13 Ocak 2017 Cuma

KIZIL ELMA


“Tarih nedir?” sualine, ‘yer ve zaman bildirerek geçmiş olayları anlatan bir ilim dalı’ diye, klasik bir cevap verilebilir. Tarih elbette belirli ilke, yöntem ve araştırmalara dayalı bir bilim dalıdır. Bizi ilgilendiren işin bu tarafı değil.
Tarih bir milletin hafızasıdır? O sebeple, geçmişi iyi okuyup, bugüne ışık tutmamız, geleceğe emin adımlarla ilerlememizi sağlar. Tarih bir ibretler aynasıdır insanlar ve milletler için. Milletler bu aynaya bakıp kendilerini seyrederler. Bu seyir içinde yanlış yanlarını görüp düzeltme imkânı bulurlar. Böylelikle geleceğe daha sağlam ve daha güvenli adımlarla yürüme yeteneği kazanırlar.
Tarihi, bir pusulaya benzeten büyük devlet adamlarımızdan Cevdet Paşa; tarihi bilmeyen bir devlet adamının, pusula okuyamayan bir kaptan kadar tehlikeli olduğunu belirterek, “Her ikisinde de karaya oturmak tehlikesi var.” demektedir.
J.J.Rousseu tarihi, “okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuz.” olarak tarif ederken, Ömer Hayyam; “Tarih, kâinatın vicdanıdır.” diye, kendi vicdanının sesini dinlemektedir!...
Hüseyin Nihal Atsız; “Bir insanı ayakta tutan hafızası, bir milleti ayakta tutan da tarihidir. “Tarih Şuuru”, milletlerin hafızasıdır. Hafıza nasıl, fert olarak insanların en küçükleriyle ihtiyarlarında bulunmazsa, milletlerin de henüz çocuk sayılabilecek kadar genç yani “kurulmamış” olanlarıyla ihtiyarlarında yani inkıraza mahkûm olacak kadar çürüyenlerinde bulunmaz.” der.
Tarih, geçmişte yaşanmış olaylar manzumesinin toplamı değildir. Tarih, maziyi günümüze, günümüzü de atiye bağlayan bir zincirdir. Bu zincirle toplumlar köklerine bağlanırlar. Mazisinden beslenmeyen toplumların hayat sürmesi muhal. Buna tarih şuuru diyoruz. Tarih şuuru geçmişle gelecek arasındaki bağlantıyı kurar. Bu bağlantı bizim yol haritamızı belirler.
Tarihine, kültürüne, diline, dinine yabancı, kendi ecdadına düşman, toplumların tarih sahnesinden silindiklerine dair çok fazla örnek var. Şuur, bir kimlik duygusudur, yaşadığı toprağa aidiyet hissidir. Bir toprağı vatan belirleme ameliyesidir. Mithat Cemal Kuntay’ın mısralarındaki gibi:
Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

Kâzım Karabekir Paşa’nın dediği gibi: “Bir çınar için toprak altındaki kökleri ne ise -ve bu kökler kurudukça çınar nasıl kurumaya başlarsa- bir millet için de tarih odur. Tarihini bilen millet, kökü sağlam çınar gibidir. Zamanla eski âdet ve ananesini, yaşayış tarzını unutan, tarihini bilmeyen, ecdadının neler yapmış olduğundan haberi olmayan bir millet, kendini ayakta tutan köklerinden birkaçını kurutmuş demektir. Tarih okuyarak onu sulamak lâzımdır.”
Gençlerimize ümit vermeliyiz, umutt aşılamalıyız. Malazgirt’i, Plevne’yi Niğbolu’yu, Kosova’yı, Sakarya’yı öğretmedikçe, Çanakkale’yle, Sakarya ile ümitlendirmedikçe büyük hamleler yapma cesaretini veremeyiz. Mevlana’yı, Sait Halim Paşa’yı, Mehmet Akif’i, Namık Kemal’i okutmadıkça tarih şuuru veremeyiz.
Öncelikle kendimiz olmayı başarmak ve gençlerimize özgüven aşılamak başarının anahtarı. Bunun içinde kendimiz olarak kalmalıyız. Kendimiz olarak kalabilmenin ön koşulu da kendi değerlerimiz üzerinde yükselmemizdir.  

OKUNMAYACAK KİTAPLAR LİSTESİ


Kitap okuma oranı düşse de belli bir kesim için kitap tutkusu hala devam ediyor. Belki kitap okumada kemiyet azalmış olsa bile, keyfiyetin arttığı inkâr edilemez. Çünkü birçok bilinçli kitap okuyucusu, okuduklarını yazıyla kalıcılaştırdı ve geleceğe yeni pencereler açtı. Ancak; kitabın hayatımızdan yavaş yavaş çekilmeye başladığını da itiraf etmek gerekir. Çünkü istatistikler de gösteriyor ki, kitap okuma oranımız çok düşük. Kitap-kahvehane sayısı yan yana geldiğinde hal-i pür melalimiz kendiliğinden ortay çıkıyor zaten. Ülkemizde her doksan beş kişiye bir kahvehane, her altmışbeş bin kişiye bir kütüphane düşüyor.
Gençliğin büyük bir kesiminin ilgi odağı, eğlence, internet, medya, v.s. Bu nedenledir ki, yaşadığımız toplumda yapılan tartışmalar ve oluşturulan gündemler de verimli olmuyor. Okumadaki verimlilik, hiçbir zaman okunan kitap sayfasıyla orantılı değildir. Yani çok kitap okumak, her zaman için faydalı olmayabilir. Bu anlamda Alman düşünür Schopenhauer’in düşüncelerine katılmamak elde değil: “...okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz...” Ama toplum olarak, kitap okuma konusunda öyle bir noktaya gelindi ki; kitap okuma yöntemini tartışmak bile lüks oldu. Çünkü yeter ki kitap okunsun, mahiyeti önemli değil, deyivermeye başladık.
Geçmişten tecrübeyle daha verimli okumalar yapabileceğimizi düşündüm. En başta kendimizi yeni bir okumaya tabi tutarak kitabın hayatımızın ortasında yer almasını sağlamalıyız. Bütün kitaplar bir kitabı daha iyi anlamak için okunmalı, hayat kitabını, Allahın kitabını. Yoksa okumak için okumak, boşa uğraştır, zaman harcamadır. Zaman bize verilmiş en kıymetli hazinedir, boşa harcamamalı.
Son zamanlarda okumak üzerine söz söyleyenler okumamızı öneriyor fakat neyi okumamız gerektiğini söylemiyor. Öğrencilerimizin yaz tatiline hazırlandığı şu günlerde yazın yapacağımız okuma denemeleri için öneriler sunacağım. Binlerce, milyonlarca eser var. Ben bu kadar eser arasından hangilerini okuyacağımıza dair bir liste vermeyeceğim; fakat hangi tür kitapları okumamamız gerekir onu söyleyeceğim.
• Kişisel gelişim kitaplarından uzak durun. Çünkü bu kitaplar insanı bencilliğe sürükleyen, içi boş kitaplardır. Tamamen piyasa yapmaya yöneliktir.
• Tarihi romanlardan uzak durun. Tarih romanlardan öğrenilmez. Boşa zaman harcamış olursunuz.
• Üzerinde şu kadar baskı yaptı, şu kadar sattı yazan kitapların tarafına asla bakmayın. Sizi bir kandırmacanın içine çekecektir, uyanık olun.
• Sayfa sayısı kabarık set halindeki romanlardan uzak durun. Keçiboynuzu tüketmeye benzer bunları okumak.
• Falan kitabın yazarından diyerek başka bir kitabı referans gösteren kitaplara boşuna para vermeyin.
• Üzerinde “beğenmezsen iade garantisi” gibi ifadeler yazan kitaplar asla beğenilesi kitaplar değildir, paranızı israf etmeyin.
• Yaşı kırkı geçmemiş ve onlarca eser veren “bütün eserleri” ibaresini taşıyan yazarların kitaplarına gülüp geçin.
• İsminde “hızlı”, “hızlandırılmış”, “teknik”, “yöntem”, “beş saatte”, “on günde” kelimeleri olan kitaplar çakmadır, iltifat etmeyin.
• Meşhurları anlatmaya kalkan romanları almayın, okumayın; onun yerine o kişinin kendi eserini okuyun. Mesela Mevlana’yı anlatan roman okumak yerine Mesnevi’sini, Divan-ı Kebiri’ni, Fih-i Mafih’ini okuyun.
• Mütercimi, yayın evi belli olmayan kitaplar çakmadır, asla elinize almayın.
• Popülerleşmiş ve iki ayda bir kitap çıkaran yazarların eserlerinden uzak durun. Artık o kitaplar para kazanma aracıdır. Alet olmayın.
• Akademik kitaplar herkes için yazılan kitaplar değildir, alıcısı ve okuyucusu farklıdır. Özellikle akademik kaygılarla yazılanlardan uzak durun.
Okumak erdem değil okuduğunu anlamak erdemdir. Anlamadan okumaya, anlamsız şeyleri okumaya zaman harcayarak hayatınızı heba etmiş olursunuz. Son olarak Peygamberimizin (sav) bir hadisi şerifini aktaralım:

“Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.”

TİTANİK RUHU


Kibir, insanoğlunun en zayıf özelliklerinden biridir. Kendini büyük görme, kendini başkalarından üstün tutması durumu. Kibir olgunlaşma, kâmil insan olma önündeki en büyük engellerden. Eksiklerini ve yanlışlarını bilmeyen ya da onlarla yüzleşmek istemeyen kimselerin ortak özelliği. Alçak gönüllük ve tevazu erdemlerinin zıt kutbu.
Kibir, kendinden başkasını hor ve hakir görmek; ucub ise, kendini beğenmek ve şahsını başkalarından üstün bilmektir. Bu iğrenç huylar, kişinin kalbi ile güzel ahlâk arasına çekilen birer manevi afet perdesidir. “Ha kibrit, ha kibir. İkisi de yakıcı.” diyor İbrahim Tenekeci.
Kibir insanın haddini bilmemesidir. Pişmemiş ham ruhların bir hastalığıdır kibir. Kibir insanın cahilliğini ortaya koyması, sınırlarından haberdar olmaması durumu. Kibir hakikatten habersiz olmaktır. Hangi makamlara gelsek de, hangi payelere ya da maddi değerlere sahip olsak da yaşamlarımızda birer öğrenciyiz. Hakikat ve bilgelik ışığına doğru yapılan yolculuğa koyulan bilinçli insanlar, ruhlarını kaplamaya çalışan kibir gölgesini kendi aydınlıkları ile yakıp geçmelidir. Konfüçyüs: ‘Hikmet ile tamamlanmış ilim ve akıl insanı bilgeliğe götürür, onu kâmil insan olmak yoluna sokar’ der.
Nietzsche şöyle diyor: “Kibir ruhu kaplayan deridir.” “Kibir, kendinden habersizliktir! Tıpkı güneşten haberi olmayışı gibi buzun."  der Mevlana.
Firavunda Musa (as)a şöyle demişti. “Âlemlerin rabbi ne demek.” İnsanın kendi varlığı hakkında bilgi sahibi olmamasının sonucu bu. Titanic armatürü Bruce Ismay Titanic için “Tanrı bile batıramaz” demişti. Bu insanoğlunun tanrıya başkaldırısı, kibrin zirvesi.
Benlik ve büyüklük iddiasının kaynağı, insanın, ilâhî kudret karşısında kibirlenmesidir. Yani büyük bir sahrada bir kum tanesi bile olmamasına rağmen bu halini unutarak elindeki, Allah’ın ihsan ettiği birtakım emanet imkânlara aldanmak suretiyle kendisini büyük görmesi, kibirlenmesidir. Kibir ise, hiç şüphesiz insana, onu olduğundan daha güçlü, hünerli ve kabiliyetli gösterir. Oysa mahlukatta ne kadar güç varsa, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği güç değil midir? Nitekim Firavun ve Nemrud’un ilâhlık iddiasına kadar varan kibirleri ve neticede ilâhî intikama sebep olmuştur.
Tevazu ise “Nefsini bilen Rabbini bilir!..” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) düsturunu öğretir bize. Zira kendi durum ve mevkisini bilen her kul, ona göre hayat sürer, yani Yaratıcısını ve O’nun yüce emirlerini idrak ederek yaşar. Kulluğunu bilir kısaca.
Gönüllerin iman güzellikleri ve ahlâkî faziletlerle tezyin edilebilmesi, ancak “kibir ve ucub”dan temizlenmesiyle mümkündür. Geldiği yeri düşünmeden, gideceği yeri hesaba katmadan, kendisine türlü nimet ve imkânlar bahşeden Allah Teâlâ’nın emirlerine muhalefet ile kibre saplanmak, ne hazin bir gaflet ve ne korkunç bir ahiret sefaletidir. Mütekebbir Kisraları yerin dibine geçiren, zalim Kayserleri helak eden, Firavunlara denizin ortasında acziyetini tattıran kibrin ne kadar kötü bir fiil olduğunu unutmamak gerek.

İnsana yakışan, kibir değil, izzettir. İnsan için, izzette itibar ve şeref vardır, kibirde yoktur. Kibrin insana yasaklanması, ancak 'haddini bilme' olarak açıklanabilir. Ölümlü olduğunu bilen ve ona göre yaşayan insanlara fazlasıyla ihtiyacımız var. Çünkü ölüm, bizi insan olmaya ve kalmaya zorluyor.

HAYATIMTIRAK


Sadece ben'imiz ve ten'imiz var. Para ve makam... Ahlar, günahlar, ayıplar, kayıplar... Hayat var ama hayatta insan yok. Madde var fakat insanlar insanlığından soyunmuş. Hayatın her sahasından insanlık adına ne varsa sürgün etmişiz.
İnsanlıktan mahrumiyet hâl-i pür melâli çölleştiriyor insanı, ufuksuzlaştırıyor, verimsizleştiriyor, ruhsuzlaştırıyor, yersiz yurtsuzlaştırıyor. Hakikati kaybettiğimiz bir yana; farkında değiliz kaybettiğimizin. Necip Fazılın dediği gibi: “Güneşi ceketinin astarı içinde kaybetmiş” zavallıları oynuyoruz. Bu sebeple hakikati arama gibi bir derdimiz de yok.
Bizi sanal bir âlemde yaşatmaya alıştıran medya bize sahte bir gerçeklik sunuyor. Modern çağ, modern ağlarla bizi kendisine bağlamış. İnsanlar, kendi hayatlarını değil, devşirilmiş sanal ve sahte hayatları yaşamanın ardında sürükleniyorlar. Yalnızca hızın, hazın ve nefsanî arzuların hükümfermâ olduğu bir hayatımsı cendere. Hayatımtırak.
Medyanın küresel ilahları tarafından ayartılmış köleler olarak sefih bir hayat sürüyor insan. Anlamın anlamını yitirdiği, değerlerin değersizleştiği, sözün lafa, kelamın söze indirgendiği süfli bir ortama adapte edilmiş. Şehevi ve nefsanî arzuların kutsandığı, komşusundan daha doğrusu insanlıktan bi haber yaşamanın benimsendiği pagan bir hayat. Milyonlarca insan ve milyonlarca amaç ve hiç birisinin ruha dokunan tarafı yok.
Ahsen’i takvimden, esfeli safiline bir düşüş. İnsan bu derekeye düştüğünü göremeden derece derece yükseldiğini zannediyor. Sanalitenin gözleri kör eden büyüsüne kapılıp gidiyor. Yalnızlığa itilmiş, sürgüne verilmiş bedenin dili. Karanlıklar içinde panik dolu, çaresiz ve savunmasız.
Damarlarında hazzın acısı, bütün iliklerine kadar işliyor hız tutkusu. Tapınaklar inşa ediyor, içindeki fıtratın sesini susturmak için. Çağın insana sunduğu hediyeler ise alevlerle sarıp sarmalanmış. Erdemin tüm intikamını insanın ruhundan alıyor, çarmıha geriyor...
Tanıdık yüzlerden, kimliksiz sokaklardan, kaçıyor insan. Bu yüzden başka başka kentlere gidiyor. Ve gittiği bütün kentlerin yabancısı... İnsanın ruhuna ait bir yurdu olmalı değil mi? Çünkü sunulan, ezberletilen, insanoğluna yetmiyor. İstediğimiz, bu "yaşamak" değil. Bizi büyüleyen, bizi sürükleyen, içimizdeki düşlere dokunan "yaşamak"lar istiyor insan... Ruhumuzu izlediğimiz, kendimiz olduğumuz.
Bir rüyada mıyız, bağırıyoruz sesimiz çıkmıyor, bağırıyoruz kimse duymuyor. Herkes susmuş, herkes sağır. Vurgun yedik, sürgün olduk. Materyalizmin zemheri ayazlarında bütün duygularımız dondu. İnsanlığın sessiz ölümü bu.
Damarlarında eroini gezdiriyor unutmak için. İnsanlığını unutmak için. İnsanlık bileklerini kesip kanatıyor. O yüzdendir kenara itilmişliğinin acısını yalnızca ruhuna yaşatmışlığı…

Şeytan insanı Allah’ın yolundan saptırmak için and içmiştir. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım." (Araf Suresi, 16) İş bitirilince şeytan da diyecek ki: “Şüphesiz Allah, size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O hâlde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır.” (İbrahim, 22)

PARADOKS

Ne kanuna, ne cebrü zora, ne hünkâra tabidir
Bu bendergahde herkes dirhem ü dinara tabidir.
Ziya Paşa

Çoğu kere insanın yüreğinden taşanları kelimelerle ifade etmesi mümkün olmaz. Böylesi anlarda içine akıtır o mana yüklü duygu ve düşüncelerini. Tutanağa geçen her cümle bütün insanlığa karşı bir sorumluluk bilinci taşır; arşivlenir. Bu sebeple yanlış anlaşılmaktan korkarak kelimelerimi özenle seçmeye çalışacağım. Çok derin bir paradoksun içinde kıvranıyoruz. Gelenekçi düşünce biçimlerinin zaman içinde bu metafizik, ruhçu konumdan arınarak tamamen maddeci bir anlayışa dönüşmesi paradoksudur bu.
Bildiğimiz kadarıyla ehli tasavvufun dünyaya, mala, mülke, makama, gösterişe, lükse yaklaşımları her zaman negatif olmuştur. Maddeye karşı mesafeli durmuşlardır hep. Birçoğu terk-i masiva ile ulaşmıştır bilgelik sırrına. Bugün -istisnalar dışında- bir gösteri dünyasında yaşıyoruz. Her halimizi reklâma dönüştürüp pazarlamanın peşinde koşuyoruz. Tribünlere oynayarak hayran kitlemizi artırmanın peşindeyiz. Derin bir paradoks. Terk-i dünya ekolünden geldiklerini iddia edenlerin hedefledikleri yer maalesef dünya oluyor.
Küresel kapitalizmin etkilemediği birey yok gibi. Paraya, pula, mevkie, makama yelken indirmeyecek Müslüman bulmak zor. Yaşadığımız lüks hayatları meşru gösterecek her türlü argüman mevcut. Ruhlarımızı uyuşturacak narkozu zaten medya bize farkında olmadan zerk ediyor. Nefsimiz böyle şeylere çoktan teşne… Bunun üzerine menkıbeler, rüyalar ve telkinler eklenince yaşadığımız hayat normalleşiyor gözümüzde.
Mala sahip olmanın ne sakıncası var diyeceksiniz. Elbette yok; sakınca bir tasavvuf erbabının dediği gibi şurada: “Dünya malı gemi için denizdeki su gibidir. Su ne kadar fazla olursa geminin yüzmesi için o kadar iyidir; ancak su geminin içine dolarsa felaket başlamış demektir.” İçimize ne kadar su doldu bilen yok.
Küresel kapitalizmin vahşi hükümranlığı ona muhalefet edebilecek unsurları yok etmeyi başardı. Herkes bu çarkın bir dişlisi. Ehli hal olanlar; ehli mal olmuş. Dünya hırsı, mal sevdası ve daha başka hırslar metafizik bir örtüyle gizleniyor. Tüketim putuna din elbisesi giydiriyoruz.
Açlıktan ölenlerin bulunduğu bir dünyada çok yıldızlı otellerde ilahiler eşliğinde tıka basa dolduruyoruz midelerimizi.  Dünya sevgisi iliklerimize kadar işlemiş. Televizyonlarda vitrin olması için bilmem ne idüğü belirsiz sözüm ona sanatçılara ödenen meblağ bir şehrin fakirlerini bir yıl doyuracak miktarda. “Noel kutlayabilirsiniz, önemli olan niyet. Başınızı açabilirsiniz önemli olan hizmet.” Gibi mantık oyunlarıyla anlaşılmaz bir din algısı oluşturuluyor. Sonra bu algı “sen benim kalbime bak” aymazlığına dönüşüyor. Hâlbuki insanların kalbine değil fiillerine bakmaktır esas.

Bizim için şeytan bir cins isimdir. Biz, onun Müslümanı yanıltmak için vesveseler ve sapkınlıklar toplamı olduğunu biliriz. Şeytanın profesyonel olduğunu da… Profesyonel birisi karşısında amatörlük işe yaramaz. Hem profesyonel olmak hem de düşmanımızdan daha antrenmanlı olmak zorunluluğumuz var. 

TEFEKKÜR VE ÖNYARGI


Ne ağlayalım ne gülelim, sadece anlamaya çalışalım diyor düşünür. İnsanoğlu dışında hiçbir varlığa verilmeyen düşünce hasletidir insanı değerli kılan. Buna rağmen insanoğlunun en az kullandığı hasletlerinden biri düşünme. Düşünmeden kolaycılığa kaçarak ön yargıyla davranma hastalığımız iyileşme bilmeyen bir hastalık. 
Doğu, özelikle Ortadoğu toplumlarında önyargılar, peşin hükümler daha çok tedavüldedir. Halktan entelektüel kesime doğru gidildikçe önyargı yüzdesinin inişe geçen bir grafik çizmesi gerekirken bizde sürekli yükselen bir grafik çizdiği görülür. Gazetecilerimiz, yazarlarımız, siyasilerimiz hemen hemen her konuda peşin hüküm sahibi olduklarından toplumun üst kesimlerinde, fikir ayrılığı makası oldukça açıktır.
“Önyargıları parçalamak, atomu parçalamaktan zordur.” diyor Albert Einstein. Düşünmenin önündeki en büyük engel önyargılardır. Hayatımız boyunca çeşitli önyargılara kapılırız ister istemez. Kimimiz memleketinden dolayı, kimimiz ırkından, kimimiz dini inancından ya da mezhebinden, siyasi görüşünden dolayı, insanlar hakkında sağlam bir bilgiye sahip olmadan, kendi kafamızda bir şablon oluştururuz ve bu kalıba sokarız onları. Zihnimizdeki şablona göre, o insanlarla olan bakışımız şekillenir. Topluluklarda önyargının ya da yüzeysel düşünmenin tedavisi yoktur. Aslında bizi içten içe kemiren, huzursuz kılan da bu düşünme şeklidir.
Önyargı düşünmeden kolaycılığa kaçmaktır. Düşünmek bir entelektüel fantezisi değil; hakikati arama ameliyesidir. Kişinin hayatını anlamlı kılan, onun hayatla ilgili düşünme biçimidir. İnsanın hayatını, diğer varlıklardan farklı kılan da yine bu düşünme fiilidir. Hakikatin kendisi önemlidir, varoluşun gayesidir. Hakikati anlamak için gösterilen çaba, sarfedilen efor hürmete layıktır. Kuranı Kerimde sık sık hatırlatılan akletme, tefekkür, tefekkuh, tezekkür, tedebbür kelimeleri düşünmenin çeşitli boyutlarını bize hatırlatmakta. Düşünme hem ulvi hem de insani bir haslet.
Bizim, toplum olarak kayıplarımız arasında olan düşünce zenginliği ve düşünce derinliğidir. Düşünmeyi melankoliye eşitleyen bir zihnin ürettiği şu cümle bizi anlatmaya yeter: “Karadenizde gemilerin mi battı.” Bu cümle düşünmemiz için maddi bir kaybın olması gerektiğine dair bir anlayışı iltizam ediyor. Düşünce eylemi maddi kayıp için değil; manevi kazanç için yapılır.
Okumak bir düşünce faaliyetidir. Okumayan bir toplum olduğumuzu söylerken aynı zamanda düşünmeyen bir toplum olduğumuzu da söylemek istiyoruz. Günübirlik yaşamak, güncelin dayatmalarına açık hale gelmek düşünmenin önündeki en büyük engel. Bilim ve sanat, edebiyat ve felsefe, fıkıh ve filoloji, kısaca bilgi olarak nitelendirebileceğimiz her şey aklın, dolayısıyla düşünmenin ürünü.

Düşünce, dış dünyanın insan zihnine yansımasıdır. Düşünme aklı değerli kılan bir faaliyettir. "Düşünüyorsam, o halde varım." diyor Descartes. "Düşünüyorsam, varım" diyen filozof, aslında düşünemiyorsam, insan olarak yokum, demek istiyor. Düşünce hayatın ruhudur. Ruhsuz bir canlının yaşaması nasıl imkânsız ise, düşünceden yoksun bir hayatın varlığı imkânsızdır. Tefekkürü olmayan insan, Kuranın ifadesiyle hayvandan farksızdır.

DEMİRİN HÜKÜMRANLIĞI


İlmin gayesi hakikate ulaşmaktır. Teknik ise ilmin gayesi değil ürünüdür. İnsanlık tekniğin arkasında sürüklenen su kayağı yapanlara benziyor. Her ne kadar elinizde bir nevi dizgin bulunsa da şaha kalkan motora hükmedemiyorsunuz.
Modern zamanların en büyük handikabı maddeye bağlanan teknik kuvvetin fikrin önüne geçmesidir. Tarihten alınan ders, insanlık için önemli tecrübelerden biridir. Toprağı demire çeviren teknolojinin insanın hayatına girmesi insanlığın ruh dünyasında önemli değişiklikler meydana getirdi.
Demir teknolojinin simge elementidir. Kuduran ihtiraslar demir sayesinde gün yüzüne çıktı. Demir sayesinde kılıçlar kana bulandı, temrenler kalbe saldırdı. Köroğlu’nun “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” mısraı da demirin insani bir haslet olan mertliği deforme ettiğini söylüyor. Kalbi çürüyen dünya demiri kılıç, tüfek, tank haline getirerek insanlığa kıydı. Ölüm kusan makineler, demir kanatlı kuşlar yerden ve gökten ölüm boca ettiler dünyamıza. Ölen düşmanımız değil; insanlığımızdır.   
Demir, tarihte yapılan ihtilâllerin de sorumlusudur. Akan kanlar demire bulaşmıştır. Ayaklarımızdaki bukağılar demirdendir. İroniye bakın ki, kurtuluşumuz için demirin meydana getirdiği uygarlıktan medet umuyoruz.
İnsanlık demire kul, köle olmuştur, onun saltanatına boyun eğmiştir. İnsanlık şımarık çocuklar gibi demirden mamul oyuncaklarla avunmaktadır. Otomobile meftun olmayan kaç genç tanıyoruz. Demirden icat edilen makine insanın mabudu. Günümüz insanı politeisttir; birçok mabudu vardır. Hangi ilaha kul olacağını şaşırmıştır günümüz insanı. Gözyaşının belli bir sürede göze düşen cisimleri erittiğine dair bir bilgi var hafızamda. İnsanlığın gözyaşları demiri erittiği gün kurtuluşumuz olacaktır. Demirin soğukluğundan Rahmanın Rahmetine eriştiğimiz gün şeb-i arus’umuz olacaktır. 
Daha çok mesafe aşmak, hedefimize daha çabuk erişmek modernizmin hastalıklı ruh halidir ve hastalığın sirayet etmediği kimse kalmamış gibidir. Demirin hegemonyası insanlığın ortak kararıdır. Artık fırsatını bulanın zulümden geri durmadığı bir dünyada yaşamaya mecbur bırakıldık. Emek sömürüsü, reklam, tüketim dayatması, üretim çılgınlığı, zamanımızı ve hayatımızı çalan modernizm zulmün bizzat kendisidir. Kurtarıcı olduğuna inandığımız teknoloji bizzat insanlığın katilidir. Teknolojinin ulaştığı son noktada işgaller farklı yapılıyor. İbrahim Tenekeci şöyle diyor: “Şimdi şehirlerimizi değil; zihinlerimizi, kalplerimizi işgal ediyorlar.”
Kuranı Kerimde ‘demir’ isminde bir sure var; Hadid Suresi. Bu surenin infaktan ve nifaktan bahsetmesi önemlidir ve günümüz insanına mesaj vermektedir. Mustafa İslamoğlu’nun yorumuyla suredeki el-kitab vahyi, el-mizan adaleti, el-hadid gücü temsil etmektedir. Gücün değil; hakkın ve adaletin üstünlüğünü istemek insani tarafımız.

Demir insanlığı bitirecek. Akıllı robotlar şimdilik demirin ulaştığı son nokta. Bilim adına, uygarlık adına demirin hâkimiyeti medeniyeti yok ediyor, insani tarafımızı törpülüyor. Bütün insanlığın intiharına zemin hazırlıyor. Hobbes’in dediği gibi ister istemez insan insanın kurdu oluyor. Demirin tasallutundan kurtulmak insanın elinde değil artık, ancak ilahi bir lütuf bizi kurtarabilir. 

EŞYANIN TABİATI

 

Eşyanın tabiatı nedir? Eşyanın tabiatı, yaratılış/fıtrat kanununa uymaktadır. Bunun üzerinde biraz duralım. Fıtrat insanın yaratılış kodlarıdır. Akıl buna ulaşmak için bir araç. İnsan aklının sınırlılığı yapısaldır ki, insanın duyma, görme, tatma gibi algılama kapasitelerinin üst ve alt sınırları vardır. İnsan aklının başka bir sınırlılığı çevreseldir ki, o da insanın dil, bilgi, kültür gibi öncül birikimi açısından kendi tarihselliği ile sınırlı olduğu haldir.
‘Fıtrat’ kavramı Kur’an’ın, özelikle doğal yapı/doğal eğilim/yaratılış ile ilgili önemli bir kavramıdır, diyor Hüseyin K. Ece
Cahit Sıtkı, “Otuz Beş Yaş Şiiri”nde şöyle diyor:
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Taşın sertliği, suyun boğması, ateşin yakması… Tabiatlarının gereği. Ancak mucize dediğimiz şey tabiatın/fıtratın değişmesi. Musa (as) ın Kızıl Denizde boğulmaması, ateşin İbrahim (as)ı yakmaması gibi.
İnsanın aslının toprak oluşu hakikatini ve tabiatını anlamak bakımından bize ipuçları verebilir. Toprak buğday için ne ise insan için de odur.
***
Aslımız topraktan olduğu için toprağa vatan diyoruz. Vatan kelimesi hamaset değil; aidiyettir. Toprağa alınıp satılır muamelesi yapmak, arsa olarak görmek fiyat biçmek insanın kendi aslına ihanetidir. Şöyle demiştim: “İnsan unutan bir varlıktır, bazen insanlığını bile unutur.” Bu unutkanlık aslımızı unutmak yanında eşyanın tabiatını da unutmak demek. Unutmak ve hatırlamak bir birinin zıddı olan kelimeler. Unutan hatırlayabilir de. Hatırlamak yani tezekkür. Bu kelimenin ‘zikir’le aynı kökten olduğunu söyleyelim.
***
Allahı(cc) zikretmenin kuru kelime tekrarı olmayıp onu hatırlamak olduğunu, hatta hatırdan hiç çıkarmamak olduğunu Cibril hadisindeki “Çünkü her ne kadar sen Onu görmüyorsan da O seni muhakkak ki görüyor,” cümlesinden çıkarabiliriz. Zikir ehli olmak bir nevi hatırları yâdetmektir. Hatıraları yâdetmek irtibatı ve ilişkileri sıkı tutar. Rıbat, irtibat ve rabıta… Bunlar bizim kültürümüzün mefhumları. Ne demişti Cemil Meriç; "Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır."
***
İnsanda yaratılan olduğuna göre kendisine “şey” denilmekte bir mahzur yok. Öyleyse eşyanın tabiatı varsa insanın da tabiatı var. Ebu Bekir el-Verrâk’a göre Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrattan maksat fakirlik ve ihtiyaçtır. İnsan doğduğu andan ölünceye kadar geçinmek, ayakta kalmak veya yaşamak için bazı şeylere fakir ve muhtaçtır değil midir? Bu da onun fıtratından (doğal yapısından) gelen bir şeydir. (el-Kurtubî, Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2411)
İhtiyaç sahibi olmak müstağni kelimesinin zıddı. Müstağni Allahu Teâlâ’nın sıfatlarından. İnsan ihtiyaç sahibi olduğunu, fakir olduğunu kabul edince kulluğunu kavramış oluyor.
Aklı olan ve hayatı doğru anlamlandırmaya çalışan kişi, sığ ya da derinlemesine insanı ve evreni tanımak, ilk faili bulmak veya varlığın amacını ve yaratılış hikmetini bilmek; yani hak ve hakikate ulaşmak ister. Tutarlılık açısından insanın bulacağı doğru, kendi doğrusu kadar, insan doğasının ve evrenin de doğrusu olmak durumundadır.  
Evrensel doğruyu ve doğruyla uyumu ifade etmek için "fıtrata ve eşyanın tabiatına uygun" olmaktan bahsedilir. Evrenin ve insanın tesadüfen veya kendiliğinden yaratılması muhaldir. Yoktan var eden bir yaratıcı tasavvuru veya inancı dışında; evrenin var oluşunu ruhçu, maddeci, benmerkezci ya da bilinemezci yaklaşımlarla yani yaratılmışların bilgi formuyla açıklamaya çalışan ve ideolojiler ve felsefi akımlar her zaman mevcut olmuş. O halde bir yaratıcıdan bahsedeceksek, Müslüman olarak Allah'ı gereği gibi tanımalıyız ve Allah'la birlikte başka ilahlar edinmemeliyiz.
Eşyanın tabiatına aykırılık, fıtrata uygun davranmamak eşyayı, canlıları ve insan denen varlığı kendi yaratılış kanunlarından kopartıp madde ile ilişkilendirmek demektir ki, bu "hak" ile yaratılanı bozmaya çalışan büyük bir zulümdür.
Fıtrat “yaratılış amacına uygun olmak" olarak tarif edilebilir. Eşyanın tabiatı da budur. İnsan hak ve hakikati arama serüveninde diğer bağlantıları izale edip hakkı hedef gözeterek yürüyebiliyorsa fıtrat üzeredir. 

HER ŞEY İÇİMİZDE

 

Millet olarak sabit dayanaklarımızdan mahrumuz. Tanzimat’tan bu yana müthiş bir savrulma yaşadığımıza inananlardanım. Bu konuda yalnız da değilim.
Toplum olarak mühim meselelerimiz konusunda duyarlılığımız, en milli meselelerde bile çatlak seslerin olması, hayati meselelerin içini boşaltıp orta malı haline getirmek içinde bulunduğumuz medeniyetten uzaklaşıp, başka ufuklara yelken açmamızın dilemmasıyla ilgilidir.
Mevlana'dan ödünç alarak pergel metaforunu zikretmek istiyorum. Bir ayağı sabit olup, diğer ayağı sabit ayağın ekseninde dolaşan pergel benzetmesinden bahsediyorum. Biz sabit olan ayağımızın yerini kaybettik. Bu durum bizi rotası ve kaptanı olmayan bir gemiye döndürdü. Su üzerinde sürükleniyoruz.
Millet olarak ne bizi sabitleyecek kaynaklardan haberdarız ne de Moğol saldırısı gibi üzerimize gelen kültürel istilaya karşı durabiliyoruz. Bu durumu özetleyecek iki kelime: cevher ve buhran. Burhanı olmayanların buhrandan kurtulmayacaklarını söylemek için çok şey bilmeye gerek yok.
Medeniyet bir bütündür. Bütün olarak inkişaf eder. Doğru soru 'batı niçin ileride' sorusu değil; bilakis 'biz neden geride kaldık' sorusudur. Doğru soruyu soramadığımız zaman alacağımız cevap derdimize derman olmayacaktır.
Tanzimat’tan sonra kaybettiğimiz en önemli şey devam ve bütünlük fikridir. Kaybolan bu durumun mutlaka dış etkenleri vardır. O günlerde dünyayı saran milliyetçilik akımının ümmetimizi parçalamakta büyük tesiri vardır. Doğru. Ancak düşünce kodlarımızın, mantığımızın değişmesidir vahim olan. Artık çok sığ düşünüyoruz. Sığ diyorum basit değil. Basit bir şeyin yalın halidir. Basitlik sığlık ve adilikle karıştırılmamalı.
Biz yenileşmek ve modernleşmek adına Necip Fazıl'ın benzetmesiyle "güneşi ceketinin astarı içinde kaybeden" bir toplumuz. Yazarlardan söz etmişken birazda Ahmet Hamdi Tanpınar'a kulak verelim: "Muhakkak olan bir taraf varsa, eskinin hemen yanıbaşımızda, bazen bir mazlum, bazen kaybedilmiş bir cennet, ruh bütünlüğümüzü saklayan bir hazine gibi durması, en ufak bir sarsıntıda serap parıltılarıyla önümüzde açılması, bizi kendine çağırması, bunu yapmadığı zamanlarda da hayatımızdan bizi şüphe ettirmesidir. Tereddüt ve bir nevi vicdan azabı. (Bize akseden cihetiyle yanlış yapma korkusu...)"
Burada bir öz eleştiri yapmak gerekiyor. Heyhat, ömrümüz mehdi beklemekle geçti. Hep bir bahanesi, bir mazereti oldu da gelmedi. Sakalımıza, saçımıza ak düştü yine gelmedi. Okullar açıldı kapandı, sandıklar açıldı kapandı, kaybettik kazandık gelmedi. Cemre, defalarca havaya, suya, toprağa düştü ama bize açılmadı kapı, bize açmadı gökyüzü. Kaç bahar geldi geçti ömrümüzden, sonsuz hamdolsun, şükrolsun. Ama beklenen yâr gelmedi. Beklenen mehdinin bizzat kendimiz olduğunu geç anladık. Mehdiyi özünde aramalıydı insan, biz hatayı burada yaptık.
Kurtuluşu hep dışımızda aradık. Söz konusu ulvi bir dava ise hep bir adım önde olan yürekler gerek... Kurtuluş içimizde, bunun farkında olmak gerek. Necip Fazıl’ın dediği gibi: "kim var!" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik... 

Bize umut gerek şu üstümüzdeki ölü toprağı havası dağılsın diye. Bize samimi bir kıyam gerek. Vakti kuşanmak gerek. Bunu başkalarında değil kendimizde arayacağız.

LİTERATÜR(!) MESELEMİZ


Her makamın bir sözü vardır, demiş eskiler. İnsanlar bulunduğu makama göre konuşurlar. Bunu daha iyi anlayabilmek için zihin ve ufuk açıcı bir ilke verelim: Konumunuz, konuşmanızın içeriğini belirler. Muhitiniz ile konuşmanızın muhtevası çerçevelenmiş olur. Bulunduğunuz mahal konuşmanızın dilini, belirler. Atalarımız bunu şu şekilde özetlemişler: “ Taç giyen baş akıllanırmış.” 
Bu veriler üzerinden Müslümanlığımızı irdeleyelim. Ebu Zerril Gıfari ve Hz. Ömer’in Müslüman oluşu ve ardından gelişen olaylar muhitin insanın konuşmasının muhtevasını nasıl değiştirdiğine dair örnekler taşır.
Her düşünce ve inancın kendisini doğru ve anlaşılır kılması, ancak kendi kavramları ile ifade edebileceği bir gerçektir. İslam geldikten sonra kendi literatürünü yerleştirmiştir. Mesela artmak manasına gelen “zekat” kelimesine özel bir mana vermiştir. Aynı şekilde dua manasına gelen “salat” kelimesini bir ibadete hasretmiştir. Örnekleri çoğaltabiliriz.  
Müslümanların bu gün zihin dünyasını belirleyen kavramlar maalesef  emanet kavramlardan oluşuyor. Batı mahreçli bu kavramlarla İslamı anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz. Bu açıdan İslâm'dan, İslâm düşüncesinden, İslâm tarihinden söz ettiğimizde bakış açımız bir müsteşrik gibi oluyor. Medeniyet krizi denilen şey bu. Müslümanca duyma, algılama, görme, bakma biçimlerimizin de, Müslümanca varolma ve yaşama zemin'imizin de yerle bir. Zihnimizin, modern hurafeler çöplüğüne dönüşmüş. Modern insanın Allahın varlığını bilmekle ilgili problemi yok; ancak düşüncesinin ve yaşayışının seküler kavramlar ve kurumlar tarafından şekillendirilmesi problemi var.
Bunun için dehanın merkezini yeniden üretmek gerek. İslam âlimlerinin hayatlarını okuduğumuzda hepsinin on yaşından önce temel İslami bilgileri edindiklerini görüyoruz. Bu süreçte yapmamız gereken ilk şey ne? Yanlış yerden bakarsanız sorunu tam olarak göremeyebilirsiniz. Bulunduğunuz yer bakış açınızı da belirler. Doğru yerde durmak bunun için çok önemlidir.
Kısaca bulunduğunuz zemini tanıyamazsanız, başkaları tarafından tanımlanırsınız ve kavramların bataklığında bocalar durursunuz yalnızca. Başkalarının kavramlarıyla düşünce üretmeye kalkarsanız boşa kürek çekmiş olursunuz. Başkalarının kavramlarıyla çağı ve zemini tanımlamaya kalktığınızda baştan kaybettiniz demektir.
Nerede olduğunu bilmeyen nereye gideceğini, hangi yöne doğru hareket edeceğini de bilemez. Beyhude bir şekilde amaçsız, hedefsiz, gayesiz dolaşıp durur. Çıkış yolumuz: önce kendi köklerimize dönmek kendi kavramlarımızla düşünmeyi, düşünce üretmeyi yeniden başarmaktır.
Modernizm ya da İslam dışı düşünce biçimleri bize bizim olmayan bir hayatı, bize ait olmayan bir düşünce sistemini dayatıyor. Buradan çıkış yok. Kendimize gelmenin tek yolu bulunduğumuz zemini yeniden tanımlayarak köklerimizden üreteceğimiz düşüncelerle geleceğe yön vermek olacaktır.
Bu durum bizi şu sonuca götürüyor nicelik olarak geldiğimiz noktanın bir önemi yok. Nitelik olarak hangi noktadayız. Eskilerin deyimiyle kemiyet, keyfiyet meselesi. Batı medeniyetine ait kavramlarla, İslam’a özgü kavramlar arasındaki anlam kaymaları yüzünden, aydınlarımız da sağlıklı ve verimli fikir üretememekte. Daha İslami mefhumları kullanamayan fakat ahkâm kesmekten geri durmayan ve kendilerini aydın olarak tanımlayan entellerle nereye kadar.

Dönüşümü, değişimi yakaladığımız, kendi münevverlerimizi yetiştirdiğimiz gün başarmış olacağız.

MÜSLÜMANLARIN DİLİ

 

Müslümanların bulunduğu ortam zihinlerini, hayatlarını, ahlâklarını, duruşlarını ve 'dil'lerini Müslümanlaştıracak bir 'vasat'tan yoksun olduğu bütün çıplaklığıyla ortadayken, Müslümanların başkalarına etkin bir tebliğ yapabileceğini düşünmek safdillik olur.
Konuştuğumuz 'dil' ne ölçüde İslâm'ın sunduğu bir dil acaba? Gayri islami sistemlerin diyalektiği ile İslam’ı ne kadar anlatabilirsiniz? Emanet kavramlar çerçevesinde ferdî ve sosyal hayatı daha doğrusu bir medeniyeti yeniden ihya edemeyeceğimiz gibi, medeniyetimizin orijinal kavramlarını kullanmakla da iş bitmemektedir. Günümüzde arkaik kavramları güncellemeden kullanmanın iki problemi var. Birincisi, kavramları orijinal şekliyle telaffuz edenler Batı’dan aldıkları etki nedeniyle kullandıkları kavramların içini yanlış doldurmakta, ikincisi kavram haritalarımız değişime uğratılmaktadır.
Müslümanlar, son asırda, tam anlamıyla aslî mecrasından sapmış, İslâm'ın ilim, irfan ve hikmet tecrübesi, bu tecrübeyi var eden, tarihi perspektif maalesef kaybolmuştur. Vahyi (aslî) kaynaklarıyla ve nebevî mirasıyla anlamak yerine, dünyevî kaygıları önceleyen, bu nedenle ruhu çalınmış, modern/seküler bir ideolojiye dönüştürülmüştür.
Bu sürecin beyinlere kazınması, küresel-kapitalist sistemin tek büyük tehlike olarak gördükleri İslâm'ı mecrasından saptıracak hormonlu bir İslam olarak tanıtması sayesinde oldu.
Öncelikle İslâm, 'siyasal İslâm', 'ideolojik İslâm', fundementalist İslam denen seküler bir İslâm algısına indirgendi küresel sistem tarafından. İslamın sekülerleşmesi bir nevi Hristiyanlaşması idi. Bunu unutmayalım lütfen!
Bugün her yerde ve her ortamda İslam üzerine konuşmak yerine, batının İslâm'ı nasıl bir sekülerleşme sürecinin içine soktuğunu konuşmak daha doğru bir eylem biçimidir. Batılı zihin kalıbı ile böylesi bir İslâm algısı üzerinden siyasî-sosyal bir 'proje' çıkarmaya güç yetiremez. Batılı formatta düşünmek İslâm'ın ve -İslâm'ın mesajına gebe bir- insanlığın geleceğini tıkamaktan başka neyle sonuçlanabilir ki?
Sekülerleşen İslam, insanlığın geleceğine ne katkı sağlayabilir. Buna çanak tutan müslümanların ne kadar veballi bir işe aracılık ettiğinin farkında mıyız? Bu soruyu sormayı müslümanca bir sorumluluk olarak görüyorum.
Müslümanların dili ve dolayısıyla zihin dünyası bir medeniyet üretebilecek seviyede midir? Ben olumsuz cevap vermiyorum ama olumlu cevap verebilecek bir durumda da değilim gerçekten.
Bu gün İslam adına ekranlarımızı doldurup konuşan insanların İslâm'ın ne söylediğini hakkıyla anladığı bile bir hayli su götürür. Bize anlatılan, İslâm'ın kendi sahici hikâyesi değil, çağdaş siyasî ideolojiler/ modern ve postmodern zihin setleri üzerinden kurgulanmış, yamanma psikolojisiyle icat edilmiş bir hikâyedir. Batı tandanslıdır.

İslâm'ın anlamını bihakkın idrak ederek geliştirebildiğimiz; kendine özgü vahyî ve nebevî bir dili üretebildiğimiz, İslâm'ın kuşatıcı, çok katmanlı, varlığı ve hakikati bir bütün olarak kavrayan vahyî yönünü anladığımız zaman anladığımız bu din insanların kurtuluşuna vesile olabilecektir. Yoksa mevcut kavrayış ve algılayış biçimleri üzerinden çağın seküler zihin dünyası ve idrak biçimleri üzerinden kurgulanan, vahyî ruhunu yitirmiş, illetle malul bir din anlayışı İslamî bir din anlayışı değildir.

İNSANIN YOLCULUĞU

 

Akıl bağlanmak manasına Arapça bir kelime. Türkçesi ‘us’tur. Olayları, eşyayı bir yere bağlıyorsunuz ya da kendinizi bağlı tutuyorsunuz. Akıl bu yönüyle mükellef olmamızın tek şartı. Diğer yönden bir Zen ustasının dediği gibi; “Akıl, kendi cevap veremeyeceği soruları insanın başına musallat etmekten başka bir işe yaramıyor” kimi zaman... Aklın hakikate ulaşmakta tek kaynak olmadığı aşikar. His’e gelince; his ferdidir. Hislerin şahsa ait olduğunu ve anlatılmasının kolay olmadığını biliyoruz. Olaylar karşısında, manzara karşısında hisleniriz, hislerimizi kelimelerle ifade etmeye çalışırız. Bilgi histen farklıdır. Gerçeklik yanı ağır basar.
Bilmek bir farklılıktır, ama bir değer değildir. Bu konuda Peygamberimizin hadisi şerifi şöyledir: “Faydasız ilimden Allaha sığınırım.” Yunus: “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir” der. Âlim akıl ile düşünerek bilir. Biz buna ilim diyoruz. Arif ise düşler ve tanır. Bunun adı da irfandır. İlimle irfan arasında da fark vardır. İlim kesbi, irfan vehbîdir. Biri alın teri, biri hediye. Birisiyle alim olunuyor diğeriyle arif.
Akıl ile his arasında hayal vardır. Hayalin bir gerçekliği yoktur. Ancak beyin hayali gerçek kabul ederse bu bir hastalık hali kabul edilir. Bilmek farklılıktır dedik, âlim cahile karşı üstündür. Bilgi tabiatı icabı entelektüeldir. Herkesin malı değildir. Bu sebeple bilginin değerini bilenler de azdır.
Bilgiden, ilimden nasiplenmemiş insanlarla alimin farkını görmemek cehaletin vasfıdır. İlim fark edilmeyecek kadar vasıfsız bir şey değildir. İlim bizatihi değerlidir. Bu değeri fark ettirecek olan ise âlimdir. Âlimler toplumu yönlendirdiği zaman bilginin değeri vardır. Bilgi bir gayeye matuf olmak zorunda. Âlimin doğrudan yana değil güçlüden yana tavır koyması onu Bel’amlaştırır. Bel’am yanlışı süslü kelimelerle doğru gibi sunandır. Sapla samanın, âlim ile cahilin fark edilmediği toplumlarda kamu her şeyin doğru ve iyi olduğunu zanneder. Bu durum toplumun geleceği adına endişe verici bir durumdur.
Bilgi karekteri gereği sahibine özgüven sağlar. Bilginin sahibi kendini kuvvetli görür. Eğer sahibi bilgiyi taşıyamayacak vasıftaysa tahakküme kalkışır. Bu tür bilgiye iktidar aracı bilgi diyebiliriz. Ya da enstrümantal bilgi. Burada bilginin meşruiyetini daha doğrusu ahlakla olan irtibatını sorgulayabiliriz. Bilginin tahakküm aracı olarak kullanılması bilginin kendinden değil; bilenle alakalı bir durumdur.
Modern bilimin en büyük eksiği,  insanda kainat hakkında bütüncül bir tasavvur oluşturacak bir metafizik sistem sunamamış olması ve hatta böyle bir amacının dahi bulunmayışıdır. Allahu Teala Adem’e bilgi, akıl vermekle kalmamış kendisini vahiyle desteklemiştir.
Gerçek âlim “bağrı başlu, gözü yaşlu” hizmet ehli, varlığından soyulmuş ve hayat kervanının en sonunda yürüyen bir neferdir. Kavuğuyla değil, kalbiyle tahakküm edendir. Güçten değil Hakk’tan kuvvet alacaktır, yalnızlığı ile Allah’ın saltanatına sığınacaktır. Allah’ın kullarına hizmetin, Allah’a hizmet olduğunu bilendir. Kısaca halka hizmet hakka hizmettir düsturu…
Modern bilimin sunduğu verilerin, insan için gereksizliğini söylemek ne kadar anlamsızsa, modern bilimin insanı sezgisel algılayışlarından soyutlamaya çalışması da bir o kadar anlamsız. İnsanın bir aşkın (müteal) varlığa inanmak doğası vardır.  Modern bilim insana, bilmediği bir adrese ulaşabilmesi için bir harita sunmaktadır. Vahiy ise bu haritayı okuyarak yol boyu bize rehberlik edecek kılavuz gibidir.

İLİM FETİŞİZMİ

 

İlim, hayatın istikametini Rabbani hakikat bilgisi olan vahiyle belirlemek ve hayatı vahyin öngördüğü istikamet üzere yaşamaya koyulmaktır.
İslami ilim dallarında uzmanlaşan ve Müslüman topluma faydalı olacak âlimlerin olması kaçınılmazdır. Ancak burada ölçü, ilimle iştigal eden insanların ilmin kaynağı değil taşıyıcısı olduğu gerçeğini unutmamaktır. Dolayısıyla ilimde uzmanlaşan insanlardan faydalanırken, onları hakikatin mutlak temsilcisi olarak görme yanlışına düşmemek ve onların işaret ettiği deliller üzerinde yoğunlaşmak gerekmektedir.
Kur’anda ilk inen ayetler okumaya vurgu yapar.  Kalemle yazmak ve öğrenmek Mekke’de nazil olan ayetlerde Müslüman insanın inşası için gerekli altyapıyı oluşturan argümanlar. Kuran Müslümanları ilme teşvik etti. Tabii ki, Kur'an'ın ilimden kastı bilgi hamalı olmak değil. Âlim olmak ise her şeyi bilmek olarak kabul edilmiyor. Kur'an dilinde ilim, vahye dayalı hakikat öğretisi; âlim ise, zihnini ve kalbini bu öğretiye açarak iman ve amel bütünlüğünde onun tanıklığını yapmaya koyulan kimsedir.
Kuran İslam öncesi Arap toplumunu Cahiliyye olarak isimlendirirken aynı bakış açısıyla olaya yaklaşmıştır. Kur'an'da, Kitab'ın bilgisine sahip olup da onunla amel etmeyen kimseler için kullandığı "kitap yüklü eşek" nitelemesi (Cuma, 5), İslam açısından, kitabın gereğinin yerine getirilmesi zorunluluğunun çok çarpıcı bir ifadesi.
Kısacası ilk müslümanların hayatında "bilmek" hayatlarında bir şeyleri değiştirmek için bir vesiledir. İbnu Abbasın “biz Kurandan on ayet okur onu hayatımıza tatbik eder, sonra on ayet daha okurduk” sözü bu anlayışın nasıl içselleştirildiğini göstermesi bakımından önemlidir.  
Kur'anî bağlamda, ilim Allahı tanımak ve insan hayatını iyiye yöneltmek bağlamından koparılıp veri depolama unsuru haline getirildiğinde sahibini kibirli yapmakta, bir büyüklenme aracına dönüşebilmektedir.
İlmin entelektüel bir tarafı vardır. Kendisini görünür yapar. Ancak bilgi üzerinden kendini pazarlamak,  bilgiyi başkaları üzerinde bir silah olarak, bir üstünlük ve hatta giderek bir hegemonya aracı olarak kullanma eğilimini beraberinde getirmektedir. Günümüzde medya üzerinden kitlelere seslenme imkânına sahip olan bazı kişilerin, ne yazık ki dinleyenleri üzerinde bu tür bir etki bıraktıklarını düşünmekteyim.
Bilgi sahibi olan ve bunu da her fırsatta insanlara hissettiren ve fakat bilgisiyle ve hatta zaman zaman söylemiyle istikameti arasında ciddi farklılıklar görülen kimselerin ilmin gayesinin değişmesi algısında katkıları bulunmaktadır. İlmin istikamet belirlemek için bir araç olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.  
İlim malumat yığını olmaktan çıkarılıp hayat rotasını belirleyen bir argüman olmuyorsa vahyin değer ölçüsünde bunların kıymeti yok. Yunus Emre’nin ilim konusuna yaklaşımı bu ölçüler içerisinde değerlendirilebilir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır

İlmi bir tahakküm vasıtası olarak bize karşı kullanan entel kimselere karşı durabilmek için Kur'anî donanıma sahip olmamız gerekir. Ancak böylece birilerinin bilgi fetişizmi yoluyla bizim idrakimiz üzerinde iktidar kurmaya kalkışmasına engel olabiliriz.

DİNİN FORMU VE REFORM

 

Form, biçim, şekil; Bir şeyin istenilen ve olması gereken durumu; İstenilen şeylerin yazılması, doldurulması için hazırlanmış basılı belge gibi anlamlara gelir. (TDK Sözlüğü)
Form bir şablonu hatırlatıyor bize. Form kelimesinden dinde re-form konusuna geçiş yapmak istiyorum. Re-form yeniden şekillendirmek olarak anlayacağımız bir kelime.
Din konusuna değiniyorsak dinin kaynağını bilmeden din üzerinde konuşmak olmaz. İslam dini özelinde dinin asıl iki kaynağı var: Kuran ve Sünnet. Şimdi bu iki kaynağa bakalım. Kuran Allah kelamı ve değiştirilmesi mümkün değil. Felsefi kavramlarla “Dogmatik”. Sünnet, yani peygamber Kuranın açıklayıcısı. Kısaca her ikisinin kaynağı da ilahi.
İlahi olan formu değiştirmek hakkını kul (abd) olana kim veriyor. “Abd” kelimesinin bir anlamı da köledir. Köle efendisinin söylediğinin dışına çıkamaz. Kul da öyle, Rabbinin çizdiği hududun dışına çıkamaz, haddini bilir. Haddini bilmeyen kul olamaz zaten.
Peki, o zaman dinde re-form denilen düşünce nasıl ağızlara pelesenk edilebiliyor. Bu, aydınımızın her zaman yaptığı gibi Avrupa’dan alınan kavramların yerli yersiz kullanılmasından kaynaklanıyor. Hıristiyanlık için reform söz konusu olabilir. Çünkü Hıristiyanlık muharref(bozulmuş) bir din. İlahi tarafı kalmayan bir dinde form da kalmamıştır zaten. Bu tür dinlerin formu insan ürünüdür. İnsan elinde oluşturulan form re-form edilebilir. Daha doğrusu bu dinlerin formu insanlar tarafından re-form edildiği için muharref dinler kategorisine konulmuşlardır.
“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır.” (Zümer, 3)
Ancak tevbe eden, durumunu düzelten, Allah'a sarılan ve dinlerini sadece Allah'a ait kılanlar başka...” (Nisa, 146)
“Baskı ve zulmü ortadan kaldırıncaya ve dini sadece Allah'a ait kılıncaya dek onlarla savaşın. Düşmanlığa son verirlerse, elbette Allah yaptıklarınızı görür.” (Enfal, 39)
“De ki, ‘Dini yalnız Allah'a has kılarak O'na tapmakla emredildim.’”  (Zümer, 11)
“Oysa onlardan, dini sadece Allah'a ait kılan tektanrıcılar olarak O'na kulluk etmeleri, namazı gözetmeleri ve zekatı vermeleri istenmişti. İşte dosdoğru din budur.” (Beyyine, 5)
Yukarıdaki ayetlerde dinin form hakkının Allaha ait olduğu bildiriliyor. Allahu Teâlâ bu konuda asla taviz vermez. Bu konuda ihmalkâr davranmanın şirke bulaşmak olduğunu biliyoruz. Allahın koyduğu formu değiştirme (re-form) yetkisini kendinde bulan bir nevi ilahlık iddiasındadır.

Hepsi için söylenemese bile bir kısım reformcular ve yeni bir İslam anlayışı için çalışmaktadır. Dinin tamam edildiğine dair bilgileri olan Müslümanların böyle bir isteği yok.  Fıkıhtan ve Şeriat hükümlerinden arındırılmış, ilahî bir din olmaktan çıkartılıp beşerî bir hümanizma ve ideoloji haline getirilmiş “Light” bir İslam Müslüman olmayanların talebi. Böylece İslamın koruyucu zırhı olan cihaddan arındırılmış bir İslam hedefleniyor. Bir başka tâbirle indirilmiş İslam’ı kaldırıp, onun yerine uydurulmuş bir İslam koymak istiyorlar. Din tesis etme yetkisi Allaha aittir, Allahın dininde hiçbir değişiklik, reform, ilave, çıkartma, yapılamaz.

USULÜMÜZ ASILIMIZDIR

 

Usul bilgisi ilmin mantığıdır. Usulsüz asıl olmaz. Usul dersleri medrese eğitiminde asıl ilme geçmeden önce okutulan dersin adıdır. Şimdilerde buna metodoloji deniliyor. Yani bir bilimde ilerlemenin usulu nedir. Hangi metod bu ilmi anlamamıza ve öğrenmemize kapı aralar. Bir ilmi tedris ederken hangi usul ile hareket etmeliyiz. Usul ilmi bunlardan bahseder.
Bir hedefe varmak için belli bir yol takip etmelisiniz. Yolsuz hedefe varmak imkânsızdır. Bu yüzden dağda gezenle, yolda yürüyene farklı isimler veriyoruz. İlim hedefse, yol usuldür. Daha farklı bir ifadeyle usulsüz âlim olmak demek yolsuz dolaşmakla eş değer.
Mesela tarih metodolojisi bilmeden tarih ilmi konusunda ahkâm kesemezsiniz. Usul olmadan okuduğumuz tarihi olaylar hikâye olmaktan öteye geçmez. Araştırmalarda da durum aynıdır. Bir araştırma yapmak için belli bir usul (metod) takip etmelisiniz.
Geçenlerde Murat Bardakçı hocanın bir yazısını okudum. Yazısında anlattığı olay geldiğimiz nokta bakımından tüyler ürpertici. Doktora çalışması yapan bir akademisyene jüri şöyle bir soru yöneltiyor: Her hangi bir konuda araştırmayı nasıl yaparsın? Doktora öğrencisinin verdiği cevap: "Google'dan bakarım," olmuş. Bu akedemik seviyemizi göstermesi bakımından çok önemli, bir kenara kaydedelim.
Bir de intihal konusu var ki başlı başına bir problem. Konumuzu dağıtmamak adına buradan sarfı nazar edelim. Hani demişler "yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder" diye. Her konunun allameleri(!) var maalesef. Her alanda usulsüzlük/metodsuzluk ile karşı karşıyayız. Usul bilmeden, iki hadis ezberleyip kendini fetva makamında görenler mi dersiniz, bir meal okuyarak kendisini din âlimi zannedenler mi dersiniz. Bir de bunların televizyonlarda arzı endam edenleri var ki evlere şenlik.
Bizim zamanımızda liselerde sınıflar arasında ya da okullar arasında münazara yarışmaları yapılırdı. Her grup kendine verilen konunun doğruluğunu savunurdu. Önemli olan karşıdaki görüşü çürütmek olduğundan konuyu kabul edip etmemeniz arka planda kalırdı. Televizyonlardaki tartışma programlarını izledikçe lisede yaptığımız münazaralar aklıma geliyor. İsimlerinin önünde anlı, şanlı sıfatları olan insanları dinledikçe seviyenin lise münazara seviyesinde olduğunu düşünüyorum.
Bir de her konunun uzmanı olan, her konuda ahkâm kesen tipler var ki onlara hastayım. Ekonomi, siyaset, uluslararası ilişkiler, istihbarat, savaş, terör, tarih, sanat, sinema... Aklınıza hangi konu gelirse o konuda tartışmaların hepsinde varlar. 
"Anadolu insanı âlim değildir; ama ariftir." Söyleyeninin kim olduğu konusunda hafızamın ihanetine uğramış olsam da bu tespitin "cuk" oturduğunu söylemeliyim. Bu yüzden televizyon programları izlenmiyor, bu yüzden köşe yazarları okunmuyor. Milletin kahir ekseriyeti bu tür adamların notunu veriyor.
Usul bilmeden âlim olamaya yeltendiğimiz için birçok yerde çuvallıyoruz. Bu yüzden bizden fikir adamı çıkmıyor. Bir Ebul Ala el-Maarri, bir İbnu Rüşt, bir Gazzali, bir Mehmet Akif, bir Said Halim, Nurettin Topçu, bir Ferid Kam...

Bir cümleyle özetleyelim. Şöyle denilmiştir: Bataklıkta gül yetişmez.

SORUMLULUK

 

İnsan yaradılışı icabı çevresindekileri öğrenmek, etrafında olanlardan haberdar olmak ister. Öğrendiği ölçüde hayatına anlam katar. Öğrendikleriyle değerler üretir ve sahip olduğu bu değerler insan olmasını anlamlandırır. Daha farklı bir ifadeyle insan değerlere sahip olarak diğer biyolojik varlıklardan farkını ortaya koyar.
Öğrenme faaliyeti sonucunda insan kültürlenir ve sorumlu olduğunun farkına varır. Sorumluluk duygusu insanı diğer canlılardan ayıran en önemli duygulardan biridir. İnsan sorumlu olduğu için adaletten yana tavır koyar, insan sorumlu olduğu için haksızlığı kabullenemez, sorumlu olduğu için zulme karşı çıkar.
Sorumluluk sahibi olmayı, insanın uyumlu olması, üzerine düşen görevleri yerine getirmesi, kendisinin sebep olduğu olayların sonuçlarını üstlenmesi, başkalarının haklarına saygı göstermesi olarak tanımlayabiliriz.
Sorumluluk sahibi insan; kendi kararlarını verebilen, karar alırken elindeki bilgiler ışığında karar veren, duygusal karalardan kaçınan, bağımsız davranabilen, kendine güvenli, başkalarının haklarını çiğnemeden kendi ihtiyaçlarının karşılayabilen, yaptığı işi sonuna kadar götüren ve yapmakta olduğu bir davranışın sonuçlarına katlanmayı göze alan insandır.
Dinimizde insan, düşünce, söz ve davranışlarında tamamen özgür bir varlıktır. Onu bu özelliği, sorumlu olma zorunluluğunu da beraberinde getirmektedir. Allah, insana akıl ve düşünme yeteneği vererek, onu iyiyi ve kötüyü, doğru ile yanlışı ayırt edebilecek bir özellikte yaratmıştır. Ayrıca kitaplar ve peygamberler göndererek insana iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı açıklamış, onu seçimlerinde serbest bırakmıştır. Bu durum Kur'an'da şöyle belirtilmektedir: "Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik; ister şükreder, ister nankörlük eder" (İnsan, 3)
Bundan sonrası insanın kendisine aittir. İnsan isterse iyiyi, doğruyu, yararlı olanı tercih eder ve onu işler; isterse kötüyü, yanlışı ve zararlıyı tercih eder ve onu yapar. İnsan özgür iradesiyle dileyip yapmış olduğu davranışın sonucundan da sorumlu olur.
Peygamberimiz (sav) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur: "Hepiniz çobansınız ve hepiniz elinizin altındakilerden sorumlusunuz. Yönetici bir çobandır. Erkek, aile halkının çobanıdır. Kadın, kocasının evi ve çocukları için çobandır. Hepiniz çobansınız ve hepiniz çobanlık yaptıklarınızdan sorumlusunuz." (Buharî, Nikah, 91)
Çoban - sürü benzetmesiyle sorumluluk bilincinin önemine vurgu yapılan bu hadiste, bir yandan akıllı ve ergen bütün bireylerin sorumluluğuna atıfta bulunulurken, diğer yandan idarecilik ve aile yönetimi gibi başkalarına karşı yükümlülük içeren görevleri üstlenenlerin daha ağır bir mesuliyet taşıdıklarına işaret edilmektedir. Yerlerin ve göklerin taşımayı kabul etmediği emaneti yüklenen insanoğlu her şeyden önce Allah'a karşı sorumludur.

Sonuç olarak; İnsan akıl ve hür iradeye sahip olmasından dolayı sorumlu bir varlıktır. Yüce Allah insana akıl ve irade vermiştir. İnsan aklıyla iyi ile kötüyü birbirinden ayırt eder; herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya iradesiyle karar verir. Bu tercihlerinin sonucunda yaptığı davranışın sorumluluğu insana aittir.

KİŞİSEL GELİŞMEK…

 

Kişisel gelişim kitaplarından hep uzak durdum. Kişisel gelişim kitaplarını bencilliğin dışa vurumu olarak görüyorum. Hâlbuki Müslüman ferdiyetçi değil cemiyetçidir. Kendisini geliştirmekle beraber başkalarını geliştirmenin de bir görev olduğunu bilir. Kişisel gelişim kitapları bizi gizliden gizliye materyalist bir düşünceye sevk ediyor. Bencil olmamızı salık veriyor. Kapitalizmin küresel egemenliği, sermayenin sınır tanımaz küstahlığı insanı alabildiğine bencilleştirdi. Kapitalizmin çarklarında kaybolan, ezilip yok olan insanlığın davası. Hepimiz tüketimin sadık kullarıyız.
Adam olmak değil, adam gibi görünür olmak. Böyle düşüncenin sahibinde insanlık adına, insanlık için bir dertten bahsedebilir miyiz? Var mı bir diğerimiz için mücadeleyi göze alabilen? Bizi adam edebilecek bir gelişim modeli var mı? Hayır, hepsi algıyı nasıl yöneteceğimizi, daha doğru bir ifadeyle karşımızdakileri nasıl aldatacağımızı anlatıyor. Bütün hesap kişisel gelişim, bir başkası için endişe duyan, bir başkasını düşünen yok; kendini kurtarma peşinde koşmanın bir yok oluş olduğunun farkına varmadan. Kendimizi geliştirelim derken; aslında insanlığı kaybediyoruz. Yaşamakta olduğumuz zamanların muhasebesini yapmaya oturduğumuzda elimizde avucumuzda kalan çok fazla bir şeyin olmadığını görüyoruz: Bencillik, enaniyet, egoizm...
Gelişim, vizyon, reklam, imaj gibi kavramlar insanlığın yeni putları olarak piyasaya sürüldü. Ahlaki değerler hayatımızdan uzaklara gittiler göçmen kuşlar gibi. İdealler uğruna ter dökmek, fikirler uğrunda serden geçmek dışlandı. Şimdi ideallerin görüntüye hapsedilmiş suretleri var. İmaj her şey. Yalandan müteşekkil görüntüler dünyasında yaşıyoruz. Tek gerçek: egoist bir tavırla kazanmak, daha fazla kazanmak… Halbuki “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.” bizim şiarımızdı. Kazanmanın, fütursuzca harcamanın dışındaki bütün davalar yok sayılıyor. Yeter ki benim düzenim iyi olsun, gerisi ne olursa olsun hastalığı.
İnsanlık onurunu imaja dönüştürenlere yeniden insanlığı hatırlatmak için geç kalmış değiliz. Bizi insanlıktan çıkartıp menfaatlerimizin peşinde koşturan, bizi ferdileştiren, bencilleştiren hayat tarzına karşı itiraz etmek yetmeyebilir, isyan etmek lazım. Var olanı anlatmaya çalışmak, durumu vuzuha kavuşturmak için kullandığımız dil agresif kabul edilebilir. Çekilen fotoğrafın görüntüsü hoşumuza gitmeyebilir. Maalesef kadraja girenler gerçeğin küçük bir parçası. Bütün bunlara rağmen umutluyuz. Çünkü insanın özünde var olan fıtrata inanıyoruz.
Mevdudi’nin “Gelin Bu Dünyayı Değiştirelim?” adlı kitabı, dünyayı herkes için yaşanabilir kılma mücadelesinin Eşref-i Mahlûkat olmakla direkt bağlantısını vurguluyor: Haysiyet Davası… Yeryüzünü modern bir puthaneye çeviren sapkın zihniyetin ve paganist inanışların karşısında tevhit mücadelesinin kaçınılmazlığı gözler önüne seriliyor.

Nu’mân İbni Beşîr(ra)dan rivayet edildiğine göre, Nebî (sav) şöyle buyurdu: “Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar: Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz, dediler. Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 12.)

BUĞDAY MI, HİKMET Mİ?


 "Alem-i sugrayız amma alem-i kübrayile
  Keffe-yi mizan-ı hikmette beraber gelmişiz."
NABİ

Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. (Bakara, 269) buyruluyor Kuranda. Gazali şöyle tarif ediyor hikmeti: “Hikmet, varlıkların en yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.” Hikmet
hakikati, tefekkürü, bilinci, takvayı, ahlakı, aklı, iradeyi ve vicdanı
içinde barındırır. Bu sebeple hikmet müminin yitiğidir.
Hani Yunus’a sormuşlar “buğday mı istiyorsun, hikmet mi?” diye. Bu soru her gün bize de sorulmakta. Ama biz her gün ısrarla “buğday” demeye devam ediyoruz. Yunus gibi aklımızı başımıza devşiremiyoruz sonunda. Bir türlü geri dönemiyoruz yanlışımızdan.
İnsanın fert olduğu, yalnızlaştığı, tenha kuyulara atıldığı, cemiyetin güruha dönüştüğü bu çağda “hikmet”e yer yok anlaşılan. Herkes tercihini “buğday”dan yana kullanıyor. Materyalist düşüncenin ruhlarımızı iğdiş ettiği modern zamanlarda elbette ki cevabımız: “buğday”. “Ben” ve “benlik” olan vasatlarda tercih buğdaydan yana olur; bunda şaşılacak bir şey yok. Kimsede şaşırmıyor zaten.
Buğday yerine hikmet diyebilmek zor. Her şeyin "buğday"la ölçülüp değerlendirildiği yerde "buğday"dan başka şeye itibar etmek için mangal gibi yürek gerekiyor insanda. Hatta yürek olması yetiyor, mangal gibi olmasa da olur. Kalp olması gerekiyor, gönül olması gerekiyor. Çünkü "hikmet" gönüle hitap ediyor. Buğday ise mideye...
Damarlarında faiz dolaşan, beyninin kıvrımlarında çek, senet, bono, repo, tahvil dolaşan insanın gönülle işi yok. Mantıkla hareket ettiğini düşünüyor. Ve bunun için tercihini buğdaydan yana kullanıyor. Gönülden uzaklaşanların mantık sistemi mideye bağlı çalışıyor. Bu sebeple en mantıklı cevap: "buğday".
Eşyanın ruhlara tahakküm ettiği bir muhitte “hikmet” diyebilecek babayiğit bulmak zor. Her mekânda, her ortamda birkaç kelime dolaşıyor: mal, mülk, meta, para… Kısaca her dudaktan salyayla karışık “buğday” dökülüyor.
Varlık içinde kaybolmamak ve var edeni hatırlamak amacıyla Osmanlı Sultanları parayla tuttukları kişilere “Mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var” diye bağırtıyorlarmış. Şimdilerde her ev padişah sarayı, her öğünümüz padişah sofrası… Daha çok kazanıp, daha çok tüketmeye programlandık. Son model arabalarımızın içinde gurur abidesi gibi dururken bize kulluğumuzu ve aczimizi hatırlatacak insanlar yok ne yazık ki. Eşyaya fokus yaptığımız ruhumuz ve bedenimiz “hikmet”in uzağına düşüyor ister istemez.

Nefsin insan bedeni üzerinde egemenlik oluşturma çabasını bertaraf edecek en kısa yol hikmete yönelmek. Hikmet bir anlamda bilinmezlik içerdiğinden, insanların meyli hikmetten yana olmuyor. Velhasıl hikmetin alıcısı yok bu çağda. Ancak ümidimizi saklı tutmamız için bir sebep var. Çünkü ısrarla her gün bize “buğday mı, hikmet mi?” diye seslenen birileri var. Umulur ki bu ses maddenin pasıyla kirlenen kulak zarlarımızı aşarak ruhumuza ulaşır.

TEAMÜLLER VE TEMAYÜLLER

 

Bir toplumu kaostan çıkaracak olan entelektüel birikim toplumun münevver kesimin sorumluluk alanı. Yaşadığımız sıkıntıların bir imtihan ve aynı zamanda bir imkân olduğu konusunu kavramış değiliz. Toplumu yönlendirecek âlimlerimizi, mütefekkirlerimizi çoktan kaybettik. Adeta dümeni olmayan bir gemide rota belirlemeye çalışıyoruz.
Üsttekilerin var olma çabası alttakilerin üsttekileri var kılma çabasından daha fazla değil. Var kılmak isteyenler var olmak isteyenlerden daha istekli. Hutbelerimiz ve dualarımız zulme devam diyor. Zulmü simgeleyen abideyi inşa edenlerimiz en çok zulme uğrayanlarımız. Zulmün kalesine taş taşımaktan sırtlarımız mosmor. Zalime karşı durmak teamüldü, zulmün parçası olmak temayüllerimiz başladı.
Eskiden haklıya haklı, haksıza haksız denilirdi. Haktan yana olmak, nâhak olanı kınamak ve ehak olandan yana seçim yapmak erdem kabul edilirdi. Haktan yana olmak, haklının yanında dimdik durmak teamüldü. Güçlüden yana olma temayülü başladı.
Komşu komşunun külüne muhtaçtı. Komşuyu tanımamak temayül değil teamül oldu. Modern yaşam biçimi Komşuluk denen kelimeyi çaldı lügatlerimizden. Bireyselleşen, içine kapanan zombi insanlar caddelerimizde geziyor, mahallemizde dolaşıyor. Selamlaşma teamüllerimiz vardı, selamsız sabahsız dolaşma temayüllerimiz başladı.
Mahalle bakkallarımız vardı. Veresiye defterlerine yazdırarak alış veriş yapardık. Girerken selam verirdik. Gayet beşuş bir yüzle selamımızı alırdılar. Öyle yüzleri meymenetsiz değildi. Çıkarken; “güle güle, yine bekleriz” demek teamüldü. Şimdi kredi kartı kullanma temayüllerimiz başladı.
Kahramanlık, yiğitlik, şecaat, cesaret teamüldü; geçmişte yaşayan bahadırlarla, alperenlerle övünmek temayülü başladı. Hâlbuki geçmişle övünmenin bize kazandıracağı bir şey yok, bizi terakki de ettirmiyor üstelik.
Kendi nefislerimizin kötülüklerini görmek, onu düzeltmeye çalışmak, kâmil insan olma yolunda terakki etmek teamüldü; başkalarının kötülüklerini görmek ve onları düzeltmeye kalkmak temayüllerimiz başladı.
Yetime yoksula yardım etmek, ekmeğimizi bölüşmek teamüllerimiz vardı. Bencillik temayüllerimiz başladı. Hepimiz maddenin kulu olmakla iftihar ediyoruz. “Söylemesi ayıp” diye söze başlardık. Şimdi ayıp olanları söyleme temayüllerimiz başladı.
Yanlışa yanlış, doğruya doğru deme teamüllerimiz vardı. Nerde bir yanlış görsek elimizle, dilimizle düzeltmeye kalkardık. Küçücük menfaatler karşılığında doğruya yanlış, yanlışa doğru deme temayüllerimiz başladı. Hâlbuki kötülüğü gördüğümüz yerde elimizle, dilimizle düzeltme ile memurduk.
İlim ehline hürmet, ilme hürmet teamüllerimiz vardı. Çocuğu mektebe verirken “eti senin kemiği benim” demek bir gelenek halini almıştı. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi, hayvanlara merhamet duygularımız vardı. Her eylemimizi toplumun huzuru adına yapardık, şimdilerde kendimizden başkasını düşünmeme temayüllerimiz başladı.

Teamüldü, örftü, gelenekti, töreydi, adetti, ahlaktı… Velhasıl iyi adına, güzel adına, doğruluk adına ne varsa hepsi birer birer dehlediler bineklerini. Arkalarından su dökmeye bile fırsatımız olmadı. 

MODERN SEKÜLER ANLAYIŞ

 

Bireyselleşme çağımızın hastalığı. Sekülerleşmenin desteklediği bireyselleşme ve egoizm insanı yalnızlaştırdı. Her bireyin kendisini merkeze koyduğu, başka insanların hedefe ulaşmak için araç görüldüğü bir dünya üretildi. Bu yeni dünyada savaşlar daha kanlı ve acımasız, insan kendi kaderiyle baş başa bırakılmış.
Modern dünyanın temelleri böyle çarpık anlayışlar üzerine kurulu. Ekonomide, sanatta, politikada güce tapan ve gücü elde etmek için kıyasıya mücadele eden nefsini putlaştıran bir insan tipi inşa edildi.
Değişen metalaşan bu dünyada mutluluk, para kazanmak; huzur, para ile ulaşılan rahat hayat; başarı, insanlara tahakküm edecek bir statü elde etmek; hakikat ise sosyal hayatta saygı görebildiğin en yüksek makam olarak kabul görüyor. Artık mutluluk, huzur, başarı, hakikat gibi kavramlar değişik şekillerde anlaşılmaya başlandı.
İsmet Özel bu yeni hayat tarzını şöyle anlatır: “Ancak bu dinin iki ana mezhebi vardır. Birincisi, teknik gelişmeye, dolayısıyla makineye taparken, ikinci mezhep, bu gelişmeyi sağladığı gerekçesiyle insan aklının işleyişine tapmaktadır.” (Üç Zor Mesele, İsmet Özel, s.80)
Modern dünyanın tüketime dayalı seküler hayatına entegre edilen bireylerin oluşturduğu toplumlarda hayat tarzı da hızla değişti. Güce ortak olma, pastadan hisse edinme, daha müreffeh bir hayat mütedeyyin insanların da putları haline geldi. Modern hayatın unsurları islami kılıflarla sunulmaya ve içselleştirilmeye başlandığı bir anlayış hayata hâkim oldu.
Manevi değerlerin bile paraya tahvil edildiği bir anlayış hepimizi esir aldı. Seküler dünyanın ve modern dinlerin davranış kalıplarını benimseyen “mütedeyyin” insanlar tüketim ekonomisinin çılgın güruhunu oluşturmakta. Tüketime endekslenen insan kendinden başkasını görememekte, fakire, garibe ayıracak vakit bulamamakta.
Kısacası modern hayat, en çok madde karşısında eğilmeyecek, maddiyata tapmayacak olan müslümanlara zarar verdi. Kanaat, israf, diğerkâm olmak, infak, meveddet, karz-ı hasen gibi kelimeler lügatimizden çıkarıldı. Modern hayatın dışında bir hayat yaşanılamayacağı ön kabulü bilinçaltımıza öyle yerleşti ki cepheyi ilk olarak “bir lokma, bir hırka” hayat felsefesine sahip insanlarımız terk etti.
Modernleşme ile kullanıma giren bir kelime olan “sekülerleşme“ giderek yaygınlık kazanmakta. Bazı kesimlerde sekülerleşme aynı zamanda dinin kamusal alanda dışlanmasına yönelik bir manivela olarak algılanmaktadır. Farklı kültürler, farklı örfler ve farklı dini gelenekler modern zamanlarda kendilerine özel sekülerleşme biçimleri ürettiler.

Müslümanlar son zamanda emr-i vaki şeklinde karşı karşıya bırakıldıkları bu yeni durumu derin kültürel bağlarından kopmadan evrensel sorunları göz önünde tutarak aşabilirler. Mevlana’nın pergel metaforuna atıf yaparak bitirmek istiyorum. Ayakları yere sağlam basan, bir ayağı ait olduğu medeniyetin, daha doğrusu Kuranî değerlerin üzerinde olan diğer ayağının o eksende dolaştığı pergel olmayı beceremeyen, modern dünyanın saldırıları karşısında yenik düşmüş bireyler olarak hayatlarımızı devam ettiriyoruz.  Hâlbuki asıl maksadın emrolunan şekilde yaşamak olduğunu hepimiz bilgi olarak biliyoruz. 

İNSAN YORUM YAPABİLEN BİR VARLIKTIR


Cennetteki yasak ağacın meyvesinden yenilmesinin asıl nedeni, İblis’in ağaca dair yorumunun Âdem ve eşi tarafından mutlak doğru kabul edilmesidir. İblis, onları cennetten kovdurmak için, ağacın meyvesinin ölümsüzlük iksiri taşıdığı ve yenilmesi halinde sonsuz mutluluk yurdu olan cennetten çıkarılmaları olasılığının tamamen ortadan kalkacağı tezini üretti. Emir kesindi "bu ağaca yaklaşmayın."
Âdem (as), yasak meyvenin kendisine ölümsüzlük getireceği şeklindeki İblis’in yorumunu mutlak doğru sayması nedeniyle cennetten uzaklaştırılmıştır.
Şeytan ise yaratılışa dair bir yorumda bulundu. "Onu topraktan beni ateşten yarattın, ateş topraktan hayırlıdır." Bu yorum ebedi olarak cennetten kovulmasına neden oldu.
Aslında Âdem’e isimlerin öğretilmesi ve o isimleri meleklerin karşısında söylemesi olayı, Âdem’e yorum yetisinin verildiği anlamına gelir. Varlık, kendisini dışa vurmaya içkin, metafizik ise fiziki anlamlandırmaya içkin bir özellik arz ettiği için yorum kaçınılmaz bir gerçekliktir. İnsanın yapısında yorum yapma yetisi olduğundan Kabil ile Habil ayrı düşebilmiş.
Allah’ın Âdem’e kitap göndermesinin bundan sonrasında da peygamberleri kitapla göndermesinin ana sebebi bu olabilir mi? İnsanların varlığın yalın halini çarpıtmadan ve özünden koparmadan algılamasına yardımcı olmak, subjektif yargılarına varlığın hakikatini hapsetmemek ya da varlığın gayesinin anlaşılmasına sürekli katkı sağlamak.
İnsanlık tarihine topluca göz atacak olursak, insanlık tarihi boyunca esas olarak olgular ve Allah’ın olgulara dair sözleri karşısındaki insanların yanlış yorumlamalarını görmüş oluruz. Samiri’nin buzağı heykeli böyle bir yorumdur. Firavun ve yandaşlarının yorumu da böyledir.
İnsan yoruma müptela kılınmış. Kendi donanımı ve varlığın aklı karşısındaki kışkırtıcı cazibesi insanın yorumunu evrensel bir realite olarak ortaya koyar. Din konusu iman ile ilintilidir. İnanırsınız o kadar. Dogmatik kurallar içerir. Yorum herkeste farklı şekillerde gelişen bir gerçekliktir.  Yorumun dinin yerine geçmeyeceğini, her insanda farklı tezahür ettiğini bilmek gerek.
Bildiğimiz bir şey var ki, âdemoğlunun bir yorumdan diğerine yuvarlanarak bugüne ulaşmış olduğudur. Ali Şeriati, insanın tarih, doğa, toplum ve benlik gibi zindanları olduğunu söyler. Buradan çıkaracağımız sonuç yorumun kutsanmaması olmasına rağmen Şeriati Habil ve Kabil kıssasından hareketle kapitalizm fikrinin başladığı yorumunu kutsaması bir ironi olarak karşımızda durur.
İlk insanın bilgi kaynağı vahiydi. Ancak Kabille birlikte insan için yeni bir tehlike ortaya çıktı. Vahyin işaret ettiği anlam yerine yorumun kutsanması. Kabil kendi yorumunda ısrar ederek onu kutsuyordu. Gerçi şeytan da daha önce kendi yorumunu kutsamıştı fakat insan düşüncesinde yorumun kutsanması Kabil’e aittir. İblis’in Âdem’le ilgili ve Âdem’in de yasak meyveyle ilgili verdikleri ilk tepkiler ve yaptıkları yorumların yanlışlığı ancak Allah’ın açıklamaları ile anlaşılabilmişti. Vahyin, işaret ettiği anlam yerine yorumun öne çıkarılması insanın zindanı demekti.
İnsanın en öncelikli öncülü fıtrattır, bunun en biricik kaynağı ise vahiy. İnsan aklı temel erdemleri doğrudan doğruya ilahi kitapta bulur. Böylece akılla ilahi kitap aynı düzlemde hareket eder. Buna ‘selim akıl’ diyoruz. Kişi, hakikati buluncaya kadar sonuna kadar aklını kullanma hürriyetine sahip. Necip Fazıl şöyle der: “İşte, derin ve gerçek müminde ilahi nimetlerin en zenginlerinden biri olan akıl; Şer’i isimlendirilişiyle selim akıl Şeriatı yegane ve mutlak hakikat mizanı sayar ve bu mutlak mizanı ayrıca mizana çekmek kudretini nefsinde görmez.”
İnsan sınırsız yorum yapma hakkına sahiptir ve yaptığı yorumu kutsamadıkça suçlu değildir. İnsanlığın tarihi boyunca işlediği en temel suç; vahyin kaynaklığı dışında kendi yorumunu ve mantığını kutsamasıdır. Allah(cc) yorumun kutsanmasını Kuran’da eleştirir. (Bakara, 170; Maide, 104) Böylece hakikatle insan arasındaki alanı temizler.
Yukarıda felsefesini yaptığımız akıl ve yorum için son söyleyeceğimiz ise şudur: Allahu Teâlâ insana yorum yapma melekesini/yetisini verirken hangi kul düşünmemizi sınırlandırarak yorum yapmamıza engel koyabilir. Düşünmemizi ipotek altına alarak kendisinden farklı düşünmeyen robotlar olmamızı isteyebilir.
İnsanın, varlık karşısında yalnız bırakılmaması, Allah’ın sözleri ile desteklenmesi aslında insana yapılan en büyük lütuftur. Bu şekilde insan, hem nesneyi doğru okuyup değerlendirme, hem de yanlış yorumlara sapmama imkânı. Varlığı okuma, düşünme, tanıma, tanımlama ve kullanmada üst bir bakış kazanmış ve koordinat düzlemindeki kendi yerini de sürekli test edebilme imkânına kavuşmuştu.
Allah’ın vahiy göndererek insanla sözlü iletişim kurması, insanın, varlıkla kutsamadan anlama dayalı bir ilişki kurmalarına yardımcı olmak içindi. Ancak vahiyle birlikte yeni bir tehlike daha ortaya çıktı. Vahyin işaret ettiği anlam yerine yorumun kutsanması.
Yukarıda da söylediğimiz gibi iman kabulden ibarettir. Talebenin birisi hocasına sorar: İman nedir? Hocası beni dışarı çıkarın der. Dışarısı karanlıktır. Eliyle uzakları işaret ederek orada bir ışık var görüyor musun? der. Talebe orada ışık olmadığını söylese de hoca ısrarla ışığın varlığından bahseder. Sonra da talebeye dönerek şöyle der: "iman budur işte. Ben öyle inanıyorum."
Şu uyarı hepimiz içindir: “Onlar, Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmadılar. O'ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden yücedir.” (Tevbe, 31)

Yukarıda yazılanların bana ait yorumlar olduğunu ekleyerek kendi yorumumu kutsamadığımı da ifade etmiş olayım. 

İNSANLIK İÇİN

 

“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor; “yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. Kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor.”
Yukarıdaki cümleler tanıdık geldi mi? 1821-1881 yılları arasında yaşamış olan ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski’ye ait bu sözler. Bize hiç de yabancı gelmeyen ve 21. yüzyılın başlarındaki insanlığı tarif eden bu sözler; insanlığın yüzyıllar öncesinde başlayan irtifa kaybının devam ettiğini göstermekte. 
Sokaktaki insanı tarif eder gibi görünen bu cümleler aslında hepimizi tarif ediyor. İnsan bugün bir ticari mal konumuna düştü, tarihte insanların emeği sömürülürken bugün insanın kendisi alıp satın alınan bir meta haline dönüştü. Bizim, bazen unuttuğumuz ama hiçbir zaman gündemden düşmeyen bir konudur bu.
Japonya'da cenin lüks bir yemek olarak kabul ediliyor, yani canınız cenin yemek isterse hastahaneden 200 ile 750 dolar arasında değişmekte olan fiyata alıyorsunuz. Japonya'da cenin yamyamlığı maalesef oldukça yaygın durumda çünkü bu insanlar bunu sağlık verici ve güzelleştiren bir uygulama olarak görüyorlar.
Bu bizim hepimizin ayıbıdır, biz bu sorunları asla ve asla görmezden gelemeyiz. Aksi takdirde insanlığımız kayıp etmiş oluruz. Bu tarz sorunlar ile beraber, omuz omuza savaşmamız gerek, sesimizi duyurmamız gerek.
Ümitlerin tükenmekte olduğu süreçlerde; yeni bakış açıları, yeni düşünme biçimleri, yeni yaklaşımlar gibi her zaman yapılacak doğru bir şeylerin olduğuna inanıp, insanlığın ıskaladığı medeniyetle tekrar insanlığı buluşturmak için çaba sarf etmek ve düşünmek gerekir.
Medeniyet, an’ın büyüsüne kapılıp geleceğin ıskalanmamasıdır. Medeniyetin rüyasını görebilmek, hayalin derinliklerine doğru tohumlar ekmekle mümkün. Sorumsuz bir neslin medeniyet inşa etmesini beklemek kadar beyhude bir durum düşünülemez.
Çaplı insan yetiştiremiyoruz: 'Ortalama' insanlar yetiştirmekle yetiniyoruz ve bununla övünüyoruz bir de! İnsana verilen akıl, güzeli çirkinden temyiz/ayırma gücü, insana verilen nimeti ve değeri göstermesi bakımından önemli. Hz. Ali'ye izafe edilen şu beyitler, insanın değerini anlatmakta:  "İlacın sendedir de farkında olmazsın. Derdin de sendendir fakat görmezsin. Sanırsın ki sen sâde, küçük bir cirimsin; Halbuki sende dürülmüş en büyük âlem."

İnsana yatırım yapamadığımız, kendi insanımızı, 'insan tipi'mizi yetiştiremediğimiz sürece, aslında kendi sonumuzu hazırladığımızı, kendi ayağımıza kurşun sıktığımızı görmemiz gerekiyor. Medeniyet rüyası gören kafalara ihtiyacımız var ve bu kafaları yetiştirmek için seferber olmalıyız.

Gözü kapalı her şeye eyvallah diyen beynini kullanamayan insan tipleriyle nereye kadar.  Açıkçası, bu gidiş, hayırlı bir gidiş değil, bitiş gibi görünüyor.

İNSAN BİR GARİP VARLIK

 

İnsanın yaratılış sebebini unuttuğu ve hayatına giren çeldirici birçok varlık dolayısıyla sebebi hatırlayamadığı dönemlerden geçiyoruz. Varlık sebebini düşünmeyen insanoğlu ölümden ötesini de düşünmez, buna fırsat bile bulamaz. İnsanoğlu varlık sebebini unuttuğu için kendini âlem içerisinde hükümran olarak görme eğiliminde. Bu da insanı narsizmin kucağına itmekte.
İnsanın kendini beğenmesiyle ilgili Yusuf (as)a nispet edilen bu yorumdan elbette çıkarılacak dersler vardır. Yusuf (as) aynada kendisine bakar ve ne kadar yakışıklı ve güzellik sahibi olduğunu düşünür. Bu güzelliğin paha biçilmez olduğu hissi kendisinde oluşur. Bu yüzden Allahu Teâlâ onu köle olarak ucuz bir fiyata sattırır. Kıssa bu…
Allahu Teâlâ insanı elinde bulunduğu imkânlarla imtihan ediyor. İmkânlarımız imtihanımızdır. Para, makam, güç, güzellik, ilim… aklınıza ne gelirse. Yeryüzünü sahipsiz zanneden insanoğlu orada hükümran olmak ister… Kendi bedeninin sahibi olduğu zehabına kapılan insanoğlu kendini ilah yerine koymanın yoluna girer. Rızkı verenin Allah olduğunu unutarak kendi aklı sayesinde zengin olduğunu düşünür. Makam sahibi olunca astlarının Allahın emaneti olduğunu düşünmeden onlara zulmeder. Bu tür örnekleri çoğaltabiliriz.
Dünya hayatına göz açan insan bulduğu ortama öyle adapte olur ki oradaki harikuladeliği göremez. Güneşin her gün doğması, yağmurun yağması, baharın gelmesi rutin işlermiş gibi görülür. Bu algı insanın yanılgı noktasıdır. Hayatın böyle devam edip gideceği, determinist bir bakış açısıyla değerlendirilir. Bu düşünce ile dünya, insanla Allah arasına girer ve Allah ile olan bütün bağlantıyı keser. Allah ile irtibatı olmayan insanın irtibatı şeytana yönelir.
İnsanoğlu bulunduğu ortama adapte olmakta mahirdir. Ekvatordan kutuplara her coğrafyada yaşayabildiği gibi, her sosyal ortama da alışmakta zorluk çekmez. Etrafındaki insanları eğlencenin göbeğinde, günübirlik işler peşinde, ebedi olarak yaşayacaklarmış gibi bir hal ve anlayışla hayatın zevkini çıkarmaya çalıştıklarına şahit olunca kendisi de bu ortama uyum sağlar. Allahu Teâlâ insanı bu konuda uyarır: “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedî âhiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebut, 64) “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Sakınanlar için âhiret yurdu elbette ki daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (Enam, 32)
Hayat çok kısa… Yaşadığımız andan ibaret. Umduğumuzdan daha hızlı akıyor zaman… Bunu insan yaşlanınca daha iyi anlıyor. Dünyanın bir tiyatro sahnesinden ibaret olduğunu anlamak için yarım asırlık bir ömür gerekiyor bizim gibiler için. Ölüm, en büyük vaiz. Buna rağmen yaşanan ölümler de bizi kendimize getirmeye yetmiyor. Çeldiricilerin fazlalığı ölümün tesirini cenaze namazıyla sınırlandırıyor. Ölüm meleğiyle tanışan her insan bedenini gassalın ellerine teslim edip yakınlarının omuzlarında bu dünyadan hiçbir şey almadan kefenle yolculanıyor.
Mal, makam, güç, para hiç birinin işe yaramadığını her gün görmemize rağmen aldanmaya devam ediyoruz. Resulullah Efendimiz (sav) dünyadan yüz çevirmenin anlamını şöyle açıklıyor: "Dünyadan yüz çevirmek, ne helal şeyleri haram etmektir, ne de malı zayi etmektir. Dünyaya rağbet göstermemek, elinde olan nimete, Allah’ın elinde olan nimetlerden daha fazla güvenmemen ve başına bir musibet geldiğinde o musibete gösterdiğin rağbet, o musibetin gelmemiş olmasına gösterdiğin rağbetten fazla olmasıdır." (İbn-i Mace)

ŞAHSİYETİN İNŞASI


Fertlerin toplumsal roller alabilmesi, toplumun bir parçası olabilmesi,  tavır alışlarını ve davranış şekillerini gösterebilmesi, daha doğrusu şahsiyet kazanabilmesi için bir sosyalleşme safhasından geçmesi gerekmekte.
Bu sosyalleşme safhasında fert, içinde yaşadığı toplumun ve kültürün içinde kendi inşa sürecini tamamlar. Toplumdan aldığı kültür unsurlarını değerlendirerek, analiz ederek, kabul veya reddederek kendine göre bir form oluşturur, bu form o kişinin şahsiyetidir. Her toplum, kendi insanlarına kendi kültürel şahsiyetini kazandırdığı gibi, her birey de edindiklerini işler, içselleştirir böylece toplumun değişmesine ve gelişmesine hizmet eder. Toplumun bireyi şekillendirdiği kadar, birey de toplumu şekillendirir. Buna karşılıklı etkileşim diyebiliriz.
Her insan toplumun bir ferdidir, şahıstır. İslam ferde şahsiyet kazandırmak için uğraş verir. Şahsiyeti inşa süreci yoğun bir şuurlaşma ile gerçekleşir. Buna bilinç hali diyebiliriz. Şahsiyet dediğimiz şey bir bakıma insanlık onuru. İnsanı birey olarak gören modern zamanlar ya da insanı hiç görmeyen kadim zamanların hilafına İslam insana şahsiyet kazandırdı. İslamsız zamanlar, duyarsız, değersiz, gayesiz, kimliksiz, kişiliksiz yığınlar yetiştirmekte. Hedefsiz kitleler, duyarsız kalabalıklar; yani güruh. Modern zamanlar ise yalnız bireyler.
Modern hayatın tahakküm organları çoktur. Niteliksiz çoğunluk, televizyon, medya, çevre, popülerizm, marka… Bu tahakküm unsurları şahsiyetin oluşmasına engeldir. Bu tahakküm unsurlarına karşı bizi koruyacak olan da İslamî düşünce. Haz ve hızın tahakkümünden bizi kurtaracak olan duruş bu. “İnsanoğlunun bir vadi dolusu altını olsa ikinci bir vadi dolusu daha altın ister.” (Buhârî, Rikak, 10; Müslim, Zekat, 116-119)
Rasulullah(sav) Müslüman insanın inşasını sürdürürken merkeze insanı aldı, insanlara şahsiyet kazandırdı. Bu anlamda şahsiyet inşa edilen bir şeydir. Şahsiyet insana ait temel hak ve hürriyetlerin tamamını oluşturan “şey”dir. Çünkü şahsiyetsiz insan özgürlüğünden ve haklarından vazgeçer. Hz. Ali Efendimizin şu sözünü hatırlatmak gerekiyor. “Haksızlık karşısında susmayınız; zira hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz.”
Ancak ne var ki Kur’an, zaman zaman insanın açgözlü, şımarık, egoist, zayıf, aciz, zora dayanamayan, aceleci, akıl tutulmasına sahip, nankör, gözü doymaz, zalim, cahil gibi pek çok zaaflarla yüklü bir varlık olduğunu, (Meâric, 19-21; Fecr, 16, 20; Nisa, 28; Nahl, 4; Ahzâb, 72; A'raf, 200; Araf, 179) aktarır bize. İnsanı bu hale sokan genelde çevre olur. Popülerizm önce çevremizi ele geçirir. Ardından mahalle baskısı gelir. Şahsiyetli olmak bu çevreyi kaybetmeyi göze almakla eşdeğerdir.
Modernizmin ağına düşen insan, değerlerini terk edebilen ama tüketmeyi terk etmeyen insandır. Kapitalizm ise insanı tüketen varlık olarak tanımlar. Kapitalizmin ilahları böyle ister. Elbiseyi, makamı, unvanı velhasıl her şeyi hızlı bir şekilde tüketir. Tüketir ki kapitalizmin çarkları dönebilsin. Bu tüketim çılgınlığı içerisinde karşısına çıkan her tarzı benimser. Her tarzı benimserken kendine has bir tarz oluşturamaz. Kısaca kendi şahsiyeti ortada kalmaz. Her şahsiyetin rengine bürünen insanın kendi rengi olmaz. Kısaca bulunduğu ortamın rengini alır. Hint kelebeği gibi olur. Daha yaygın bir tabirle bukalemunlaşır.

İnsanı “eşref-i mahlûkat” yapan bildiğiyle amil olması, başka bir deyişle edindiği şahsiyete sahip çıkmasıdır. Bilinçli suskunluk taşınamayacak bir zillettir. “Dilsiz Şeytan” durumuna düşmemek için suskunluğa son vermek gerekir. Toplum çağdaş hoşgörü adına bu durumu içselleştirebilir. Ancak Müslüman’ın böyle bir bakış açısı olamaz. Hâlbuki adaletsiz bir hayat şahsiyetin parçası olamaz. Vasıfsızlığın tahakküm ettiği ortamda “vasıf” tamamen “rüküş” gözükebilir. Şahsiyetsizliğin hüküm sürdüğü toplumlarda birçok bireyin vasıfsızlıktan icazet almak için kuyrukta beklemesi insanlık adına utanç verici. Çağdaş ilahlar şahsiyete değil; müşteriye ihtiyaç duyar. Maalesef popüler kültür bu tür ilahları çoktan üretmiş, hatta seri üretime geçmiştir.