesne değil; gündelik hayatın doğallığı içerisinde kendi kendini inşa eden bir yaşam alanıdır.
Estetik anlayıştan uzaklaşan şehir, kadim birikimini terkederek kentleşir. Sonuç itibariyle estetiğini kaybeder, çirkinleşir. Böyle bir kentte yaşayan insan da şehrin ruhuna bürüneceği için insani özelliklerini kaybeder, ahlaki ve estetik niteliğini de kaybeder. Bu günkü şehirlerimizin temel meselesi budur.
Bir şehri şehir yapan en önemli faktör zaman içinde geriye doğru giderek köklerimizi her köşesinde bulduğumuz estetiği derununda saklıyor olmasıdır. Bu sebeple bizim gözümüzü dinlendiren, ruhumuzu dinlendiren ve ruhumuzu şekillendiren şehirler lazım. Gümüşhane özelinde baktığımız zaman biz taşınan şehirlerin örneklerinden biriyiz. Kadim bir şehir yerleşimine sahip olmasak bile kadim bir şehir anlayışının izleri tarihi fotoğraflara baktığımızda bu günkü Gümüşhane’de görülür. Ancak bizler çok az olan bu yapıyı da tahrip ederek bir şehir, daha doğrusu bir kent oluşturma yolunu seçmiş bulunuyoruz.
Şehrin bu günkü yerine taşındığı yıllardan elimizde kalan ne var. Bir cami, bir çeşme, bir mekân... Elli yıllık bir çınarımız bile yok. Günübirlik değişen şehir anlayışından ve uygarlığın safrası kabul edilen beton yığınlarından başka bir görüntü vermeyen bu şehrin estetik anlayışımıza karşılık gelen bir yanını bulamazsınız.
Estetiğe, özel olarak da şehir estetiğine ilişkin şunu söyleyebiliriz: Eğer şehir estetiğinden söz ediyorsak bu öncelikle ortak mekânların oluşumu ile ilişkilidir. Vatandaşın estetik anlayışı biraz ekonomik göstergelere bağlıdır. Estetiğin temel meselesi kamusal hayatı arka plana iten, toplumun ve halkın günlük yaşamını göz ardı eden bir tasarımcı egosu yerine, bizzat hayatın kendisi olarak kabul edilmemesinden kaynaklanıyor. Bu durum estetikle bir meslek olarak ilgilenen şehir tasarımcılarının da ciddi bir anlayış değişikliğine gitmelerini zorunlu kılıyor.
Değişik dönemlerde estetik beğeniler de farklılık gösterebilir. Ancak, farklı zaman kesitlerindeki toplum yapılarının yarattığı kültürel özellikler ve buna bağlı estetik duygular ile mekân kalitelerini anlamak bugünün estetik şehrini oluşturmada rehber olacaktır. Bu açıdan Gümüşhane konakları -ki ne yazık ki bu gün elimizde az sayıda kalmıştır- incelemeye değer.

Şehir estetiği, mekâna, şehre ve kamusal alana ilişkin beğeni düzeyinin yükseltilmesi, varlığın estetik yoldan dizayn edilmesi olarak anlaşılabilir. Esas olan gerçeğin doğal yollardan biçimlendirilmesi ve dönüştürülmesidir. Toplumların mutlu, keyifli yaşamaları, görsel açıdan nitelikli, estetik duyguları öne çıkaran işlevsel ve estetik çevrelerin oluşumu ile mümkündür. 

GÖNÜL MEDENİYETİ

Bizler yetiştiğimiz okullarda bir medeniyet inşasına katkı yapmak üzere yetiştirildik. Bizler diyorum, çünkü benim gibi düşünen nice kardeşimin olduğunu biliyorum. Bizim medeniyet tasavvurumuz insanlığın kurtuluşu üzerine kurulmuştu. İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır, felsefesiyle yola çıkılmıştı. İnsanları ikiye ayırmıştık; tebliğ edenler ve tebliğe muhatap olanlar. Bunun içinde yaratılanı yaratandan ötürü seviyorduk. Geçmiş zaman kipiyle yazmamın özel bir sebebi yok; bu gün de aynı düşünceleri taşıyorum.
Medeniyetin bir merkezi vardır. Aklı da, gözü de, ruhu da, sözü de harekete geçiren bir merkezi: Kalp. Bu merkezin cisimleşmiş hali Medinedir. Medinesiz medeniyet olmaz zaten.
Kalp, ruhun kaynağı, vicdanın, fıtratın... Saflığın, arı-duruluğun, hakikatin yaşam alanı gönüldür. Akıl maddeden yana tavır koyarken gönül manadan yana koyar kendini. Akıl hesap yapar, gönlün hesabı yoktur.
Ben yaptığım her eylemde gönlümün sesini dinledim. Aklımdan çok gönlüme danıştım. Şairliğim de bu karakterimin tezahürü.
Akıl, kalple buluşabilirse, hakka hakikate ulaşır. Akıl ilahlaştırılıp yegane rehber kabul edilirse şirretliğin ve şiddetin kaynağı olur. Nitekim dünyayı bir savaş alanına çeviren kıtalar arası füzeler, kitle imha silahları üreten akıl değimlidir.
Bundan dolayıdır ki şair şöyle der: “İmandır o cevher ki, ilahi ne büyüktür / İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür.”
Uygarlığın kaynağı akıl'dır. Gönül ise medeniyetin kaynağı. Akıl, sadece bilmeye yarar; anlayabilmeye değil. Bilimin kaynağı akıldır. Aşkın kaynağı gönül. Akıl detaylarda boğulur, gönül yol alırken.
Akıl, gönlün emrine girerse başka insanlara, başka varlıklara, tabiata hikmet nazarıyla, keşif nazarıyla bakar. Buradan insan bir çıkarım yapar bir fayda sağlar, yaratanını sürekli hatırda tutar.
Kalp, Yaratıcı'nın 'yerleştiği' yegâne 'yer'dir; hayatın ve hakikatin merkez'i, merkez üssü. Kalp, o yüzden insanı ve dünyayı, tevhid eder, birleştirir.  Yegâne özgürleştirici, kuvvet ve kudret sahibi, yaratıklarını besleyip büyüten Rabbe bağlar.
Gönülle birlikte hareket eden akıl, kalbin tesis ettiği vicdanla, insanı kemale ulaştıracak yolun işaret taşlarını döşer. İnsanı yüceliklere kanatlandırıcı güzergâhlar çizer. Rotası kısa yoldan hakka ulaşmaktır.
Kalp, başka âlemlere fütûhât yolculuğu yaptırır. Gümüşhanevî şöyle der: “İnsanda arş ve levh-i mahfuzun mukabili olarak gösterilen yer kalptir.” “Kalbin kendine mahsus tabiatı vardır. Onun tabiatı Allahın nuruyla ilgilidir. O nura taliptir. Çünkü O’nun nurunun makamı orasıdır.”
Susanna TAMARO’nun romanının ismiyle yazıyı bitirmek istiyorum: “Yüreğinin götürdüğü yere git.” Ben de öyle yapıyorum. 

BETONLAŞAN KAFALAR

Bir söz vardır: “Nato mermer, nato kafa”... Uludağ sözlük ve ekşi sözlük zekâ seviyesi gelişmemiş insan için kullanılan söz, olarak tanımlıyor bu deyimi. 
Ben betonlaşan kafa yapımızdan ve hayatımızdan bahis açmak istiyorum. Bir cenazede mezarın etrafının briket ile örülmesi beni bu düşünceye sevk etti. Çağımızın insanı ne yazık ki hayatını betonlar arasında sürdürdüğü gibi kabir hayatını da betonlar arasında geçirecek.
Bizim bahçelerimiz vardı, bahçelerimizde elmalarımız, armutlarımız... Dutlarımız vardı, dut dibine yaslanan kızlarımız için türkü söylenirdi. Yüksek binaların, AVM’lerin, makinelerin, lüks otomobillerin medeniyet olduğunu bize dayatan bir anlayış var şimdi. Her bulduğu toprak parçasını betonla kapatmayı marifet sayan bu zihniyete selamı yaymaktan, komşuyu gözetmekten, kırlangıç fırtınasından, bülbüllerin geliş mevsiminden bahsetmek beyhude.
Yüz elli metrekarelik evini ve küçücük bahçesindeki meyve ağaçlarını çok katlı gökdelenlere terk eden insanoğlu betonlar arasında bir hapis hayatı yaşamayı medeniyet göstergesi olarak algılıyor ne yazık ki. Çimento harcını kararken geçmişimizi, doğamızı ve ruhumuzu da içine katarak betonlaştırıyoruz.
Ahşap evlerle özdeşleştirdiğimiz dostluk, komşuluk, samimiyet, yardımlaşma, mutluluk, helal lokma maalesef apartman kültürüyle beraber modern insanın uzağına düşmüş bulunuyor. Apartman kültürü belki de yanlış bir tabir; kültürsüzlük daha uygun düşebilir. Kapı komşusunu tanımayan bu apartman insanına Kuranı Kerimdeki ‘yakın komşu’ tabirini nasıl anlatacağız.
Apartmanlı hayatın bize dayattığı yeni hayat tarzı tüketimin bir parçası olmaktır. Tek katlı ahşap evlerdin bahçesinde yetişen domateslerden, ahırında beslenen ineğin sütünden doğal olarak beslenen ve üretime katkı sağlayan insanın yerine sürekli tüketen insan oturuyor karşımızda. Küresel sermayenin istediği tam bu işte.
Geçinecek kadar üretme, ürettiğini tüketme ve paylaşma, kanaat modern öncesi toplumların özelliği. Şimdi tüketmeyi bir vazife olarak gören ve AVM’lerde alışveriş yapmakta mutluluk arayan bu insan sıkıştığı betonlar arasından kendini kurtarıp doğaya dönebilse vitrin seyretmenin, markalarla konuşmanın ne kadar beyhude bir davranış olduğunu kavrayabilir.
Betonlaşan kafaların bir avuç toprağı mezarında bile insana reva görmemesi ne kadar üzücü bir durum. Hâlbuki biz o topraktan yaratılmış insanlarız. O topraktan uzak kalışımız bir nevi insanlıktan uzak kalışımızın göstergesi. Kentlerin semirmesini, kanserli bir ur gibi büyümesini,  evleri, bahçeleri, tarlaları, ağaçları yutmasını engelleyebilirsek insanlığımıza geri dönebiliriz.
Bahçe Sahipleri Kuran'da şöyle anlatılmaktadır: [Biz, vaktiyle "bahçe sahipleri" ne belâ verdiğimiz gibi, onlara da belâ verdik. Hani onlar (bahçe sahipleri), sabah olurken (kimse görmeden) onu (mahsullerini) devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı.  Fakat onlar daha uykudayken Rabbinin katından (gönderilen) kuşatıcı bir âfet (ateş) bahçeyi sarıverdi de, Bahçe kapkara kesildi. Sabah olurken birbirlerine seslendiler. "Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!" diye. Derken yürüyorlardı; fısıldaşıyorlardı. "Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın" diye. (Evet yoksullara yardıma) güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek niyet ve azmi ile erkenden yola düştüler. Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! Dediler. Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız! İçlerinden en makul olanı şöyle dedi: Ben size "Rabbinizi tesbih etsenize" dememiş miydim? Rabbimizi tesbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz, dediler. Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.  (Nihayet) şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz.]
Bu ayetlerden alınacak çok ders var.
Her insanı ürkütmesi gereken çok katlı gökdelenler dünyasında insanlık küçülüyor, kayboluyor. Dünya çok katlı çok yıldızlı beton yığınları inşa eden barbarların istilası altındadır.

Bir gazetenin haber başlığı şöyle: “Kalp taş olunca ruh beton hayali görür.” Gazetelerde böyle başlıklar atılıyorsa ümidimizi henüz kaybetmedik demektir.

EN VAHŞİ YARATIK

Mücadele insanın doğasında var. Nasıl olmasın daha ilk başta Âdem babamızın çocukları mücadeleye girişmiş. Hatta birbirini öldürecek kadar çetin bir mücadele. İnsanoğlu tarih boyunca mücadeleye devam etmiş. Savaşlar, harpler, darpler… Dünyada silaha harcanan para sağlığa harcanandan çok fazla.
Savaş ve barış için mutlak iyidir yahut kötüdür diyemiyoruz. Eylemlerin arka planında var olan ruh halini bilmediğimiz müddetçe. Şurası malum ki; insan insanın kurdu. İster devlet bazında olsun ister fert bazında. Çelme ile ilerleme, ayak oyunları tarih boyunca hep var olmuş.
Biz birey olarak olayın neresindeyiz. Sorguluyor muyuz eylemlerimizi. Haksızlık karşısında susmamak, mazluma kimliğini sormamak, maddiyat için her türlü şekle bürünmemek, emanete hıyanet etmemek, söz verince sözden dönmemek, düşmanlıkta haddi aşmamak, kişisel çıkarlarımızın kölesi olmamak, kısaca erdem libasını bürünmek hayatımızın her anını kapsıyor mu? Yoksa erdemi reklam malzemesi olarak mı kullanıyoruz?
Genelleme yapmak her zaman hatalıdır fakat insan, yaşadığı zamana benziyor. Dolayısıyla, yaşadığı zamanın anları, kendisine, zihnen ve ruhen tesir etmekte… Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî güzel insanları şöyle anlatıyor: “Vakit onlara değil, onlar vakte hâkimdirler.” Kapitalizmin, sekülarizmin tesirinden uzak kaç kişi tanıyoruz.
Mesele, Müslüman için hayatîdir. Sorgulanmamış rutin eylemleri muhafaza ederek yaşanan bir hayat tarzı kişiyi şahsiyetsizleştiriyor.  Çocuklarını, “Ben yaşamadım, o yaşasın” mantığıyla büyütenlerin çocuklarının fazilet, erdem, hak, hukuk gibi kavramlarla işi olmayacaktır. Hedonizmi hayatının gayesi kılan bu anlayış insanlara karşı her türlü vahşiliği irtikâp edecektir. Bir yolunu bulup, piyasa pratiğine uyum sağlayacaktır. Aşk ile, şevk ile… Her türlü ayak oyunlarını deneyerek.
Dünyada bizi hazza ulaştıracak her şeyi temin etmek için, bunları verdiğini vehmettiğimiz her kişi ve kuruluşu itinayla kutsuyoruz. Nasıl olsa hedefe varmada, her vasıta mubah, yeter ki varılacak noktaya ulaşılabilsin. Bu da insanlığımızın yok oluşunun açık verisi. Kalb-i selim, akl-i selim ve insan-ı kâmil uzak ülkeler bize.
İyiyi, güzeli, doğruyu kendisinden; kötüyü, çirkini, yanlışı başkasından biliyor insan. Başarı olursa kendisine ait, başarısızlık ise başkalarının etkisiyle oluşan bir sonuç. Nefis böyle şeyler ilham ediyor.
Sunay Akın bir televizyon programında anlatmıştı. Bir yurtdışı seyahati sırasında, kıtalara ait en etkileyici hayvanların barındığı, dünyanın en eski hayvanat bahçesine gidiyor; Frankfurt’ta. Hayvanat bahçesini gezerken bir kafese rastlıyor. Kafesin parmaklıklarında bir uyarı yazısı: “Doğanın en vahşi canlısı!” Meraktan, kafese dikkatlice bakıyor, içinin boş olduğunu görüyor. Fakat o da ne? İçeride yalnızca bir boy aynası…
Öyle anlaşılıyor ki insanın yapısında zalimlik ve cahillik özelliği yüklü durumda. Ebû Bekir Varrak insanların durumunu şöyle özetler: “Sultanların ve devlet adamlarının bozulması zulüm ile, âlimlerin bozulması tamahkarlık ile, fakirlerin bozulması ise riya ile olur.”

Sonuçta insanlığın şirazeden çıktığını, kitle imha silahlarıyla birbirini yok etmek için fırsat kolladığını görüyoruz. İşe nereden başlayacağımız konusunda mütereddid davranıyoruz. Gücümüzün dünyayı değiştirmeye yetmeyeceğini görmek için uzman olmaya gerek yok. Ancak hangi saftayız burası önemli.

1 Mart 2017 Çarşamba

ÜMİTVAR OLMAMIZ İÇİN SEBEP

Hayatımıza hükmeden tasavvurun özü; “Kâr ve egemenlik için her şey meşrudur” cümlesinde yatıyor. Değerleri ve ahlakı ekonomi ve iktidara feda eden anlayış… Hâlbuki bizim insani hasletlerimiz vardı bizi biz kılan.
Maddeyi temel ve belirleyici kılan bu anlayışın egemen olmasıyla insani faaliyetler ve insanlar arası ilişkiler farklı bir boyut kazandı. Paran kadar değerin var mantığı bizi insanlığımızdan alıp başka mekânlara yelken açtırıyor.
“Küreselleşme”, denilen olgu bizim değerler silsilemizi altüst ederek bizi daha çok tüketimin, dolayısıyla maddenin kulu yapmaya zorluyor. Bunun için geliştirdiği güç ve tekniklerle en mahrem noktaya kadar her yere önce nüfuz ediyor, sonra tefessüh ettiriyor.
Toplumların nüfusunun çoğunluğunu barındıran şehirler. Şehirlerde bu tür sapmaları görürken bunun kırsal alanlara sıçraması umutlarımızı yok ediyor. Ümitvar olacağımız bir taraf var elbette; insan olarak fıtratımızın bu tür dayatmalara galip geleceğini düşünüyorum.
Şehirlerin insanlar arası ilişkilerin daha yoğun yaşandığı mekânlar olarak yukarıda söylediğim maddileşmeye daha yakın görünüyor. İnsan olarak toplumdaki yerimizi biliyor olmamız bizi diğer canlılardan ayırıyor. Kendi eksiklerimizi tamamlayarak kendimizi geliştirme yolunda katedeceğimiz mesafe de insanı kâmil olma yolundaki yerimizi belirleyecek.
Yeni hayat tarzı; toplumun fertleri arasında dayanışmayı, yardımlaşmayı, selamlaşmayı, dertleşmeyi, yok ediyor, bitiriyor. Herkes gelirine göre kurulan mahalle ve semtlerde daha çok bireyselleşiyor ve bencilleşiyor. Bütün ilişkilerimizi madde üzerine oturtmamıza kapı aralıyor. Daha çok metropol denilen büyük şehirlerde görülen bu hayat tarzı umarım Anadolu insanlarına sirayet etmez.
Var olan değerler erozyona uğrarken; hiçbir ölçü, kaygı ve sorumluluk tanımayan ahlaki yozlaşma inanılmaz bir hızla yayılıyor. Özellikle birbirlerini bir daha görmemek üzere hayat süren kalabalıklar içerisinde bu durum daha yaygın. Bizim şehrimiz gibi herkesin birbirini tanıdığı mekânlarda, umarım bu tür aymazlıklar karşılık bulmaz.
Ekonomik gücü elinde tutanların revaçta olması, toplumda belirleyici rol oynaması ve ekonomik güç için her yolun meşru sayılması servet sahiplerini toplumda imtiyazlı bir konuma çıkarıyor. Adaletsizlik her alanda kol gezdiğinden, haklarına düşeni alamayan güçsüz kesimler bilinçaltında Stokholm sendromuna dönüşüyor.
Toplumun ve şehirlerin ifade etmekte aciz kaldığımız sayısız sorunu bulunuyor. Her geçen gün problemlerimiz artıyor. Ancak ben en büyük problemimizin değerlerimizi kaybetmek olduğunu düşünüyorum. Dış görünüşler ve maddiyat gerçek değerler olmamasına rağmen, öncelikli hale gelmekte.
Asıl değer iman, ihlâs ve takvadadır. Zengini fakirle, güçlüyü güçsüzle, genci yaşlıyla, sağlamı sakatla mukayese dünyevidir. Buralardan değer üretilemez. Müslümanlar olarak bu tuzağa düşersek insani tarafımızdan ödün verirsek insanlık adına alternatifimiz, önerimiz, felsefemiz kadük kalacak.

Her şeyi madde ile değerlendiren kişilerde insanı insan yapan manevi değerlerin, ahlâkî güzelliklerin hayat bulması düşünülemez. 

MODERN ÇAĞIN İNSANLARI

Modern zamanlarda insanın en büyük ihtirası, sahip olma, her şeyi ele geçirme, sınırsızca biriktirme arzusu. Bütün bunları daha mutlu, daha müreffeh, daha rahat bir hayat için istiyoruz ama karşımıza çıkan, payımıza düşen refah ya da mutluluk olmuyor nedense.
Sadece ben'imiz ve ten'imiz var. Para ve makam... Zenginlik, hırs, başarı, kariyer, prestij… İnsanlığın en büyük kâbusları. Bir modern paganizmin en rafine putları. Ahlar, günahlar, ayıplar, kayıplar... Hayat var ama hayatta insan yok. Madde var fakat insanlar insanlığından soyunmuş. Hayatın her sahasından insanlık adına ne varsa sürgün etmişiz.
Sahip olduklarımızı kaybetmekten korkuyoruz. Hâlbuki her şeyin asıl sahibini bilenler kaybetmekten korkmazlar. Korkuyoruz kaybetmekten, çünkü her şeyin sahibinin kendimiz olduğunu zannediyoruz. Necip Fazılın dediği gibi: “Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş” zavallıları oynuyoruz. Bu sebeple hakikati arama gibi bir derdimiz de yok.
Medyanın küresel ilahları tarafından ayartılmış köleler olarak sefih bir hayat sürüyor âdemoğlu. Anlamın anlamını yitirdiği, değerlerin değersizleştiği, sözün lafa, kelamın söze indirgendiği süfli bir ortama adapte edilmiş insan. Şehevî ve nefsanî arzuların kutsandığı, komşusundan daha doğrusu insanlıktan bi-haber yaşamanın benimsendiği pagan bir hayat. Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç ve hiç birisinin ruha dokunan tarafı yok.
Her geçen gün insanlığımızın yerini, içimizden boşanıp giden âdemoğlunun yerini hırsla, ihtirasla programlanmış makineler alıyor. Kesretin, kalabalıklığın, şanın şöhretin şaha kalktığı… “Elhakümü’t-tekasür” buyuruyor hâlbuki Rabbimiz.
Ahseni takvimden, esfeli safiline bir düşüş. İnsan bu derekeye düştüğünü göremeden derece derece yükseldiğini zannediyor. Sanalitenin gözleri kör eden büyüsüne kapılıp gidiyor. Yalnızlığa itilmiş, sürgüne verilmiş bedenin dili bizi aldatıyor. Karanlıklar içinde panik dolu, çaresiz ve savunmasız bir hayat sürüyoruz.
Damarlarında hazzın acısı, bütün iliklerine kadar işliyor hız tutkusu. Tapınaklar inşa ediyor, içindeki fıtratın sesini susturmak için. Çağın insana sunduğu hediyeler ise alevlerle sarıp sarmalanmış. Erdemin tüm intikamını insanın ruhundan alıyor, çarmıha geriyor...
Tanıdık yüzlerden, kimliksiz sokaklardan, kaçıyor insan. Bu yüzden başka başka kentlere gidiyor. Ve gittiği bütün kentlerin yabancısı... İnsanın ruhuna ait bir yurdu olmalı değil mi? Çünkü sunulan, ezberletilen, insanoğluna yetmiyor. İstediğimiz, bu "yaşamak" değil. Bizi büyüleyen, bizi sürükleyen, içimizdeki düşlere dokunan "yaşamak"lar istiyor insan... Ruhumuzu izlediğimiz, kendimiz olduğumuz.
Bir rüyada mıyız, bağırıyoruz sesimiz çıkmıyor, bağırıyoruz kimse duymuyor. Herkes susmuş, herkes sağır. Vurgun yedik, sürgün olduk. Materyalizmin zemheri ayazlarında bütün duygularımız dondu. İnsanlığın sessiz ölümü bu. İnsanlar, her yola başvuruyor insanlığını unutmak için. İnsanlık bileklerini kesip kanatıyor. O yüzdendir kenara itilmişliğinin acısını yalnızca ruhuna yaşatmışlığı…

Şeytan, insanı Allah’ın yolundan saptırmak için and içmiştir. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." 

VAKAR

Vakar insanlığın ve insanın namusudur. Bu gün artık kullanılmayan vakar kelimesinin yerine duruş kelimesi kullanılıyor. Yavan ve cılız bir kelime duruş. Vakar ise anlamına yaraşır bir şekilde vakur bir kelime.
Vakar Müslümanın şiarıdır. Yüzsüzlüğün ve şımarıklığın zıddıdır. Vakar insanı hem bayağılık ve hafifmeşreplikten hem de gurur ve kibirden koruyan bir meziyettir. İnsanlık itibarının korunması olarak gücünü ilim ve hilimden alır.
Şahsiyet sahibi olan herkes vakur olmalıdır. Vakar şahsiyetin mahfazasıdır. Âlim vakur olmalıdır; leş kokusu almış yırtıcı gibi menfaatinin peşinden giderek Belamlaşamaz. Devlet ricali vakur olmalıdır; makamını hiçbir şeye değişmez. Amir vakur olmalıdır; adaletten ayrılmayarak, telkinlere aldırmayarak vakarını göstermelidir. Yazar vakur olmalıdır; kalemin de vakarı vardır ve onu korumak gerekir.
Vakar imanın tezahürüdür. Kapadokya’yı gezerken mümin olmanın vakarını taşıyan o insanlara gıpta ettim. İnancını yaşayabilmek için yeraltına, mağaralara sığınan o güzel atlar ülkesinin insanlarını düşünürken Kuranı Kerimde zikredilen Ashab-ı Uhdud kıssasını bir kez daha hatırladım.
Pembe İncili Kaftanı okurken bir devlet adamının takınması gereken tavrı gördüm. Vakarın insana ne kadar yakışan bir şey olduğunu, müminin ayrılmaz parçası olduğunu anladım. Vakar asla dik başlı olmak değildir. İnsanlara tepeden bakmak hiç değildir.
Vakar, insanda, idrakin derinliği, irfanın varlığıdır. Kendine hasret kaldığımız bir haslet. Bu gün vakarını taşıyan güzel insanların hikâyelerini dinlerken insan olmanın heyecanıyla titriyoruz.
Terazinin bir kefesinde vakarımız, diğer kefesine dünya konulsa mümin vakarı tercih edecektir. İdam için darağacına getirilen Hubeyb(ra)in iki rekât namazıdır vakar. Ve vakar Zeyd(ra)in: “Allahu Telaya yemin olsun ki kendim ailemin yanında olmak karşılığında Rasulullahın(sav) ayağına diken batmasına razı olmam.” demesidir. 
İmanın derinliği dikkate alındığında, imanın hakikatlerinin idrak edilmesi, hakikatin karşısında hazırolda durmak, hürmetle beklemektir. Kısaca vakar; yalpalamadan, eğilmeden, bükülmeden hakkın yanında olmak hakkı tutup kaldırmaktır. İskilipli Atıf Hoca gibi savunmadan kaçınıp darağacını tercih edebilmektir.
İnsan değerli bir varlıktır. Vakar, insanın sahip olduğu kıymeti hakkıyla muhafaza etmesidir. Değerine sahip çıkmasıdır. Sahip olunan şahsiyetin taşıdığı kıymet, azaltılmadan ve artırılmadan muhafaza edilmelidir. Eğer artırılırsa bu kibir, azaltılırsa tezellül olur.
Müslüman, ciddiyet ve vakar sahibidir. İnsan şahsiyetini zedeleyecek hafifliklerden sakınır. Müslüman kimliğini daima ön plana çıkarır. Buna bilinç hali diyoruz; müslümanlığının bilincinde olma. Müslümanda olması gereken bütün güzel sıfatlar en kâmil manada Rasulullah(sav)ın şahsında toplanmıştır. Bu konuda rolmodelimiz Peygamberimiz (sav)dir. Onu iyi tanımak ve ahlakıyla ahlaklanmak.  İşte bütün mesele...
Müslümanların ciddiyet ve vakarı Kuranı Kerimde şöyle belirtilir: "Onlar boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile oradan geçip giderler." (Furkan: 72)

"Onlar boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler." (Müminûn: 3)

HADDİNİ BİLMEK ERDEMİ

İnsanoğlu değişik hasletlerle yaratılmış. İyi olanları benimsemek, kötü olanları terk etmekle emrolunmuş. Kamil insan dediğimiz şahıs bu görevi hakkıyla erine getiren insan. İnsanın en önce bilmesi gereken şey haddidir. İnsan bir kuldur ve kulluğunu bilmelidir. Ne var ki insanlık tarihi haddini bilmeyen insanlarla doludur. Firavun, Nemrut, Neron, Kazıklı Voyvoda…
“İnsan şüphesiz haris (sabrı az, tamahkârlığı çok) olarak yaratılmıştır. Şer dokunduğu zaman, çok feryat edicidir. Ve ona hayır dokunduğu zaman çok cimridir: Kıskançtır.” (Mearic: 19-20-21)
Haddini bilmemenin cezası o kadar büyük ki şeytan haddini aşması sebebiyle hem ilahi rahmetten kovulmuş, hem de ebedi cehennemlik olmuştur. Kuranda Allahu Teâlâ bu olayı bize hatırlatarak haddini bilmeyenlerin sonunun nasıl olacağını haber veriyor.
İnsan her makamda ve ortamda haddini bilecek. Ancak, materyalist düşünce bize makamı, mevkiyi, erk’i öyle dayatıyor ki haddimizi aşmamak fikri yanımıza yöremize uğramıyor. Sınırları zorla telkinleriyle bizi isyana teşvik eden bir gizli suflör hayatımıza müdahale ediyor.
Son zamanların en çok satanlarının kişisel gelişim kitaplarının olması bizi bu noktaya taşıyor. Kendimizi insanlardan farklı bir noktaya taşıyarak üstünlüğümüzü ispatlama gayreti. İnsanın içindeki 'ben' duygusunu açığa çıkarma denemeleri.
Kendini üstün gören insan, “âlemi ben yarattım” edasıyla davranıyor. Modern hümanizmin insanı ilâhlaştıran tarafı bizi bu taraftan yakalıyor. İslami tevazu içinde olan kişi, kendini âlemin üstünde değil, onun bir parçası olarak görür. Bu durum haddini bilmektir.
Bizim kültür kanallarımızdan nakledilen bir söz insanın durumunu şöyle özetler: “kendini bilen, Rabbi'ni bilir”. Buna göre kendimizi bildiğimizde, Rabbimiz'i de bilme imkânına kavuşuruz. Mefhum-u muhalifiyle, düşünecek olursak, kendini bilmeyen kişi Rabbi'ni de bilemez.
Kendini bilmek suretiyle Rabbi'ni bilen kişi, aynı zamanda haddini de bilmiş olur. Çünkü kul olduğunun farkında olmak fiillerimizi de düzenler. Kendisinin âlem içindeki yerini ve Rabbi'yle olan ilişkisini kavrayan kişi, kibir gösteremez, tevazu sahibi olur. Zaten ahlâkî bir erdem olarak tevazu’nun kelime anlamı gösterişsizlik, yalınlıktır. Büyüklük göstermemek, kibirlenmemek, alçak gönüllü olmak. Tevazu, makam ve rütbe itibariyle kendinden aşağıda olanlara büyüklük göstermemektir. Kendinden aşağıdakilere büyüklük göstermeyen yaratanı karşısındaki konumunu da bilir.
Mesnevideki bir hikâye şöyledir: Sultan bir elçisini, bir emaneti o şehrin valisine ulaştırmak üzere uzak bir şehre gönderir. Elçi yola çıkar. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra şehre varır. Şehre geldiğinde valiye emaneti ulaştırmak yerine başka işlerle meşgul olur. İlim meclislerine katılır. Şairleri dinler. Pazara gider, alışveriş yapar. İnsanlarla hasbihal eder. Bu gibi işlerle uğraşırken emaneti valiye ulaştırmayı unutur ve ülkesine geri döner. Sultanın huzuruna çıktığında o şehirde yaptıklarını ve bu gezinin kendisi için ne kadar faydalı olduğunu, ufkunun genişlediğini anlatır. Sultan emanetin yerine ulaşıp ulaşmadığını sorduğunda, elçi o konuyu tamamen unuttuğunu hatırlar. Ve çok mahcup olur, özür diler. Sultanın ona verdiği cevap ise kayda değerdir: “Ben seni o şehre tek bir iş için gönderdim. Sen ise onun dışında birçok iş yaptın ama asıl görevini yapmadan geri geldin.”

Kıssadan hisse bu hikâye dünyadaki görevimizi bize hatırlatırsa ne mutlu bize. 

SAHİH BİLGİ

Kültür ait olduğu şeyin bizzat kendisi olamaz. Yani öz ve esas değildir, üretimdir. Kültür artar eksilir, bir şeyin asıl olması zamana karşı kalıcı olmasıyla mümkündür. Zamana karşı kalıcılığı olmayan hiçbir şey ile sahih kimlik tesis edilemez. Kaldı ki yaratılmışların en üstünü olarak en sahih kimliğimiz insan olmaktır.
Değişim kültür için de geçerlidir, hukuk için de. Mecelle kaidesi "Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz." der. Yani hükümlerin zamanla değişeceği muhakkak.
Kültür senteze tabidir; senteze tabi olan şey değişir. Değişen şey kadim olamaz. Kültürün kadim olmayışı dolayısıyla kültüre dayandırılan kimlik itibaridir. Kültürel kimlik esas itibariyle sahih kimlik olamaz.
Özgürlük insanın esasına ait bir kavramdır. Bir insana özgürlüğü başka bir insan veremez ve insanın özgürlüğünü başka bir insan sınırlayamaz. Bu önermeden başkasının yaptığı hukukun bizi bağlayamayacağı sonucunu çıkarabiliriz. Öyleyse özgürlüğün esası nedir? Yaratanın çizdiği sınırlar içinde kalmaktır.
İnsan "nisyan" ile maluldür. Yani unutan bir varlık olarak insanda eksiklik mevcuttur. Öyleyse insandan sudur edecek her metottan şüphe edilebilir. Şüphe etmek bir düşünce eylemidir ve insanidir. Zihin kendisinde bulunan idrak ile başka idraklerin yanılabileceğini ortaya koyar. İçinde ufak bir hata şüphesi olan "şey" ile bütün insanlığı bağlayamazsınız.
Hüküm akıl yetisinin ortaya koyduğu bir sonuçtur. Aklın çok mantıklı görünen önermelere yanlış sonuçlara varabileceğini mantık derslerinden biliyoruz. Burada "akıl akıldan üstündür" atasözünü hatırlamak yeterli olacaktır.
Hiç bir insan gerçekte kendisini bir başkasının yerine koyamaz. Yani "empati" denen şey bir yanılgıdan ibarettir. Elbette ki insan yaratılışı itibariyle her yerde insandır. Birçok özelliğiyle benzerdir; duyguları değişmez fakat herkesin ayrı bir karekterinin olduğu da kesin. Zevklerin ve renklerin tartışılamayacağına dair yaygın kanaat insanın insana hiç bir şey dayatamayacağının da ifadesi aynı zamanda. İnsan yaradılışı itibariyle objektif olamaz. Peygamberimiz, "Ben ancak bir beşerim. Bana iki davalı geldiğinde onlardan biri diğerinden daha iyi davasını savunabilir ve Ben de buna bakarak onun haklı olduğunu zanneder ve buna göre hüküm verebilirim. Şu halde kime kardeşinin hakkından bir şey vermişsem, sakın onu almasın. Zira ona verdiğim ateş parçasından başka bir şey değildir." (Buharî, "Mezalim", 16, "Ahkâm", 29, 31; Müslim, "Akdiye", 5, 6) buyurmuştur.
Bütün bunları birbirinden bağımsız söylememin nedeni asıl doğru olanın ve sahih bilginin Yaratanın katında olduğunun bilinmesidir.
“Allah'ın verdiği renge uyun; rengi Allah'ınkinden daha güzel olan kim vardır? 'Biz O'na kulluk edenleriz' deyin.” (Bakara, 138)
“Kimmiş Allah'tan daha güzel hüküm verecek? Fakat bunu inancı kesin bir kavim anlar.” (Maide, 50)

“Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir?” (Tin, 8)

İNSAN MODERN VE YALNIZ

Modern olanın karakteri, yenilik, değişme, yenilenme, çağa ayak uydurma… “Modernite” kavramı, genel olarak bir medeniyetin, özel olarak Batı medeniyetinin kendi gelişmesi içinde en son ulaştığı hayat tarzını ifade ediyor.
Ne kadar yapıcı olursa olsun insan merkezli ideolojileşmiş her yaklaşımın olumsuz yönlerinin de kaçınılmaz olarak var olabileceği gerçeğinden hareketle modernitenin insan hayatını zorlaştıran olumsuz etkileri hepimizin malumudur. Kitle iletişim araçlarında ve kültürler arası ilişkilerde ortaya çıkan hızlı gelişmeler, insanlığın sosyal hayatında derin travmalara neden olmuştur. Diğer taraftan sözü edilen hızlı gelişmeler, hayatı sürdürmeye yönelik mücadeleci yeteneklerin körelmesine de neden olmuştur. Modern insan, hiçbir çaba göstermeden sadece parasal harcamayla arzularını gerçekleştirebilecek imkânlara kavuşmuştur. Bu durum diğer insanlara karşı olması gereken bütün insani duyguları da alıp götürmüştür.
Konuya fikri temeller açısından yaklaştığımızda, geleneksel ahlak anlayışının modern zamanlarda dikkate değer bir değişim geçirdiğini söyleyebiliriz. Gerek aile içi ilişkilerde ve gerekse diğer toplumsal ilişkiler bağlamında “bireyselleşme” açık bir şekilde kendini hissettirmektedir. Bireyselleşen insan bencilleşmiştir de.
Modern uygarlığın hayatımıza bir virüs gibi bulaştırdığı “bireycilik”, özgürlük söylemi ve aile, toplum gibi bağlılıkları yok sayma üzerine kurulmuştur. Bu anlamda modern özgürlük anlayışı ahlâkî sınırların dışına çıkma olarak anlaşılabilir. Bireyselleşme sonucu bir cemaat dini(medeni) olan İslamdan uzaklaşmalar söz konusu olmuştur. Dinin bireysel olarak yaşanabileceği kanaati dinin vicdanlara hapsedilmesine de zemin hazırlamıştır.
Modern dünyada hayatını kurmaya çalışan birey, kendine uygun gördüğüne doğru ve olumlu; uygun görmediğine ise, yanlış ve olumsuz bir anlam yükleyerek salt aklı rehber edinmiştir. Salt aklın rehberliğinde başkaları ile ortak noktalarını gittikçe azaltmıştır. Dini nasları da kendi heva ve hevesine göre yorumlayarak kendi kafasına göre bir din uydurma yoluna gitmiştir modern insan. Din vicdan işidir diyerek kendi nefsine hoş gelen şeyleri vicdan kılıfıyla meşrulaştırmıştır.
Modern anlayış, insanın Allah ile olan ilişkilerini, insanın insanla olan ilişkilerini problemli bir hale sokmuştur. Çünkü modern insan tecrübi bilgiyi, sezgiyi, vahyi kabul etmeyip aklını putlaştırarak kendisine yeni bir yol haritası çizmiştir. İnsanın sosyal bir varlık olarak tüm ilişki biçimleri etkilenmiş ve insan yalnızlaşmıştır. Çevresindeki insanların, ulaşım ve iletişim araçlarının çoğalmasına rağmen insan yalnızlaşmıştır.
Modern gelişmeler, insanın hayatını kolaylaştıracak sayısız imkânlar sağlamıştır. Ancak evde, işte ve bütün sosyal hayatımızda olması gereken insani tarafımızı da bizden alıp götürmüştür.
Modern insan önce "ben" diyor. Mesela sevmek fiili geçişli bir eylemken modern insan kendisini seviyor. Yani narsizm ile sevgi duygusunu gideriyor. Ben değerliyim, ben önemliyim duygusuyla kendi dışına ve çevresine bakmaz oluyor.
Kierkegaard kendi çağıyla ilgili yüzyıl önce şunları yazmıştı: ‘Nasıl ki Amerika’nın ormanlarında vahşi hayvanları uzak tutmak için meşaleler, çığlıklar ve zil sesleri gibi araçlara başvuruluyorsa insanlar da yalnızlığa dair düşünceleri uzaklaştırmak için çeşitli oyalayıcılar ve gürültülü teşebbüslere başvurmaktadır.’ 

İnsanın kendine, iç dünyasına dönüş manevraları, kendisinden bir şeyler beklediğinin göstergesi. Böylece yaşamına bir anlam vermeye çalışıyor. İnsanın bu kaygısının giderilmesi modernitenin terkinde mi diye düşünmeden edemiyor insan. 

HEPİMİZ ŞAHİTLER OLACAĞIZ

Şöyle hikâye edilir: Rimbaud, bir gün arkadaşıyla şehir mezarlığını geziyormuş. Mezar taşlarının üstünde, toprağın altında yatanlara ilişkin övücü sözlerin yazılı olduğunu görünce, dayanamamış, sormuş: “İyi de, benim tanıdığım bütün o alçaklar nerede yatıyor?”
Hayat, tezatlarıyla yığılıyor üstümüze… Erki, makamı menfaat için kullananlar menfaat ellerinden gidince feveran ediyorlar. Hâlbuki zulmün, haksızlığın her türüne karşı çıkmakla yükümlü değil miyiz?
Nasıl yaşıyorsak, öyle ölürüz, nasıl ölürsek öyle de diriliriz. İnandığımız gibi yaşamıyorsak, yaşadığımız gibi inanmaya başlarız. Menfaat için her yolu meşru görenlerin sonu hiçte iyi olmayacaktır.
İnsan, günü geldiğinde sorulmayacak mı zannediyor? Bildiklerinle ne yaptın, paranı nereden kazanıp nereye sarf ettin, vücudunu nerede eskittin, vaktini nerede harcadın…
Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini tasavvur bile edemeyenler, doğal olarak bu dünyadaki her şeye sahip olmak istiyorlar. Karun böyle bir zihniyetin Kuranda sembolleşmiş ismidir. Hayatın kazası yok bu felsefede. Öyleyse bu hayatta her şey meşru.
Düşünen bir varlık olarak insan, maksat için her yolu yürünebilir kabul ettikçe insanlığından fersah fersah uzaklara düşüyor. İnsanın içinde iyilik de, kötülük de potansiyel olarak mevcut. Besbelli ki vahşileşebileceği gibi, ehlileşebiliyor da.
Çağından, zamanından ve anından mesul insanın hayata tutunma hırsını lüzumlu görüyoruz ama hırs, haddini aşmamışsa… Çünkü haddini aşan hırs, insanı arsızlaştırdığı gibi, insanlığı da aşındırıyor. İnsan haz bataklığına kapıldı mı her şeyi meşru görüyor. Yeter ki tadını çıkar: “Bir daha mı geleceğiz dünyaya…” Bu düşünce yapılacak her fiili meşrulaştırmaya yetiyor.
Bir tasavvuf büyüğünün tespiti şöyle: Dünya malı insan için gemi için su gibidir. Geminin yüzmesi için ne kadar su olursa gemi o kadar iyi yüzer, ancak su geminin içine dolmuşsa felaket başlamış demektir.
Güç, nüfuz, iktidar, mülk gibi olgular insanı yanlışa, başkalarına zulmetmeye itebiliyor. Şunu unutmamalı ki her insan kendi hesabını verecektir. “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmeyecektir.”Etten ve kemikten mürekkep bir varlık olan insana, “eşref-i mahlûkat” diyorsak, ahlâk ve vicdan sahibi olduğu için: Her ikisi de, netice itibariyle, kazanımları. Fakat kimisinde yüksekte yer tutuyor, kimisinde ise alçakta…
Mesulü olduğu zamana, bulunduğu mekâna, yaşadığı ân’a sahip çıkamayan insan, neyi yitirdiğinin bilincinde mi? İnsanlığını yitiriyor kısaca. İnsan insanlığını yitirince geriye ne kalır ki.
Zamana ve mekâna adaletle şahitler olabiliyorsak insan olma, insanı kâmil olma yolunda ilerliyoruz demektir. Fakat haksızlıklara zulme seyirci kalıyorsak her hangi bir canlıdan ne farkımız var.
“Sizden biri bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.”
Susmak, edepten öte bir sanattır. Bir ahlâk disiplini. Dinleme sanatını da içeren bir iç eğitim. Ancak haksızlık karşısında susan dilsiz şeytana benzetilmiştir.

Sonuç olarak hepimiz yaptığından mesuldür ve hepimiz şahitler olarak diriltileceğiz. 

DURUŞSUZLUK

“Korkulan bir son sonsuz korkulardan iyidir.”

Farkında mıyız bilmiyorum ama bazen değil çoğu zaman başkalarının istediği bir hayatı yaşamayı tercih ediyoruz. Kendimiz olamamanın acısını derunumuzda yaşıyoruz.
Hayatlarımızı “desinler diye” inşa etmeye çalışmak kendimizi başkalarının kullandığı bir eşya görmekle eşdeğer, böyle ise bir metadan ne farkımız kalır? “Acaba ne derler?” gibi kendi hayatımızı başkalarına göre ayarlamak zorunda kaldığımız sorularla, endişelere vardıracak kadar kaygılar yükleniyoruz. Şüphesiz bütün bu yaşadığımız savrulmalar seküler yaşam biçimini tercih etmiş olmamız ile alakalı psikolojik bir durumdur.
Sekülerizme iman arttıkça aidiyetlerimizi ve biricik değerlerimizi özgürce yaşatamıyoruz. İnançlarımızı, akidevî düsturlarımızı istenilir derecelerde ne yazık ki sahiplenemiyoruz. Artık başkalarının beğendiğini sandığımız, onlara kendimizi pazarlamaya yönelik bir hayatı yaşamaya çalışıyoruz. Ya da demesinler diye yeni yeni imajlara bezenip, örtülü korkuları yaşayıp, kendi gerçekliğimizden uzaklaşmakla popülizmin dünyasına taşınıp sanal bir şahsiyet olmaktan kendimizi alamıyoruz.
İkircikli bir kişiliğe bürünerek olduğumuz gibi değil olunmak istediğimiz gibi davranıyoruz. Medyanın destekleyerek zihin ve yaşam tarzı kirliliklerini empoze eden filmlerin, dizilerin bize dayattığı hayat bu ikircikli yapıyı daha da güçlendiriyor. Televole kültürü dediğimiz bu hayat tarzının evlerimizin hâkim fenomeni olduğu inkâr edilemez.
Neden kendimizi içsel eleştirilere tabi tutmuyoruz? Neden vicdan muhasebesi yapamıyoruz? Hayatımızın geleceğini ilgilendiren bir durum muhasebesi yapmak geleceğe ümitle bakmamız için elzem. Eğer ciddi anlamda bir durum muhasebesi yapmaz isek ne zaman bu yaşanılan ahlaki erozyon ve çürümeler son bulacaktır.
Hayatlarımızı desinler/ demesinler eksenine oturtarak kendi gerçekliğimizden, hatta insanlığın evrensel değerlerinden uzak bir mecraya sürüklendiğimizi unutmayalım. Hayata, topluma ve kendimize karşı sorumluluklarımızda kadir bilirlilikle değer veren ve şükreden bir nitelikte olmalıyız. Koca bir hayatı fütursuzca harcayarak zayiat içinde geçirmemeliyiz. Ahiretteki pişmanlığın faydası yok.
Bütün yaşadıklarımız imaj ve vizyon adına yapıldıysa ve hâlâ yapılmaya devam ediliyorsa bu yakışıksız durum bizim inanç değerlerimizle uyuşmaz ve uzlaşamaz. Önemli olan kalp tasdikinin ve dil ikrarının içselleşmesidir. Yani içi dışı bir olmak.
Bizim şaşmaz yolumuzun ve yol haritamızın istikameti bellidir. Sapkın yollar olsa da yol arayan yolcu için mustakim yol da bellidir. Kendimizi yeniden gözden geçirerek düşünmemiz gereken şudur: “Ya olduğumuz gibi görünmek ya da göründüğümüz gibi olmak”
Ne “desinler diye” gösteriş ve riyakârlığa ne de “demesinler diye” yetersizliğimizi örtmeye çalışan savunmacı komplekslerimize yenik düşmemeliyiz.

“Kendilerine, “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman, “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Şeytan, kendilerini cehennem azabına çağırıyor olsa da mı?” (Lokman, 21)

AÇMAZLARIMIZ

Pozitivizm bilinebilir olanın sadece olgular olduğunu varsayan bir felsefi akım. Pozitivist düşünce maalesef bizi de en çok etkileyen akımlardan biri. Olaylara ve evrene bu açıdan baktığımız için Müslüman zihni bulanıklaşmıştır. Kısaca; “Müslüman zihni Müslümanca işlemiyor.” Bu tespit Yusuf Kaplan’a ait ancak benim de kabullerim arasında.

Pozitivist bakış açısı zihnimizi körleştiriyor. Evet, hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya başladığımızdan beri zihin dünyamızı inşa eden argümanlar İslami değil. Gayri İslamî bir mantık ve diyalektikle İslam’ı anlamaya çalışıyoruz. Seküler bir yanımız mevcut.
Bir yüzleşme yaşamamız gerekiyor. Müslümanın kendisiyle yüzleşmesi… Bu yüzleşmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Böyle bir yüzleşmenin önemli travmalara sebep olacağı aşikâr. Ancak bu kaçınılmaz bir gerçeklik. Yüzleşeceğiz ve adeta yeniden başlayacağız.
Kendimizle yüzleşmek demek; Kur’an’a kendi İslam’ımızı arz etmek demek. Kendi İslam’ımızı, kendi samimiyetimizi, kendi halimizi, sosyal yapımızı, akaid anlayışımızı, Allah tasavvurumuzu, Peygamber, gayb, kader anlayışımızı, evimizi, sokağımızı, şehrimizi vs. tüm bunları yeniden ve yeniden Kur’an üzerinden değerlendirip testten geçirip doğrulatmak zorundayız. Bu yolda yürümenin riskli tarafı ise zihni  altyapımızın izmlerle kurulmuş olması.
İslam’ın ruhunu kaçırmışız. Sade, anlaşılır, görülür bir İslam var orta yerde. Kur’an ve dolayısıyla sahih sünnet böyle bir İslam’ı sunmaya devam ediyor. Ancak felsefi sistemlerle flört eden bir kısım anlayışlar O’nu dolambaçlı hale getirip, zorlaştırıyorlar. Bir taraftan aklı putlaştıran bir ekol vahyi aklın caddesine çekerken diğer bir ekol içine mistisizm katıyor, esrar yüklüyor ve bir kısım yapıları, kişileri yücelterek başka bir forma sokuyor. Şurası aşikâr ki konuşulamayan ve yüzlercesi mevcut putçuluğa benzer anlayışların egemenliği devam ediyor. Bir kısım insanların kutsanması ve anormal derecede yüceltilmesi söz konusu.
Mevlana'nın hikâyesine göre, Hintliler bir fili halka göstermek için getirip karanlık bir ahıra kapattılar. Hayvanı görmek için o karanlık yere bir hayli adam toplandı. File ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumunu geçirdi:
- Fil bir oluğa benziyor, dedi. Başka biri filin kulağını yakaladı:
- Fil, yelpaze gibi bir hayvan, dedi. Filin ayağını yakalayan ise:
- Fil bir direğe benziyor, dedi.
Bir başkası da sırtına dokunmuştu:
- Fil, taht gibi, dedi.
Herkes filin neresine dokunduysa ona göre anlatmaya başladı. Herkesin elinde bir mum olsaydı, sözlerinde aykırılık kalmazdı.

Sözlerini şöyle tamamlıyor Mevlana: “Duyu gözü ele, avuca benzer, avuç bütün fili tutamaz ki. Bu gözü yum da hakiki göz kesil. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine ayrı oldu. Birisi 'dal' dedi, öbürü 'elif'...”
“Kadd-i yare kimisi ar'ar dedi, kimi elif
Cümlenin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif.” (Muhibbi)
Kısaca Müslümanın kendisiyle yüzleşmesi referans olarak Kuran ve Hadisi alması, problemleri rahatlıkla çözmemizi sağlayacaktır. Âlimler ilmin kaynağı değil; aktarıcısıdır. Bu yüzden kaynakları referans almamızdır doğru olan.
Asıl derdimizin zihin körleşmesinden kurtulmak olduğunu söyleyebiliriz. Tamamen taklit düşüncelerle, fikirlerle hatta kelimelerle konuşuyoruz. Bunun için de bir dünya tasavvuru geliştiremiyoruz. Eşya hakkındaki bilgimiz sığ. Eşyayı Kuranî zaviyeden değil materyalist açıdan yorumluyoruz, tanımlıyoruz.
Temel İslami literatürden yoksunuz, temel Kuranî bilgilerden bihaberiz. Mantık örgümüz dünyevi izm’lerle çarpıtılmış; bunun üzerinde İslam hakkında, dünya hakkında fikirler serdediyoruz. Tabii ki hiçbir düşüncemizin ayakları yere basmıyor. Onun için bir medeniyet telakkisi geliştiremiyoruz, bir medeniyet üretemiyoruz.
Zühdü, takvayı, dünyaya meyletmemeyi, nefsi dizginlemeyi, kibirden, ucubdan uzak durmayı Tasavvufa intisap edenlere mahsus hasletlerden sayarak olsa da olur olmasa da kabilinden söylemler geliştiren modern Müslüman, İslam'ın bu tarz emirlerini kulak arkası ederken İslam medeniyetini geliştirebilecek bir çabanın içinde olabilir mi?
‘Bilincin sekülerleşmesi’ ile başlayan modernleşme süreci, gayri İslami bir mecraya toplumu sürükledi. Seküler düşünce yatay ilişkiler dünyasıdır. Bu bakış açısı hayatın içinden Tanrıyı çıkararak, onu Tanrıdan ayırarak yeni bir bakış açısı getirmiştir. Seküler düşünce, aşkın bir gücün varlığını inkar etmese dahi onun etkinliğini ve gücünü sınırlayan düşüncedir. 

Günümüz müslümanı bu akımların tesirinde zihin altyapısını oluşturmuş olduğundan Kurana ve Sünnete dönmesi de problemli olmaktadır. İşte bizim açmazımız burada.